NE BÜYÜK HAZİNE…
Hüdâyî ÜSKÜDARLI
Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…
Bu sabah Orhan, akşam Eyüp Sultan Hazretleri’nde yaşadığı feyiz sağanağı içinde ettiği duâlara «âmîn» yankılarıyla yoğrulmuş bir gönül coşkunluğu ile uyandı. Sanki kalbine bambaşka bir hikmet ve hakikat kuşu konmuştu. Yüreği, o kuşu kaçırmamak derdindeydi. Onun, dâimâ gönül bahçesinde hidâyet ve hakikat terennümleriyle şakıması için rikkatli bir hâl içindeydi. O hikmet ve hakikat kuşunu, kalbinin dâimî bülbülü yapmak istiyordu.
Bunun için;
Şuur ve idrak yolculuğunda attığı adımları, kesintisiz olarak devam ettirmeye azmetti. Keşfettiği ölümsüz dünyaların iklimine iyice dâhil ve lâyık olmak arzusundaydı. Ecdâdın o muhteşem hazineleri içerisinde gaflete düşmüş bir dilenci gibi değil, dâimâ uyanık bir gönül ile şerefli ve şuurlu bir mîrasçı vasfında bir gayret sahibi olabilmek iştiyakındaydı.
Bu iştiyak ile;
Kuşluk vakti olunca, gönlü, İstanbul’un tarihî ve mânevî iklimlerine doğru tekrar kanatlandı.
Üsküdar Doğancılar Caddesi üzerindeki yol ayrımından Üsküdar iskelesine doğru yürürken kaldırım kenarında bir metre yüksekliğinde ve otuz santim çapında tarihî bir taş dikkatini çekti. Daha önce hiç görmemişti. Acaba yol kenarında böyle uzunlamasına yuvarlak bir taşın nasıl bir mânâ ve sebebi vardı? Şaşkın bir şekilde taşa yaklaştı. Garip bakışlarla incelemeye koyuldu. Hiçbir şey anlamamıştı. Sadece üzeri oyuk, yuvarlak ve uzun bir taştı.
“Allah Allah, bu neye yarar ki?” diye kendi kendine mırıldandı.
Taşın hemen yan tarafında kaldırıma çökmüş nefeslenen bir ihtiyar, Orhan’ın hâlini çözmüştü. Orhan’ın meraklı ve garip vaziyeti karşısında seslendi:
“–Hayrola evlâdım? Niçin o mübârek taşa öyle garip garip bakıyorsun?”
Orhan, meraklı bakışlarını kendisine seslenen ihtiyara çevirdi. Nur yüzlü, mütebessim çehreli, derin ve sıcak bakışlı, heybetli bir şahıstı. Oturaklı bir görünüşe sahipti. Orhan, aradığını bulmuş gibi hemen sordu:
“–Suâlinizden bu taşın ne işe yaradığını bildiğiniz anlaşılıyor. Söyler misiniz bu taş nedir?”
İhtiyar, Orhan’ın yanına yaklaştı. Sorulan taşa yaslanarak konuşmaya başladı:
“–Evlâdım, bundan İstanbul’un her köşesinde vardı. Adına «sadaka taşı» denirdi.”
Orhan mahcubiyetle tekrar sordu:
“–Amcacığım, sadaka taşı ne demek?”
Tatlı ihtiyar gülümsedi:
“–Evlâdım, ben yaşlı bir adamım. Böyle ayaküstü çok fazla konuşamam. Eğer müsaitsen gel Gülnûş Vâlide Sultan Camii’ne doğru gidiyorum. Orada uygun bir yere oturur, hasbıhâl ederiz. Olur mu?”
“–Elbette amcacığım, ne demek!”
Birazdan oradaydılar. Kocaman yeşil ağaçların altında tahta bir sıraya oturdular. İhtiyar amcanın gözlerinin içi gülüyordu, anlatmaya başladı:
“–Evlâdım; ecdâdımız Osmanlı, tarih sayfaları arasında eşine az rastlanır bir millettir. Onun gerçekleştirdiği inceliklerle dolu medeniyeti, zamanımızın en gelişmiş ülkeleri hâlâ hayal bile edecek durumda değiller. Şu sadaka taşları bile onların nasıl bir incelik, zarâfet ve eşsiz hasletlere sahip olduğunun en açık delilidir.
Şimdi gelelim sadaka taşlarının ne olduğuna…
Evlâdım; İslâm’da en mühim mesele, güzel edep ve ahlâk üzere davranmak. Her işte, her ibâdette ve davranışta bu böyle. Şüphesiz ki sadaka verirken de ilâhî rızâya uygunluk en birinci şart. Yani;
« Sadakaları Allah alır!» âyeti çerçevesinde bir şuurla hareket etmek zarûrî. Yani verileni fakire değil doğrudan Allâh’a verebilmek en mühim düstur. Ecdad, işte bunu gerçekleştirmek için sayısız vakıflar kurmuş, bir de az evvel gördüğümüz sadaka taşlarını îcat etmiş.
Bu sayede;
Allah için herhangi bir bağış yapmak isteyen kimse gelir bu taşın üzerine parasını koyardı. Kimseyi görmezdi. Sonra ihtiyacı olanlar da gelir sadece ihtiyaçları kadarını alırlardı. Kimse vereni de alanı da görmezdi, bilmezdi. Böylece verenler Allâh’a vermiş olur, alanlar da Allah’tan almış olurlardı. Zaten işin özü ve hakikati de bu değil mi? Gerçekte alan da veren de O değil mi? Hiç şüphesiz ki O. İşte ecdad sadaka taşları vesilesiyle bu hakikati ön plânda tutarak gerçekleştirmeye muvaffak olmuş.
Toplum da buna göre müstesnâ özelliklerle yetiştiği için herhangi bir istismar hâdisesi yaşanmadığı gibi bu usûl büyük bir yaygınlık göstermiştir.”
“–Ne kadar câlib-i dikkat bir gerçek!”
“–Aynen öyle evlâdım. Ecdâdımız Osmanlı ile alâkalı hangi mevzuya el atsak karşımıza bu şekilde sayısız güzel ahlâk, incelik ve mükemmellik örnekleri çıkıyor. Meselâ kafanı kaldır da şu caminin duvarlarına bir bak. Bak bakalım ne görüyorsun?”
Orhan, imtihana girmiş acemî bir talebe telâşıyla gözlerini cami duvarlarına dikti. Bütün dikkatiyle inceledi. Az sonra fark etti:
“–Amcacığım, sanat hârikası olarak muhteşem. Ancak suâlinizin kasdı buysa daha muhteşem bir incelik gördüm.”
“–Ne gördün evlâdım?”
“–Duvardaki kuş yuvalarını…”
“–Tebrik ederim. Fark edeceğini tahmin etmiştim.”
“–Fakat amcacığım, siz dikkatimi çekmeseydiniz, belki de sadaka taşları misâli bunları da hiç görmeyecektim. Hâlbuki o kadar geçtim buradan.”
“–Mühim değil evlâdım, şimdi gördün ya! Peki ecdâdımız bunu niçin cami duvarında yapmış?”
“–Niçin amcacığım?”
“–Şunun için. Bir defa camiler mukaddes mekânlar. Kimsenin ilişmediği güvenilir yerler. O yüzden kuş yuvalarının böyle emin yerlerde olması, onların emniyeti açısından oldukça isabetli. Diğer taraftan camiler ibâdet mahalli. Yani Allâh’ın mahlûkatına şefkat dairesinde yer alan kuşcağızlara bakmak, bir ibâdet vecdi içinde telâkkî edilmiş. Son asırda, o da tam dengeli olmayan ölçülerle ortaya çıkmış olan hayvan hakları meselesi düşün ki ecdâdımız tarafından ne kadar ince, mahir ve yüce düsturlarla ele alınmış, uygulanmış. Merhamet ve şefkat, Hâlık’ın nazarıyla bütün mahlûkatı kuşatmış.”
“–Amcacığım, meğer ne büyük hazinelere sahip bir milletmişiz.”
İhtiyar amca, derin bir nefes aldı, sonra derin de bir iç çekti:
“–Öyle evlâdım, öyle. Fakat bilen için, anlayan için, hasretini çeken için.”
“–İnşâallah biz de bilen ve anlayanlardan oluruz!”
“–İnşâallah evlâdım, inşâallah. Söz açılmışken bu hususta sana bir hâtıramı anlatayım vaktin varsa…”
“–Buyur amcacığım, vaktim oldukça müsait.”
“–Geçenlerde Sultantepe’de Abdülhamid Han’ın torunlarından biriyle beraberdik. Derin derin İstanbul’u seyretti. Duygulandı. Doluktu. Kendisine dedim ki:
«–Şehzadem, bizler sizin dedelerinizin nimetleriyle perverdeyiz. Topkapı’dan bütün İstanbul’a ve üç kıtaya yayılan nimetlerle. Hangi çeşmeden su içsek ya bir sultanın ya bir vâlidenin çeşmesi. Hangi camide namaz kılsak kezâ. Büyük hastahâneler de kezâ. Gurebâ, Cerrahpaşa, Haydarpaşa hep ecdâdınızın eserleri. Kışlalar da onların eserleri. Terkos gölünden su getirilmesi de kezâ. Daha nice nimetler. Hep sizin ceddinizin bu nesle bıraktığı hazineler…»
Zaten gözleri nemliydi, ağlamaya başladı ve bütün hissiyâtını şu cümlede özetledi:
«–Beni kayd-ı hayat şartıyla buraya/Sultantepe’ye hapsetseler de, buradan her gün İstanbul’u seyretsem.. Dünyada başka bir şey istemem…»
İşte evlâdım, bu hissiyâtı ve idrâki iyi anlamak lâzım.”
İhtiyar amca bir müddet sükût etti. Gözleri dolu dolu olmuştu. İki, üç dakika sonra saatine baktı:
“–Öğle iyice yaklaşmış evlâdım. Söze dalınca vaktin nasıl geçtiği belli olmuyor. Ancak bana müsaade edersen öğle namazını Hüdâyî Hazretleri’nde kılacağım. Çünkü namazdan sonra Yûnus Dede’nin sohbeti var, ona katılmak istiyorum.”
Orhan heyecanlandı:
“–Yûnus Dede’yi tanıyor musunuz?”
“–Elbette. Sohbetlerini hiç kaçırmam. Bu anlattıklarım da hep onun sohbetlerinden istifâde sayesinde. Arzu eder misin beraber gidelim.”
Orhan daha bir heyecanlandı:
“–Çok, ama çok memnun olurum. Bir, iki kez o güzel sohbetlerine ben de katıldım. Doyamadım. Doktor Selim Amca götürdü. Kalbimin inşirâhında ikisinin de çok büyük payı var.”
“–Doktor Selim Bey’i de tanırım. Onlar ve emsâli mübârek insanlar, gönüllerini bütün mahlûkata dergâh hâline getirmiştir. Haydi o hâlde bismillâh…”
Huzur içinde Hüdâyî Hazretleri’ne geldiler. Önce türbede Fâtihalar okudular. Sonra camiye geçtiler.
Namazın ardından Yûnus Dede’nin sohbeti başladı. Sanki Orhan’la ihtiyar amcanın konuştuklarını biliyormuşçasına aynı mevzu üzerinde uzun uzun durdu ve sözlerini şu cümlelerle noktaladı:
“Ecdâdımızın, iffet ve utancından dolayı kimseden bir şey isteyemeyecek olanların gönüllerini rencide etmemek ve onları istemek zorunda bırakmamak için eski İstanbul’un bazı semtlerine koydukları sadaka taşları pek meşhurdur.
Bu sadaka taşları, bir zamanlar ne büyük bir hizmete ve hayır yarışına şâhit idiler. Hâli vakti yerinde olanlar; «sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde» infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı.
Daha sonra semtin fazîletli ve iffetli fakirleri de ihtiyaçları kadar parayı oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Bilhassa ihtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler, gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir, ihtiyaçları kadar alırlardı. On yedinci asır İstanbul’unu anlatan bir Fransız seyyah, üzerinde para bulunan bir taşı, tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.
İşte olgunluk ile İslâmî bütün bu hakikatleri en güzel şekilde idrâk eden ecdâdımızın, infak husûsunda sergiledikleri üstün gayret ve faâliyetler, tarihe muazzam bir «vakıf medeniyeti» armağan etmiştir. Onlar âdetâ bir hayır yarışı içerisine girmişler ve bu yarışta her çeşit varlığa ve her türlü ihtiyaca cevap verecek mâhiyette müesseseler, vakıflar kurmuşlardır. Düsturları dâimâ şu hadîs-i şerif olmuştur:
«Hiç bir kul, kıyâmet gününde; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından ve vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.» (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
Bu hadîs-i şerifte beyân edilen mes’ûliyeti en güzel îfâ ve icrâ husûsunda vakıf medeniyetimiz ve bilhassa sadaka taşları, çok mânidar ve yerinde hizmetler olmuştur.
Şanlı ecdâdın, böyle bir hizmeti niçin yaptığı mâlûm… Ne kadar müreffehlik olsa bile her toplumda ve her devirde mutlaka düşkünler ve muhtaçlar her zaman mevcut olacaktır. Dolayısıyla âyet-i kerîmede buyurulan:
«Zenginin malında fakirin hakkı vardır.»* düstûrunu gönlümüzün şiârı edinmeli ve «sadaka taşlarından vakıflara» uzanan hayır yarışını devam ettirmeliyiz ki, iffetli muhtaçların haysiyetlerini koruyalım. Dünkü kâh vermek kâh almak için sadaka taşına uzanan ellerdeki samimiyeti ve ihlâsı muhafaza etmeliyiz… Gönlümüz bir sadaka taşı hâline gelmelidir. Muhtaç, bizlere bir ana kucağı sıcaklığı hissederek yaklaşabilmelidir. Bizler de lutfen ve keremen «Rezzâk» olan Rabbimizin bir kulu olarak şükür secdesinde bulunmalıyız. Dünyevî ve uhrevî ölçümüz:
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 8) beyânı ile,
«De ki: Rabbim, kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona tekrar rızkı kısar. Siz Allah için ne infâk ederseniz, Allah onun yerine başkasını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.» (Sebe, 39) âyet-i kerîmesidir.
İnfakta gizlilik esas olmakla birlikte, kalbin riyâdan korunması kaydıyla alenî olarak verilmesi de teşvik edilmiştir. Ayrıca infakta zaman kaydı da yoktur. Bir mü’min; gece ve gündüz, her fırsatta infâk etmelidir. Nitekim bu hakikat, âyet-i kerîmede şöyle ifade edilmektedir:
«Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infak edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükâfatları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar hiçbir zaman mahzun da olmazlar.» (el-Bakara, 274)
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, sahip olduğu kırk bin dinarın on binini gece, on binini gündüz, on binini gizli, on binini de açıktan olmak üzere tamamen tasadduk etmişti. Bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebeplerinden birinin bu olduğu rivâyet edilmektedir. (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, III, 44)
Diğer taraftan, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da dört dirhem gümüşten başka hiçbir şeye mâlik değil iken bunun birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de açıktan olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«−Niçin böyle yaptın?» diye sorduğunda:
«−Rabbimin va‘dettiği şeyi hak etmek için.» demiş, bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«−Umduğuna nâil oldun.» buyurarak onu müjdelemişti. (Vâhidî, Esbâbu Nüzûli’l-Kur’ân, 95)
Velhâsıl bütün mesele, Allâh’ın istediği gibi güzel bir kul olabilmek. Bu kulluk da, nelerden geçiyorsa, onları noksansız bir şekilde yerine getirebilmek. İnfaktan geçtiği yerde en güzel şekilde infak sahibi olabilmek. Fakir bile olunsa mutlaka verebilmek. Yarım hurma varsa yarım hurma, yoksa en azından güzel bir tebessüm ikram edebilmek.
İşte böyle bir yaşayış, Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği bir yaşayış…
Rabbim hepimize lutfeylesin.
Âmîn…”
Sohbet çıkışında Doktor Selim Bey’le rastlaştılar. Üç gönül, yaşadıkları feyzin rûhâniyeti içerisinde mütelezzizdi. Doktor Selim merakla sordu:
“–Orhan, Hasan amcamızla bu ahbaplık nerden? Bizim pabucumuz dama mı atıldı yoksa?”
Cevabı Hasan amca verdi:
“–Yok Doktor’um olur mu öyle şey! Rabbim tevâfuk ettirdi, sadaka taşının başında buluştuk. Senin kulağını da çınlattık biraz.”
Gülüştüler.
Sonra Doktor Selim, tekrar Orhan’a döndü:
“–Orhan evlâdım, hakikaten güzel bir tevâfuk oldu. Senden Yûnus Dede’ye bahsetmiştim. Bugün müsaitmiş, seni onunla tanıştırmak istiyorum.”
Orhan, ne diyeceğini bilemedi.
Kalbini Allâh’a açarak şükretti:
“Yâ Rabbî ben Sen’in kusurlu ve günahı çok bir kulunum. Bu kadar lutfunu ve ikramını coşturacak herhangi bir sâlih amelim de yok. Fakat Sen bol bol ikramlarda bulunuyorsun. Şükründen âcizim. Aczim sebebiyle şükür noksanlığımı affet Allâh’ım!
Meğer Sen’in rahmet hazinelerin ne kadar büyükmüş, nice sonsuzmuş ey Rabbim!”
________________
* Bkz. Zâriyât, 19; Meâric, 24-25.