YETİMLERİN BAYRAMI NASIL?

İrfan ÖZTÜRK

Bayramlar; herkesin sevindiği, yüzlerin güldüğü, neşe dolu, sürur dolu günlerdir. Fakat o günlerin tadını en fazla çocuklar çıkarır. Kendileri için alınan bayramlıklarını giyer, büyüklerinin ellerini öperek topladıkları bayram harçlıklarıyla istediklerini alır, bayram şekerleri ve oyunlarıyla bayramın en mutluları onlar olur.

Fakat ya yetimler?

Onların bayramı nasıl geçer?

İsterseniz asr-ı saâdetten bir bayram ve bir yetim manzarasıyla başlayalım:

Enes bin Mâlik anlatıyor:

Bir bayram günü idi. Biz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile camiden çıkmış evlerimize dönüyorduk. Yolda çocuklar, bayramın neşesi içinde oynuyorlar, kuşlar gibi cıvıldaşıyorlardı. Allah Rasûlü -aleyhisselâm- çocukları çok severdi, onların bu neşelerini bir zaman seyretti. Karşıda bir yavru, mahzun bir vaziyette durmuş, oynayan çocukları seyrediyor, fakat yüzünde hiçbir neşe ve sevinç eseri görülmüyordu. Efendimiz bu yavruya doğru gitti. Ona selâm verdi. Neden diğer çocuklar gibi oynamadığını sordu. O yavrucak şu yanık cevabı verdi:

“–Efendim, bugün bayram onların, neşeli günler onların. Elbette ki bayram onlara. Zira onların ana ve babaları var. Benim ise kimsem yok. Babam bir muharebede şehid olmuş. Annem bir adamla evlendi, üvey babam bana bakmıyor, beni sokağa bıraktılar. Benim de babam olsaydı, şimdi ben de bayram yapardım. Bayram benim neyime? Garibin bayramı ekmek bulduğunda, sırtına elbise, ayağına ayakkabı giydiğinde olur. Benim ise babam yok, karnım aç, ayağım çıplak, sırtım açık… nasıl oynayabilirim?”

Bu sözler üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendini tutamadı ve gözyaşları mübârek sakalının üzerine dökülüverdi.

Nasıl dökülmesin? Yetimin âh u zârından Arş-ı âlâ titrer de, on sekiz bin âleme rahmet olarak gönderilen O Rahmet Peygamberi, bu hâle ağlamaz mıydı? Hazret-i Peygamber o yavrunun saçlarını okşayarak;

“–İster misin bundan sonra senin baban Rasûlullah, annen Âişe, ablan Fâtıma, enişten Haydar-ı kerrâr, kardeşlerin cennetin delikanlıları olan Hasan ve Hüseyin olsun.” deyince, çocuk Efendimiz’e hitâben;

“–Sen, Allâh’ın Rasûlü Muhammed -aleyhisselâm- mısın?” deyip Efendimiz’in ellerine sarıldı. Efendimiz bu yavruyu elinden tutup hâne-i saâdete götürdü.

İşte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetimleri sevindirme, onların bayramına neşe ve sürur katma heyecanı…

İşte, ümmet-i Muhammed’den olan her ferde düşen, Peygamberine tâbî olarak, O’nun yaptığını yapmaktır.

Yetimleri sevindirmek, onların bakım ve eğitim ihtiyaçlarını karşılamak, onların mânevî açlığını da giderecek sevgi ve alâkayı göstermek; hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere, kişiyi cennette Allah Rasûlü’ne -iki parmağın yakınlığı gibi- yaklaştırır.

Yetimleri itip kakmak Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i küfrün şenâatleri arasında sayılmıştır. Böyle iken hakikî İslâm medeniyetinin bağrında yaşayan bazı gayrimüslimler, İslâm ahlâkının sindiği cemiyet hayatı içinde, güzel tablolar sergilemiş, hattâ bazen inandığı dinden gafil müslümanları utandırmışlardır.

Geçtiğimiz devirlerde yaşandığı rivayet edilen şu kıssa buna ibretli bir misaldir:

Bir kurban bayramı arefesi, bir müslüman, oğluna elbise almak üzere, çocuk elbiseleri satan bir Ermeni’nin dükkânına girer. Dokuz yaşında bir erkek çocuğu için elbise aradığını söyler. Dükkâncı bir takım elbise çıkarır. Müşteri ile dükkân sahibi; dar mı gelir, geniş mi gelir… diye çocuğun boyu, bedeni üzerinde konuşurlarken, dükkânın önünden fakir bir çocuk geçer. Elbise almak isteyen adam;

“–Hah! İşte benim çocuğum bu çocuk kadardır. Bu elbise, çocuğa uyarsa, benim çocuğuma da uyar.” deyip o çocuğu dükkâna çağırır.

Bir açıklama yapmadan, çocuğa elbiseyi giydirirler. Bîçâre yavru, elbiseyi kendisine verdikleri zehâbına varıp, sevine sevine elbiseyi giyer. Elbise de tastamam çocuğa ısmarlama dikilmiş gibi oturur.

Sonra;

“Çıkar oğlum!” deyip elbiseyi çıkarmasını isterler. Çocuk şaşkın elbiseyi çıkarır.

“Haydi git oğlum!” deyip de kendisini savdıklarını görünce, gözleri dolar, mahzun mahzun kapıya yönelir. Müslüman donuk donuk bakarken Ermeni dükkân sahibi işin farkına varmıştır;

“–Efendi, size başka bir elbise vereceğim. Bu elbiseyi maalesef size veremeyeceğim. Başka bir elbise seçiniz.” der, bir yandan da dükkândan çıkmak üzere olan, boynu bükük çocuğa seslenir:

“–Oğlum, elbiseni almadan nereye gidiyorsun?”

İkinci kez fakat bu sefer sevindirici bir şaşkınlık yaşayan çocuk, gözleri pırıl pırıl döner. Dükkân sahibi;

“Evlâdım, azıcık dur. Sana ayakkabı, gömlek de alacağım.” der.

Bizim gafil müslüman hâlâ aymamış;

“–Benim seçtiğim elbiseyi ne için başkasına verdin?” diye öfke ile söylene söylene giderken, Ermeni arkasından şöyle seslenir:

“–Senden para alacaktım. Bu işten ise Allâh’ın rızâsını aldım.”

Çocuğu giydirip, kuşatıp evine yolcu eder. Meğerse çocuk, yetim imiş.

O sene, devrin şeyhülislâmı hacca gitmiştir. Arafat’ta iken bir rüya görür. Rüyasında iki melek konuşmakta, biri diğerine;

“Bu sene yapılan haccı; Allah, İstanbul-Kapalıçarşı’da elbiseci Agop Ağa’nın yaptığı hayır hürmetine kabul buyurdu.” demektedir.

Şeyhülislâm, uykudan uyanıp tefekküre dalar ve rüyayı gördüğü günü, duyduğu ismi kaydeder. İstanbul’a döndüğünde daha evine uğramadan doğru Kapalıçarşı’ya gider, elbiseci Agop Efendi’yi bulur. Kendisinden arefe günü hayır yapıp yapmadığını sorar ve hâdiseyi duyunca kendisine gördüğü rüyayı müjdeler. Agop Efendi de;

“Bu hâdiseyi benden başka kimse bilmiyordu.” der ve ardından kalbine doğan îman nûru ile küfür perdesini yırtar ve İslâm’la müşerref olur. Kelime-i tayyibeyi getirip Allâh’a makbul bir kul olur.

Ehl-i küfrün, yetime yaptığı iyilik; îmânına vesile olursa; bir müslümanın yetime iyilik etmesinden hâsıl olacak sevabı, okuyucularımın iz’an ve irfanına havale edelim!

Yine bir dul kadın, bir arefe günü bir hacı efendinin dükkânına gider. Yanında bulunan masumu gösterip;

“–Efendi hazretleri, ben fakir bir kimsenin hanımı idim. Ecel geldi, efendimi aldı. Bu yavrumla ben, kimsesiz kaldık. Ne üstümüzde elbise, ne ayağımızda ayakkabı, ne de karnımızda bir lokma var. Bizlere merhamet elinizi uzatın. Allah rızâsına nâil olursunuz. Allah, sizin ailenizi ve çocuklarınızı bizim gibi yapmasın!” der. Bu yanık sözler karşısında duygulanmak bir tarafa hacı efendi avazı çıktığı kadar;

“–Bıktım sizlerden, sabahtan beri kaçıncı oldu.” deyip bu iki garibi kapısından kovar. Bu bedbaht ana ve yetim yavrusu gözyaşlarını tutamayıp oradan mahzun bir vaziyette dönerken, hacının komşusu olan bir Yahudi, kadını yanına çağırıp; hacıdan ne istediklerini ve neden kovulduklarını sorar. Kadın yahudiye cevaben;

“–O, benim büyüğümdür, kovar da, döver de… Sana ne oldu çıfıt! Neden soruyorsun, o müslüman ben müslüman. Bir müslümanın yaptığını, din düşmanım olan sana mı şikâyet edeyim.” dese de; yahudi bu sözlere hiç aldırmaz.

“–Anladım, hacıdan yardım istedin galiba. Gel, ben senin ihtiyacını göreyim.” der; bîçâre kadın da inat etmez. Yahudi tâcir kadıncağızı ve yetimini giydirir, kuşatır ve;

«Hanım, biz de insanız.» demeyi de ihmal etmez.

Din kardeşinin dükkânından kovulan, bir yahudinin ise insafını gören kadın çok duygulanır ve yahudiye hitâben;

“–Allah, sana îman nasip etsin. Bizleri giydirdiğin gibi Allah sana cennette köşk verip, cennet elbiseleri giydirsin, cennet nimetlerine müstağrak etsin!” diye içli içli duâ eder. Küçük yetimine dönüp;

“Oğlum «âmîn de!»” diyerek küçük ve günahsız ağzı ile onu da duâsına ortak eder.

Dükkânından dul ve yetimi kovan hacı olacak o adam, o gece rüyasında kıyâmeti kopmuş, kendisini cennete varmış görür. Cennette lisanların tarif edemeyeceği kadar güzel bir saray. Kapıları som altından, merdivenleri gümüşten, yâkuttan, zümrütten bir konak görür. Hem de üzerinde kendi ismi yazılı! Hemen içeriye girmek ister fakat melekler hacıyı içeriye sokmazlar ve derler ki:
“Düne kadar bu muazzam konak senindi, şimdi ise komşun bulunan Avram’ındır. Haydi çek git buradan!”

Hacı, kan ter içinde uyanır;

“Eyvah ben ne yaptım?” diyerek saçını başını yolar. Hemen ertesi günü bayram olmasına bakmayıp dükkân komşusu Avram’ı bulur;

“–Dün o kadına ve yetime verdiğin para, sarf ettiğin ne ise sana vereyim.” der;

Avram;

“–Hepsi bir altına mâl oldu.” der.

Uyanık hacı çıkarıp bir altın uzatır.

Avram;

“–Olmaz!” der.

Hacı iki altın, üç, on üç, yüz dediyse de Avram;

“–Olmaz, hacı efendi!” der.

Hacı gözünün önüne cennet sarayı geldikçe şevklenir;

“–Bin altın vereyim.” der, fakat Avram’ın cevabı yine olumsuzdur. Canı sıkılır;

“–Yahu neden olmaz! Bak bin altın vereceğim.” diye bağırır.

Avram’ın cevabı hiç beklemediği şekildedir:

“–Bak hacı efendi! On bin, yüz bin altın da versen, o köşkü ben sana satmam, satamam. O köşk bir milyon altınla bile alınamaz.”

Hacı efendinin ağzı açık kalır:

“–O rüyayı sen de mi gördün?!.”

Avram;

“–Evet ya… Senin gördüğün rüyayı ben de gördüm. O köşk senindi fakat bana verdiler. Ben de onu gördüm ve elhamdülillâh müslüman oldum. İşte şahâdet ediyorum.” diyerek kelime-i şahâdet getirir. Sonra ona hitâben;

“–Hacı efendi, bundan böyle kapına geleni boş döndürme de kendine başka saraylar al. Allâh’ın cennetinde saray bir tane değil.” deyip yürüyüverir.

Adam hacı mı olur gitmek ile Mekke’ye?..
Eşek derviş mi olur, taş çekmekle tekkeye?..

Bir kimse üç-beş bin lira ile harcamakla hacı olur. Tahsil eder, okur hoca olur, paşa olur, ama adam olmak güçtür. Mürüvveti olmayanın kulluğu tam olmaz. Müslüman merhametli, şefkatli olmadıkça, kendisi için istediğini mü’min kardeşi için istemediği müddetçe hakikî bir mü’min olamaz.

Bu bayramda bilhassa, dul ve yetimleri gözetip kollamaya dikkat edelim. Gönlü kırıkları da bayram ettirelim. O zaman inşâallah, öbür cihanda da bayram ederiz.

Şeytan ve nefis bizden,
Daima baîd olsun.
Yine erdik bayrama,
Iydiniz saîd olsun.

(Gülzâr-ı İrfan)