BİR GARİP VASİYET…

İrfan ÖZTÜRK

Zengin ve ârif bir zât, ölümünün yaklaştığını hissederek, çok sevdiği, biricik oğlunu yanına çağırdı ve ona şu vasiyette bulundu:

“Oğlum! Sana bir hayli mal bırakıyorum. Bunların hepsini helâlden kazandım, zekâtımı ve sadakasını da verdim. Ben öldükten sonra sakın har vurup harman savurmaya kalkışma! Sen de çalış, helâlinden kazanmaya alış ve Rabbine şükredicilerden ol!.. O’na ibâdet ve kulluk vazifende kusur eyleme, ancak O’ndan yardım dile.

Sana bir de vasiyetim var: Öldüğüm zaman beni yıkadıktan sonra kefene sararlarken, şu eski çoraplarımı, ayağıma giydir. Bunu senden hâssaten rica eder ve isterim. Sana ayrıca bir mektup bırakıyorum. Bunu, ben öldükten sonra açacak ve yazdıklarımı aynen ve harfiyen yapacaksın. Babalık hakkım olarak bunları senden bekliyorum. Bu mektubu, ölümümden tam kırk gün sonra açarsın, okursun ve icabı neyse yaparsın.”

Bir süre sonra adamcağız Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kara haber tez duyuldu ve eş, dost, ahbap, yâran, akrabâ ve ihvan toplandılar. Kendisini gasledecek hocaefendi de geldi, cenazeyi yıkadılar, kefene sarıp tabuta koyacakları sırada, çocuk biraz beklemelerini rica etti ve babasının kendisine bıraktığı eski ve yamalı çorapları getirerek ayaklarına giydirmeye teşebbüs etti. Fakat hocaefendi;

“–Evlât, bu câiz değildir.” diyerek itirazda bulundu. Etrafındakiler de, yapılması câiz olmayan bir vasiyetin terk edilmesinin câiz olacağı mütalâasında bulundular. Genç adam her ne kadar;

“–Efendim, merhum pederimin vasiyetini yerine getirmekle mükellefim. Onun için müsaade buyurun da bu eski çorapları ayaklarına giydireyim.” dediyse de şer‘an câiz olmadığı hususunda ısrar ettiler. İhtilâf, beldenin müftüsüne kadar intikal etti ve müftü de buna engel olarak;

“Böyle bir şey olamaz!” diyerek kestirip attı. Ne yapacağını şaşıran bîçare genç adam; bir tarafta babasının vasiyeti diğer tarafta şeriatın hükmü karşısında âciz kaldığı sırada, babasının arkadaşlarından ve samimî dostlarından bir zât kendisine kapalı bir zarf uzatarak;

“Oğlum! Merhum pederin, vefatından önce bu zarfı bana emânet etmiş ve ölümünden sonra sana vermemi istemişti. Aç, oku bakalım; rahmetli neler yazmış?” dedi. Delikanlı, mektubu açtı ve okudu. Babası, kendisine bu mektubunda şöyle sesleniyordu:

“Evlâdım!

Şu hâle bak da ibret al. Bu kadar malım ve mülküm bulunduğu hâlde, beni âhirete sekiz arşın kefenle gönderiyorlar. Eski bir yamalı çorabı bile yanıma vermiyorlar.

Bir gün; Allah Teâlâ geçinden versin, sen de benim hâlime düşeceksin ve dünya malı olarak beraberinde hiçbir şey götüremeyeceksin. Onun için aklına başına al ve sana bıraktığım malı buna göre kullan, sakın gaflete düşme evlâdım!..”

Cenazeyi defnettiler, aradan günler geçti. Genç adamın acısı biraz yatıştı. Kırkıncı gün, Mevlid-i Nebevî okundu, rûhuna Fâtihalar gönderildi ve delikanlı; babasının ölümünden kırk gün sonra açılması kayıt ve şartıyla verdiği vasiyetnâmeyi açtı. Merhum, bu vasiyetnâmesinde de şöyle diyordu:

“Benim güzel oğlum, evlâdım, yavrum! Hayatta bulunduğum sürece senin içki içtiğini görmedim, hattâ böyle çirkin bir hâlini de sezmedim. Ölümümden sonra, üzerinden baba baskısı kalkacaktır. Dilediğin gibi yaşayacak, gezip tozacaksın. Eğer yanılır da içki içmeye başlarsan, meyhaneye gece yarısına bir saat kala git… Daha sonra gönül eğlendirmeye karar verirsen, o türlü eğlence yerlerine de sabaha karşı uğra… Kumar oynamaya heveslenirsen; şehrin en büyük, en tanınmış kumarbazları ile oyna…”

Esasen şeytan ve nefs-i emmâre, artık büyük bir servete sahip olan genci bu yollara teşvik edip duruyordu. Babasının vasiyetindeki öğütleri öğrenince, kendi kendine;

«Bunlar; zararlı şeyler olsaydı, rahmetli babam bana böyle tavsiyelerde bulunmazdı…» diye düşünerek bir gece yarısına doğru bir meyhanenin yolunu tuttu. Kapıdan içeri girer girmez başı döndü ve midesi bulandı. Ortalığı ağır bir içki kokusu ve sigara dumanı kaplamıştı. Sarhoşlardan kimisi kusmuş, kimisi masanın altında sızmış, bir kısmı yayık yayık şarkı geveliyor, bir başkası ağza alınmaz sözlerle uluorta söyleniyor… Hâsılı öyle bir rezâlet, öyle iğrenç bir hâl ki; görmeden bilmeye ve anlamaya imkân ve ihtimal yok… Mezeler dökülüp saçılmış, o nefis yiyecekler birbirine karışmış, kedilerle insanlar aynı kaplardan yalanıyorlar, bir keşmekeş, bir derbederlik ki deme gitsin… Bu hâli gören genç adam; iğrendi, tiksindi, insanlığından utandı ve geldiği gibi sessizce oradan çıkarak kendisini dışarıya, temiz havaya attı.

Her günahın evveli tatlı ve nihayeti acı olduğu gibi; içkinin de başlangıcı tatlı gibi görünür ama sonu gerçekten acı ve iğrençtir. Denilebilir ki; içki sofrası, günahla geçirilen hayatın en canlı bir nümûnesidir. Zira, içki sofrasında başlangıçta her şey yerli yerinde, bütün yiyecekler göz alıcı ve iştiha açıcı gibi görünür. Fakat, sonunda hepsi birbirine karışır. Çirkin ve cidden çok iğrenç bir hâl alır. Üstelik; kafalar dumanlandıktan ve akıllar başlardan gittikten sonra, kavgalar ve küfürler başlar. Ekseriyâ düşmanlık ve hattâ yaralama veya katillikle sonuçlanır.

Allah -zü’l-celâl ve’l-kemâl- Hazretleri, Kur’ân-ı Azîm’inde;

“Ey îman edenler! Şarap, kumar, tapınmak için dikilmiş olan taşlar (putlar), fal ve şans okları şeytanın birer pis ve murdar işlerindendir; bunlardan uzak durun ki felâh bulasınız. Şeytan; içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allâh’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (el-Mâide, 90-91) buyurmaktadır.

Evet, ölümünden sonra genç ve tecrübesiz oğlunun başına gelecekleri sezen baba; sevgili evlâdını bu belâlardan kurtarabilmek için ona meyhaneye gece yarısına bir saat kala gitmesini vasiyet etmiş ve genç adam, babasının dediği gibi yaparak, içkinin insanı ne hâllere düşürdüğünü gözleriyle görerek iğrenmiş ve tiksinmiş ve o zamana kadar olduğu gibi, ondan sonra da ağzına içki koymamak azim ve kararıyla meyhaneden çıkmıştı.

Babası; eğlence yerlerine gitmek isterse sabaha karşı gitmesini vasiyet ediyordu. Genç adam, bunda da muhakkak bir hikmet olduğunu düşünerek, aynı gece sabaha karşı o neviden bir batakhaneye uğradı. Daha kapıya vardığı zaman içeriden bir inleme ve ağlama duydu. Bir kadın sesi, hem hıçkırıyor ve hem de kendisini bu hâllere düşürenlere acı acı bedduâ ediyordu.

Bir ev kadını, iyi bir anne, şerefli ve temiz bir isim taşıyan afîfe bir zevce olamadığına yanıp yakınıyor, bu zillet içinde yaşamaktansa ölmeyi tercih ettiğini söyleyerek inliyordu. O talihsiz kadıncağız, kim bilir nereden kopmuş gelmiş, hangi hâin ve zalimin iğfâline kapılmış ve sonunda bu mezbeleliğe düşürülmüştü. Evet, yüzünü göremiyor, yalnız sesini işitebiliyordu.

O bîçare, kim bilir hangi gül bahçesinden; menhus bir el tarafından koparılmış, bir kez koklanıldıktan sonra getirilmiş ve bu çöplüğe atılmıştı! Onu bu hâle düşürenlerde, Allah korkusu olsaydı, onu bu acıklı duruma düşürürler miydi?

Nefsinin ve şeytanın uşağı olan bir canavar, basit bir zevk uğrunda ona kıymış ve sonra da silkeleyip başından atıvermişti. Elbette o inleyen ve ağlayan kadıncağızın da; ak sakallı bir dedesi, kınalı saçlı bir ninesi, onu sevip okşamaya kıyamayan bir anası ve babası vardı. Onu, bu sevgi ve şefkat ocağından koparıp atmışlar ve getirip bu batakhanenin çamurları içine atmışlardı. Böylelikle o bîçarenin hem dünyasını, hem de âhiretini yıkmışlardı.

Zavallı kadın şöyle bağırıyordu:

“Lânet olsun sana! Beni bu sefâlet ve rezâlete düşürdün, etimi satıp para kazanıyorsun. Üstüne üstlük beni aç-sefil bırakıyorsun. Dilerim Allah’tan senin de evlâtların, bu sefâlet ve rezâlet bataklığına düşsünler.”

Kapıyı çaldı ve içeriye girdi. O zavallı kadıncağız, mümkün olabildiği kadar kendisine çekidüzen vererek ve gözyaşlarını silerek kendisine;

“Hoş geldiniz!” dedi. Genç adam, kapı önünde dinledikleri ve düşündükleriyle öylesine etkilenmişti ki; o talihsiz kadına şehvetle değil, tam tersine derin bir şefkatle bakıyor ve içinden ona acıyordu. Âdeta oraya geldiğine pişman olmuştu. Ânî bir kararla kalktı ve kendisini dışarıya attı. Böyle kötü bir işe niyetlendiğinden dolayı Allah Teâlâ’ya tövbe ve istiğfar ederek oradan uzaklaştı ve o felâketzede kadıncağızın da o bataklıktan kurtulması için niyazda bulundu.

Ey kardeş! Zina da çeşit çeşittir. Şehvetle bakmak göz zinası olduğu gibi, şehvetle ilgili kötü ve çirkin sözleri dinlemekle de kulak zinası, şehvetle tutmakla da el zinası fiili tekevvün eder. Bunun için elini, dilini, gözünü, kulağını ve bütün uzuvlarını kötülüklerden koru. Sana güzel gibi görünenlere şehvet ile bakma, kâinâta ibretle bak! Kalbinde Hak sevgisinden gayri ne varsa sür çıkar!..

Kadınlar açık saçık giyiniyorlarsa, senin gözlerinin kapakları yok değil ya; o açtıkça sen gözlerini kapayıver. Hem unutma ki, şehvetle baktığın veya bakmaya niyetlendiğin de birisinin eşi, kızı, annesi veya yakını değil mi? Senin yakınlarına şehvet nazarıyla bakılmasını nasıl hoş görmüyorsan, sen de başkalarına bakma!

Kendine yapılmasına râzı olmadığın, olamayacağın bir hareketi, sen de başkalarına yapma! Elin yetimine göz koymaya, kötü gözle bakmaya utanmayanlar, bir gün kendilerinin de ölüp gideceklerini ve kendi kızlarının ve evlâtlarının da yetim kalacağını unutmamalıdırlar.

Babasının vasiyetinin ilk iki maddesinden gerekli dersi alan ve irşad olan genç, üçüncü madde olan kumar meselesini de denemeye ve bundaki hikmeti de öğrenmeye karar verdi. Babacığı, kumara özenirse en büyük ve en meşhur kumarbazlarla oynamasını tavsiye etmişti.

Sordu, soruşturdu ve şehrin en ünlü kumarbazının kenar mahallelerden birisinin hamamının külhanında yatıp kalktığını tespit etti. Söylenilen yere gitti ve o ünlü kumarbazı, eski ve yırtık bir elbise ile külhanın bir kenarına sığınmış hâlde buldu. Ne yatacak yatağı, ne barınacak bir yuvası vardı. Saçı, sakalı birbirine karışmış, gözleri çukurlaşmış ve etrafı morarmış, eli-ayağı titriyor, perişan ve bitkin bir hâlde idi.

Şehrin en usta ve ünlü kumarbazı nasıl olmuştu da böyle yersiz, yurtsuz, yataksız, yorgansız, tâkatsiz, dermansız kalmıştı? Akıllı bir insanın, onun bu hâlini gördükten sonra, kumar oynayabilmesine imkân ve ihtimal var mıydı?

Delikanlı, merhum babasına defalarca rahmet dileyerek; oradan da uzaklaştı, hak yolu buldu ve bu yolda ölünceye kadar dâim oldu.

Ey kardeş!

İçki, fuhuş ve kumar, nice servetleri târumâr etmiş; nice aileyi felâket ve sefâlete sürüklemiştir. Onun için aklı başında olanlar; kumardan, içkiden ve her türlü kötülüklerden son derece sakınmalı ve kaçınmalıdırlar.

Kaldı ki, Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâm’ın yasakladığı her şeyde; insanlar için zararlar vardır. Allah Teâlâ’nın emirlerine itâat edenler, iki cihanda aziz olurlar. Allâh u Azîmüşşân’ın emirlerini dinlemeyenler ise, iki cihanda zelil ve rezil olurlar.

Kendileri içki içmedikleri ve kumar oynamadıkları gibi, evlâtlarının da bu iki çirkin ve korkunç alışkanlıktan kaçınmalarını sağlayanlar, daima aziz olmuşlardır. Buna mukabil içki içen ve kumar oynayanların hem kendileri sefil ve perişan olmuşlar, hem de çoluk çocukları babalarının seyyiesine kurban gitmişlerdir.

Rabbimiz Teâlâ, kumar ve benzeri alışkanlıkları bulunan din kardeşlerimizi, yakın zamanda nedâmete ve tövbeye muvaffak kılarak, affına ve mağfiretine müstahak kullarından eylesin.

Ey kardeş!

Hangi günahın bizi cehenneme, hangi sevabın bizi cennete götüreceğini bilemeyiz. Öyle ise; günahın her çeşidinden kaçmak ve sevabın her çeşidine koşmak, bizim en büyük gaye ve hedefimiz olmalıdır.

«Ve mâ tevfîkî illâ billâh: Muvaffakiyetimiz ancak Allah’tan.» olacaktır.