GÜZEL İNSANIN GÜZELLİĞİ

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

O güzel bir insandı, hem de çok güzeldi; her bakımdan çok güzel…

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh…-

Takriben 576-577 yılında Tâif’te doğmuş olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Hicaz bölgesinin en büyük kabîlesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu. O bölgede Hâşimoğulları ile Ümeyyeoğulları, Kureyş kabîlesinin en büyük ve en güçlü aileleri olarak herkes tarafından biliniyor ve sayılıyordu.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; Ümeyyeoğulları kabîlesine mensup olup, kabîlenin en zenginlerinden biri olan Affan bin Ebû’l-Âs’ın oğluydu. Annesi ise Ervâ bint-i Kureyz olup, o da Hazret-i Peygamber’in halalarından Ümm-i Hakîm Beyzâ’nın kızıydı. Bu yönüyle de Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’in halasının torunu oluyordu.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; Mekke’nin en zengin ailelerinden birine mensup olarak doğmuş, bolluk ve refah içinde yetişmişti. İpek elbiseler giyer, en güzel yemekleri yerdi. Her şeye sahipti, hiçbir eksiği yoktu.

Hazret-i Osman’ın babası, Mekke’nin ileri gelen tüccarlarından biriydi. Birçok yere ticarî amaçlarla gidip geldiği gibi, çok uzak yerlere de seferleri olurdu. Bu seferlerin birçoğuna babasıyla beraber katılan Hazret-i Osman, çok değişik çevrelerle karşılaşmış ve oldukça geniş bir kültüre sahip olmuştu. Arabistan Yarımadası ile sınırlı kalmayan bu seferler sebebiyle, karşılaştığı toplumların dilleri, dinleri, sosyal yaşayışları ve daha birçok yönleri ile oldukça farklı ve çeşitli kültür birikimleri elde etmişti.

Affan; ticaretle uğraşan zengin bir kimse olup, uzak diyarlara kadar ticaret için giderdi. İşte bu ticarî seyahatlerden biri esnasında Şam’da iken bir anda hastalanıp öldü. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, babasını mecburen Şam toprağına defnedip, o büyük servet ile geri döndü.

Babası vefat edince bütün işler ona kaldı. O da zaten tecrübe sahibi olduğu için, babasından kalan işleri büyüttü ve servetine servet kattı. Gün geçtikçe daha çok kazandı ve elindeki imkânlarla daima halkına yardım ve iyiliklerde bulundu. Dolayısıyla halkı onu sever, kendisine saygı gösterirlerdi. Mensup olduğu Ümeyyeoğulları ailesinin efendisi olduğu gibi, Kureyş halkının da ileri gelen seçkin bir şahsiyetiydi.

Tüccar kişiliği ile tanınmakla beraber, onun en öne çıkan vasfı edep ve hayâ duygusu idi. Öylesine ince, öylesine kibar ve öylesine edep ve hayâ içinde olurdu ki; herkes onunla konuşmaya can atar, onu büyük bir hayranlıkla dinlerdi.

Bir yandan Mekke’deki yerleşik ticarî hayatı, bir yandan uzun seferlere çıkması, diğer yandan toptan ve perakende satış yapması sebebiyle çok yakın dost ve arkadaşları olmuştu. Bunların başında en çok güvendiği ve her şeyine itimat ettiği en yakın arkadaşı Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- geliyordu.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, her tarafta itibar sahibi olup göz ve gönül dolduran bir kişiydi. Son derece yakışıklı, uzun boylu, hafif esmer, saçları ve sakalı oldukça gür, ince ruhlu, son derece vakarlı, muhatabı tarafından sevilip sayılan, çok cömert, tartışmayı sevmeyen, çok uyumlu ve çok da anlayışlı bir kişiliğe sahipti. Söz verdiği zaman mutlaka sözüne uyardı. Bu huyu başta olmak üzere, her şeyi ile örnek güzel huyu sebebiyle her yerde büyük bir itibar ve mevkî kazanmıştı.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; İslâm güneşinin doğuşu ile beraber İslâm’a can atmış, öyle bir aşka düşmüştü ki, aşkını yaşama ve yayma çabasına girmişti. Daha ilk günlerde, İslâm ile şereflenenlerin sayısı bir elin parmaklarına bile ulaşmamışken; o, aşkı için yollara düşmüştü. Candan sevip sarıldığı dînine, candan sevdiği dostlarını davete koyuldu.
Bu çok sevdiği dostlarından biri olan Hazret-i Osman ile karşılaşır karşılaşmaz, hemen söze başladı…

–Ey Osman! Senin gibi zeki bir insanın, Hakk’ı bâtıldan ayırt edebilecek düşünceye sahip bir kişinin, şu hiç düşünmeyen, duymayan, görmeyen ve konuşamayan taştan putlara tapması son derece üzücü bir olaydır. Bu putlar birer taş yığınından ibaret olup, asla hiç kimseye faydası ve zararı dokunmayan nesnelerdir!

–Doğru söylüyorsun ey Ebûbekir, gerçekten onlar hiçbir şeye yaramazlar! Ben de bu mantıksızlığın farkındayım. Fakat çare bulamamıştım.

–Öyleyse beni iyi dinle! Kâinatı ve içindeki bütün canlı ve cansız her ne varsa bütün varlıkları yaratan Allah -celle celâlühû- birdir değil mi?

–Elbette.

–İşte O bir olan Allah, Abdullah bin Muhammed’i peygamberlikle görevlendirmiştir!

–Peygamberlik mi dedin?

–Evet öyle dedim. Muhammedü’l-Emîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, güvendiklerinden başlamak üzere insanları İslâm’a davet etmektedir. Ben; kendisinin peygamber olduğuna inandım, îmân ettim. Gel; seni de huzuruna götüreyim, sen de îmân et! Herkes gibi sen de O’nu çok iyi tanıyorsun. Şimdi hemen gidip O’nunla görüşmek istemez misin ey Osman?

–İsterim elbet!

–Haydi öyle ise!

İki can dost, dostların dostuna doğru yola koyuldular. Beraberce Rasûlullâh’ın huzuruna vardılar. İki Cihan Güneşi, bütün cihanı aydınlatan o eşsiz tebessümü ile buyurdular ki:

“Ey Osman! Gel Allâh’ın davetini kabul et ve cennetine gir. Şu bir gerçektir ki: Ben bütün insanlığa olduğu gibi sana da gönderilmiş Allâh’ın elçisiyim!”

Rasûlullâh’ın, güler yüzle gayet samimî bir şekilde yaptığı bu davet üzerine, hemen büyük bir şevkle kelime-i şahâdet getirip, müslüman oldu.

Güzel insanın güzelliğine yepyeni bir güzellik eklenmiş, En Güzel’in huzurunda bir başka güzellik yaşamıştı…

Güzeller Güzeli’nin mübârek huzurlarında yeni bir kalıba dökülen Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, en yetkili ağızdan dinlemiş olduğu Allâh’ın Kelâmı ile tepeden tırnağa nurlandı. Yeniden doğdu âdeta. Yeniden geldi dünyaya sanki.

Bu günlere kadar en küçük bir kötülük ya da çirkinlik görülmemişti ondan. Her bakımdan güzel bir hayat yaşamıştı. Şimdi ise asıl güzelliği, En Güzel’den almıştı…

En Güzel, her türlü güzelliğin kaynağı idi çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-