İsrâiloğullarından Bir Şahit

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

ABDULLAH İBN-İ SELÂM Yahudi ve hıristiyan din âlimleri, âhirzaman Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhur ettiğinin farkındaydılar… Çünkü semâvî kitaplarında O’na ve O’nun risâletine dair birçok işaret ve deliller vardı… Onlar, Allah Rasûlü’nü şekil ve şemâiliyle tanıyorlardı… Hem bu tanıma, o kadar kesin ve netti ki, inanmak için sadece O’nun gül yüzüne bir kere bakmaları yeterliydi…

Benî Kaynuka kabîlesine mensup, doğruluk ve dindarlığı ile mâruf, Yesribli âlim; Husayn İbn-i Selâm bunlardandı. Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ın neslinden olup; yahudiler içinde en çok sözü geçen, en çok itibar ve saygı görenlerdendi. Kendisi gibi büyük bir âlim olan babası Selâm’dan, Tevrât’ı ve tefsirini öğrenmişti. Sadece Tevrât’ı değil, İncil ve Zebûr’u da incelemişti. Defalarca tetkik etmiş olmasına rağmen Tevrât’ı her açışında, Hâtemu’l-Enbiyâ’ya ait alâmetleri, Fârân Dağları’ndan zuhurunu müjdeleyen âyetleri, Medine’ye hicretini beyan eden haberleri tekrar tekrar okurdu. Daima, O’nu tefekkür eder ve bundan büyük bir haz duyardı.

Zât-ı Mahmud hakkında hakka’l-yakîn bilgi sahibiydi. Geleceği zamanı da bildiğinden katmerli bir intizar içindeydi. Mekke’de Allah Rasûlü’nün risâlet ilânını duyunca hemen soyunu ve vasıflarını araştırdı. Tevrat’ta yazılı olanlarla karşılaştırdı. Davetinin doğru ve kesin olduğuna kanaat getirmişti. Bu hâlini gizleyip âhirzaman Nebî’si Faraklit’in, Taybe’ye yani Medine’ye hicret edeceği günü hasret ve sabırla beklemeye başladı. Allah Teâlâ’ya cân u gönülden arz ettiği ve dilinden düşürmediği kabul edilmiş bir duâsı vardı:

“Son Peygamber Hazret-i Cenâb-ı Ahmed’le görüşebilme nimetine ve O’na îman etme saâdetine eriştir yâ Rabbî!”

Böylece günler birbirini kovaladı. Nihayet bir gün İbn-i Selâm -radıyallâhu anh-, bahçesindeki ağaçlardan birine çıkmış, yaş hurma topluyordu ki, o esnada Nadroğullarından bir yahudinin;

“Bugün, Arapların beklediği kişi geldi!” diye bağırdığını duydu. Kendisine bir titreme hâli geldi. Hemen sevinç ve heyecanla;

“–Allâhu Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Halası Hâlide bint-i Hâris, hurma ağacının altında oturmaktaydı. Yaşlı kadın tekbiri işitince kızarak ona çıkıştı:

“–Allah seni umduğuna nâil etmesin, elini boşa çıkarsın? Vallâhi sen Musa İbn-i İmrân’ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan daha fazla sevinmezdin!”

“–Ey hala! Niçin öyle diyorsun? Vallâhi O, Hazret-i Musa’nın kardeşidir. O’nun gibi bir peygamberdir ve aynı tevhid dîni ile gönderilmiştir”

“–Yeğenim! Yoksa O, kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen Son Peygamber midir?”

“–Evet!”

“–Öyleyse sevinmekte haklısın!”

Şimdi Abdullah İbn-i Selâm -radıyallâhu anh-’ın, Allah Rasûlü ile görüşmesi ve huzûrunda müslüman olması esnasında cereyan eden hâdiseleri bizzat kendisinden dinleyelim:

“Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görebilmek için hemen bulunduğu meclise vardım. Fahr-i Âlem, etrafında toplanan insanlara İslâm’ı tebliğ ediyor, nasihatlerde bulunuyordu. O’ndan işittiğim ilk hadîs-i şerif şu oldu:

«Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahim yaparak yakın akrabaları ziyaret ediniz, geceleyin insanlar uykuda iken namaz kılınız ki, böylece Rabbinizin cennetine selâmetle giriniz.»

O’nun çehresindeki derûniyete ve sözlerindeki halâvete vurulmuştum. Gördüğüm sîmâ ancak bir peygambere ait olabilirdi. Bu eşsiz güzellik karşısında kendi kendime;

«Şu sîmâda yalan yok! Bu güzel yüzde hile olamaz!» diyerek derhâl yanına yaklaştım. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve kendisinin de Allâh’ın elçisi olduğuna şahâdet getirip müslüman oldum.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nûr-i nübüvvetle beni tanıyıp tebessüm ettiler:

«–Sen Medine’nin âlimi İbn-i Selâm değil misin?»

«–Evet yâ Rasûlâllah! Husayn İbn-i Selâm’ım.»

«–Hayır! Sen Abdullah İbn-i Selâm’sın.»

«–Sizi hak ile gönderen Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, şu andan itibaren başka bir ismimin olmasını asla istemem.»

Rasûlullah Efendimiz ellerimden sımsıkı tutarak şu suâli sordular:

«–Ey Abdullah! Allah için söyle! Tevrat’ta, benim Allâh’ın elçisi olarak vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?»

«–Evet öğrendim yâ Rasûlâllah! Bana Zât-ı zü’l-Celâl’in sıfatlarını da öğretir misiniz?»

İşte o an etrafı bir sekînet bürüdü. Allah Rasûlü’nün mübârek alınlarında inci taneleri gibi terler belirdi. Cibrîl-i Emîn gelmiş, İhlâs Sûresi nâzil oluyordu:

«De ki; O Allah bir, tektir. Allah eksiksiz, Samed’dir (Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir). O’ndan çocuk olmamıştır (kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). O’na bir denk de olmadı.»

Bu âyet-i kerîmeleri işitir işitmez, îmânımı bir kere daha ilân ile ikrar eyledim:

«Allâhu Ekber! Evet, ben tekrar şahâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Sen de O’nun kulu ve Rasûlü’sün.»

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılıp derhâl evime geldim. Ev halkımı da İslâm’a davet ettim. Hepsi müslüman oldular. Yaşlı olduğu halde halam Hâlide de onlarla birlikte müslüman oldu. Onlara;

«–Size bildirinceye kadar, müslüman olduğumuzu yahudilerden gizleyin.» dedikten sonra tekrar Allah Rasûlü’nün yanına geldim. O’na şu ricada bulundum:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Yahudiler yalancı ve iftiracı bir millettir. Onların ileri gelenlerini evinize davet etmenizi ve beni odalarınızdan birinde saklamanızı, sonra onları İslâm’a davet etmenizi, sonra da müslüman olduğumu öğrenmeden önce onların yanındaki itibarımı sormanızı rica ediyorum. Çünkü onlar müslüman olduğumu öğrendiklerinde, beni kusurlu bulacaklar ve bana yapmadıkları iftira kalmayacaktır.»

Bu ricam üzerine Allah Rasûlü beni, onları duyabileceğim bir odaya sakladı. Yahudi ileri gelenlerini de evine davet etti. İslâm’ı tebliğe, îmâna teşvike ve kendi kitaplarından bildikleri ahvâlini onlara hatırlatmaya başladı. Onlar da bâtıl ve boş şeylerle karşılık vermeye, O’nunla münakaşa etmeye başladılar. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların îmân etmelerinden ümidini kesince sordu:

«–İbn-i Selâm’ın aranızdaki itibarı nasıldır?»

«–O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı oğludur. Çok efendi ve dindar bir kimsedir. En fazîletlimiz ve en âlimimizdir.»

«–Eğer o müslüman olursa ne dersiniz? Sizler de müslüman olur musunuz?»

«–Hâşâ! İbn-i Selâm, asla müslüman olmaz. Allah onu müslüman olmaktan korusun.»

Allah Rasûlü bu suâlini üç defa tekrarladı. Onlar, her seferinde de aynı inkârî cevabı verdiler. Ben de odadan çıkıp yanlarına vardım:

«–Ey yahudi cemâati! Allah’tan korkunuz! Size gelen bu hakikati kabul ediniz. Vallâhi, sizler O’nun Allâh’ın elçisi olduğunu biliyorsunuz! Elinizdeki kitapta hem ismi hem de vasfıyla yazılı olduğunu görüyorsunuz. Kelîmullâh’a inen Tevrât’ı Allâh’ın kelâmı kabul edip, Habîbullâh’ı ve O’na inen Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmek en büyük zulümdür. Ben O’nun, Allâh’ın elçisi olduğuna şahâdet ediyorum. O, Allâh’ın Rasûlü’dür. O’na îmân ettim. O’nu tanıdım ve tasdik ettim.»

Şahâdet getirip tasdikte bulunduğumu işitince öylesine şaşırdılar ki, ne yapacaklarını bilemediler. Az önceki sözlerini çevirip aksini söylediler:

«–Sen, bize bunu mu soruyorsun? Bu bizim içimizde en kötümüz, en şerlimizdir. Sözüne itimat edilmeyen en cahilimizdir.» dediler. Türlü yalan ve iftirâlarla bana yakıştırmadıkları ayıp kalmadı. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz’e şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Gördünüz işte! Korktuğum şey maalesef buydu. Ben onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfterî bir millet olduğunu size haber vermiştim.»

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yahudilerin söylediği bu mütenâkız sözler karşısında;

«–Birinci şahâdetiniz bize kâfîdir; ikincisi ise lüzumsuzdur!» buyurarak bu ikiyüzlülerin, huzûrunda daha fazla kalmasına izin vermedi.” (Buhârî, tefsir, no: 1368; İbn-i Hişâm, sîre, 1/228-234; İbn-i Hacer, İsâbe, II, 320; İslâm Tarihi, M. Âsım KÖKSAL, 8/83)

Hazret-i Abdullah İbn-i Selâm’ın ehl-i kitap karşısındaki bu hak şahitliği, vahy-i Kur’ân’la, bizzat Allah Teâlâ tarafından takdir ve tebcîl edildi:

“De ki: Hiç düşündünüz mü? Şayet bu (Kur’ân), Allah katından ise, siz de O’nu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit de Kur’ân hakkında, benzerine (Tevrât’a) göre; («bu da Allah kelâmıdır.» diyerek) inandığı hâlde (kibirlenirseniz), söyleyin Bana, kendinize yazık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz Allah, zalim bir milleti doğru yola iletmez.” (el-Ahkāf, 10)

Kendisi ile birlikte Sa‘lebe bin Sa‘ye, Üseyd bin Sa‘ye ve Esed bin Ubeyd -radıyallâhu anhum- gibi bazı yahudi âlimleri de müslüman oldular. Fakat yahudiler;

“Muhammed’e yalnız bizim şerlilerimiz inandı. Eğer, onlar hayırlılarımız olsalardı, atalarının dînini bırakmazlardı.” dediler. Bu sözler üzerine inen âyet-i kerîmeler Hazret-i Abdullah ve arkadaşlarını o müfterî ehl-i kitaptan istisnâ ederek tezkiye eyledi:

“Onların (ehl-i kitâbın) hepsi bir değildir. İçlerinde öyle bir cemaat vardır ki; onlar gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allâh’ın âyetlerini okurlar; Allâh’a ve âhiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar; hayır işlerinde birbirleriyle yarış yaparlar. İşte onlar sâlihlerdendirler.” (Al-i İmrân, 113-114)

Aslında pek çoğu Allah Rasûlü’nü bilip tanıyorlardı. Ama kin ve hasetleri inanmalarına mânî oluyordu. Kur’ân-ı Kerim bu hakikati de şöyle ifade etmekteydi:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu (yani Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtu ve’s-selâm-’ı), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.” (el-Bakara, 146)

Âyette, bizzat Allah Rasûlü’nün ismi zikredilmeyip de «O’nu» denmesi işaret ediyor ki; ehl-i kitab bütünüyle, son gelecek peygamber kastedilerek «O» dendiğinde hep Tevrat ve İncil’de adı geçen «Zât»ı anlıyorlardı. O da, hiç şüphe yok ki; Muhammed -aleyhisselâm- idi. O’nu öz evlâtlarından daha iyi tanıyorlardı.

Bir gün Hazret-i Ömer, Hazret-i Abdullâh’a bunu sormuştu:

“–Allah Rasûlü’nü öz evlâdın gibi tanıyor muydun?”

“–Öz evlâdımdan daha iyi tanıyordum.”

“–Bu nasıl olur?”

“–Ben O’nu oğlumdan daha iyi tanıyorum. Çünkü Allah Teâlâ O’nu bize, sıfatlarıyla kitâbımız olan Tevrat’ta bildirmiştir. Allah asla yalan söylemez. Amma evlâdım hakkında şüphe edebilirim. Oğlumun annesi hâinlik etmiş olabilir. Ne yaptığını bilemem. Fakat Rabbimin haber verdiğinden, yani Allah Rasûlü’nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.”

Cevap Hazret-i Ömer’i öyle sevindirir ki, kalkar ve Hazret-i Abdullah İbn-i Selâm’ın başından öper. (Muhtasaru Tefsîru İbn-i Kesîr, 1, 140)

Hazret-i Abdullâh’ın, Nûr-i Hudâ Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın huzûrunda hidâyete erdiği o günlerde gördüğü güzel ve sâdık bir rüyası vardır. Buhârî’de de zikredilen bu hadîs-i şerîfi yine kendisinden dinleyelim:

“Bir gece rüyamda birisi bana geldi:

«–Kalk!» dedi. Kalktım. Elimden tuttu. Bir de baktım ki sol tarafta bir yol var. O yoldan yürümek istedim. Bana;

«Bırak onu! Bu, senin yolun değildir.» dedi. Sağ tarafımda da açık, geniş bir yol olduğunu gördüm. Bana;

«İşte o yolda yürü!» dedi. O yoldan yürüdüm. Sonunda, ağaçları gür, yemyeşil bir bahçeye ulaştım. Bahçenin tam ortasında kökü yerde, ucu göklerde demir bir direk, tepesinde de altından bir halka vardı. Bana;

«Onun tepesine çık!» denildi.

«–Çıkamam, gücüm yetmez!» dedim.

Derken bir hizmetçi geldi. Arkamdan elbiselerimi kaldırıp;

«–Tırman.» dedi. Ben de kulpu yakalayıncaya kadar tırmandım. Bana;

«Kulpa yapış.» dedi.

Ellerimle halkayı sımsıkı tuttum. Sabaha kadar bu kulp elimde olduğu hâlde tutunarak kaldım. Öylece uyandım. Ertesi gün Rasûlullâh’a rüyamı anlattığımda şu te’vilde bulundular:

«Sol tarafında gördüğün yol; cehennemliklerin, amel defterleri sol tarafından verilecek olanların yoludur. Sağ tarafında gördüğün yol; cennetliklerin, amel defterleri sağ tarafından verilecek olanların yoludur. Yeşillik ve güzelliğine tutulduğun bahçe ise İslâm’dır. Bahçenin ortasındaki direk; dînin direği, yani namazdır. Halka ise; en sağlam kulp olan Urvetü’l-Vüskā, yani Kur’ân’dır. Sen ölünceye kadar daima O’na tutunacaksın.»” (Buhârî, Tâbir, 23; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe,150; İbn-i Mâce, Rüya, 10)

Hazret-i Abdullah, bu büyük müjde karşısında sevincinden coştu, çağladı. Kur’ân-ı Kerîm’e dört elle sarıldı. Âşık bir bülbül gibi, hiç durmadan Kur’ân’ın âyetlerini okur dururdu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefat edeceği âna kadar âdeta O’nun gölgesi oldu. Bedir hariç, hazarda ve seferde, Allah Rasûlü’nün bulunduğu her yerde, o da vardı. O’na sık sık sorular sorarak ilimde derinleşti. Öyle oldu ki, Peygamber Efendimiz onu cennetle müjdeledi:

“Kim cennetlik bir adama bakmak isterse, Abdullah İbn-i Selâm’a baksın.”

Yine bir gün Allah Rasûlü, ashâbıyla toplanmış, Mescid-i Nebevî’de sohbet ediyorlardı.

“Şu kapıdan ilk girecek olan kimse, cennet ehlindendir.” buyurdular.

Ashab; «Kim gelecek?» diye merakla beklerken, kapıdan Abdullah İbn-i Selâm’ın girdiğini gördüler. Müjdeli haberi kendisine bildirerek sordular:

“–Yâ Abdullah! Bu dereceye hangi amelinle ulaştın?”

“–Ben, bu yolda zayıf bir kimseyim. En kuvvetli ümidim; kalb-i selîmim yani kimseye karşı kötülük beslememem, boş sözleri ve işleri terk etmemdir. Bundan başka beni kurtaracağından ümitli olduğum bir amel bilmiyorum.”

Evet o, nefsini; kibir, riyâ, şehvet, gazap gibi kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip tezkiye etmişti. Varlıklı bir kimse olduğu hâlde, ara sıra Medine çarşısında, sırtında bir yükle dolaştığı görülürdü. Yine bir gün, onu bu hâlde görenler kendisine sordular:

“–Çocukların ve hizmetçilerin var, onlar senin işlerini göremiyorlar mı?”

“–Evet var! Bu işimi de yaparlar. Fakat ben, kendimi tecrübe etmek istedim. «Acaba bu işi yapmak nefsime ağır gelecek mi?» dedim. Eğer bende kibir varsa ondan kurtulmak istiyorum. Zira Allah Rasûlü’nden şöyle işittim:

«Kalbinde hardal tanesi kadar kibir (büyüklenme) bulunan kimse cennete giremeyecektir.»” (Müslim, Îman, 148; Ebû Dâvud, Edeb, 4091; Tirmizî, Birr, 61)

Ashâb’ın meşhur yedi âlim Abdullâh’ı (Abâdile-i Seb‘a)dan birisi de Abdullah İbn-i Selâm idi. Başta İmam Buhârî olmak üzere, pek çok muhaddis onun rivâyet ettiği hadislere kitaplarında yer verdi. Muaz İbn-i Cebel -radıyallâhu anh- vefatı esnasında, talebesi Yezid İbn-i Seksekî’ye, kendisinden sonra ilminden istifade edebileceği dört kişinin ismini vermişti: Abdullah İbn-i Selâm, Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ebu’d-Derdâ ve Selmân-ı Fârisî, -radıyallâhu anhum-. Bunlar Râsihûn’dan olup ilim öğrenilebilecek kimselerdi.

Hazret-i Abdullah; Hazret-i Ebûbekir devrinde mürtedlerle yapılan savaşlara, Kudüs’ün fethine ve Sâsânîlerle yapılan Nihâvend Savaşı’na iştirak etti. Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’ın hilâfetlerinde onların müşâvere (danışma) meclislerinde dâim hizmet etti. Âsîler Zinnûreyn’in evini kuşattıkları zaman yanındaydı.

Hicrî 44 / Mîlâdî 664 senesinde, Hazret-i Muâviye’nin hilâfeti zamanında, doğduğu şehir Medine’de vefat eyledi. Allah Rasûlü’nün ebedî komşusu olarak Cennetü’l-Bakî‘a defnedildi.*

Allah şefâatlerine nâil eylesin…

___________________

* İbn-i Selâm hakkında geniş bilgi için bkz. el-İstiâb, c. 2, s. 382; el-İsâbe, c. 2, s. 320; Üsdü’l-Ğâbe, c. 3, s. 176; Tabakât-i İbn-i Sa‘d, c. 2, s. 252; Sıfatu’s-safve,1/301-303; İbn-i Hişâm c. 2, s. 517; Sahîh-i Buhârî c. 4, s. 102.