SESSİZLİĞİ DİNLEMEK

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Ramazan boyunca içimiz hüzünlü duygularla dolar, taşar. Geçen hayatımızı düşünürüz. Eksiklerimizi, yanlışlarımızı, nefsimizle hesaplaşmalarımızı, -biraz cesursak- yakınlarımızı farkına varmadan kırdığımız günleri… Onların bir kısmı, aramızda değil… Ömrümüz vefâ ederse gelecek Ramazân’a kavuşuruz, biz kavuşsak bile belki sevdiklerimizin bir kısmı aramızda olmayacak. Bizi bu Ramazân’a ulaştırdığı için Rabbimiz’e şükrederken fert ve cemiyet olarak yeniden düşünüp olgunlaşmak zorundayız.

Yaşadığımız çağda Ramazan geleneğimiz var mı? Hep geçmiş Ramazanları hasretle, ibretle, gözyaşlarıyla hatırlarız. Çocuklarımız, torunlarımız yaşadıkları hangi Ramazan geleneğini anlatacaklar? Önce evimizden başlayıp, vakıflarımızın, derneklerimizin, belediyelerimizin, televizyonlarımızın Ramazan eğlenceleri programlarına bakalım. İçimize siniyorsa bu programlar, anlatılacak programlardır. Bazıları benim içime sinmiyor. Yanlışları söylemektense, gönlümüzden geçenleri anlatalım. Herkes gönlünden geçeni anlatırsa, ilgili mercîlere ulaşırsa, olumlu gelişmeler olacağına inanıyorum.

«Ramazan geleneği oluşturma» dedik. İftarlar, hayatımızın en güzel anları… Yakınlarımızı, komşularımızı iftara bu yıl çağırabilecek miyiz?

«Bu sene çok yorgunum, bu yıl yaşlandım, bu yıl borçluyum…» gibi mazeretleri sıralayanlardan mı olacağız? Veya bir sosyal tesiste iftar verenlerden mi olacağız?

Heyecanımız azaldıysa, mazeretimiz çok olacaktır. Hayatımızın anlamı; yaşadığımız heyecanlar, sevinçler veya yanlışlarımıza üzülmemizle mümkündür. Sevaplarımızı düşünerek sevinmek bizi şükretmeye, yanlışlarımızdan dolayı üzülmek de bizi tövbe-istiğfara yöneltecektir.

İftara çağıracağımız yakınlarımızı heyecanla plânlarken, yemeklerimizi duâlarla yaparken, iftar sofrasını hazırlarken, vaktimiz boş geçmiyor. Bildiğimiz duâları ve zikirleri kalbimizle yapıyoruz. Elimizde tesbihle sayıya tahvil etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu yıl yaşlanmışsak veya vücudumuz yorgunsa pratik, kolay ve az çeşitle yetinebiliriz. Tencereye sebzeleri, mercimeği, bulguru atarak yaptığımız çorba, zamanımızı almayacaktır. Zira sebzeleri büyük büyük doğrayın, sonra blendırdan geçirin. Tavuk, ete göre ucuz olur. Sebzeleri doğrayıp içine tavuk etlerini koyup, baharatları ekleyip, fırın torbasına koyup, fırına verince; on beş dakika sonra çok lezzetli, hafif bir iftar yemeğiniz olacaktır. Onu da yapmaya hâliniz yoksa kahvaltılık malzemeyle yetinebilirsiniz. Mesele yakınlarımızla beraber olmaktır.

Nedense iftara, bizi davet edenleri çağırırız. Bizi hiç çağırmayan komşumuzu, kapıcımızı, elektrikçimizi, bize yardımcı olan gençleri, yurtlarda kalan gençleri, huzurevinde kalan yaşlıları evimizde ağırlayamaz mıyız? Evde yapılan iftarın mânevî hazzını dışarıda bir sosyal tesiste, lokantada yaşayabilir miyiz?

İftar sonrası meyve yerken, çay içerken konuşmalarımız Ramazân’ın mânevî havasına uymalıdır. Dînimizin emirlerini hayatımızda yaşadığımız güzel hâtıralarla, dînimizin yasaklarını yine hayatımızdan örnek hâtıralarla anlatabiliriz. Bir takvimden, bir kitaptan, bir şiirden seçeceğimiz bir bölümle ortak bir sohbet konusunu açabiliriz. Çocuklara ve gençlere verdiğimiz iftarda; diş kirası geleneğini yaşatarak, uygun kitaplar hediye ederek, kitaptan bir bölümü okuyarak gecemizi renklendirebiliriz.

Ramazan’da midemizle birlikte rûhumuzu da dinlendirmeliyiz. Örneklerle, hâtıralarla yazımızı renklendirelim.

Birkaç yıl önce Ramazan’da apartman komşum -komşum değil mânevî kardeşim- Belkıs İBRAHİMHAKKIOĞLU;

“Ayla abla, yarın söz orucu tutalım.” demişti. Susmanın erdem olduğu anlar vardır. Babamın nasihatlerindendi. Ortaokul yıllarımda babam vefat etmişti. O yıldan bugüne gelirken söyledikleri hâlâ hâfızamda canlı. Yılların ötesinden bana sesleniyor:

“Söz gümüşse, sükût altındır.”

“Alt dudağın söylediğini, üst dudağın duymaya…”

Sonra Yûnus’u tanıdım.

Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz.

Söz orucuna ilk defa niyet ediyordum. Belkıs kardeşim;

“Ayla abla, kelimeleri eskitmeyelim. Lüzumsuz sözlerle insanları yormayalım.” demişti. Bir gün boyunca konuşmuyoruz, telefonları, televizyonu açmıyoruz, gazete okumuyoruz. İbâdet yapıyoruz, duâ ediyoruz, kâinâtı dinliyoruz, sessizliği dinlerken düşünüyoruz. Hazret-i Meryem’i, Meryem Sûresi’ni düşünmek…

Bu sene toplum olarak söz orucuna ihtiyacımız var. Bir yıl boyunca gazeteler, siyasîler, düşünenler o kadar çok bağırdılar ve konuştular ki, Ramazan’da sussalar, bağırmasalar; bir günlük söz orucundan sonra kendilerine gelirler diyorum.

Referandumda «evet» veya «hayır» konusunda herkes kararını vermiş gibi; yapılan anketler onu gösteriyor. Bir Ramazan boyunca halkı yormasalar, iktidar ve muhalefet sözcüleri sessizliği dinleyerek, duâlar ederek ibâdetlerini yapsalar ve gidiş gelişlerinde yapılan masrafın ve zamanın da israf olduğunu düşünseler… Bir anket şirketim olsaydı, bu konuda anket yapardım.

“–Ramazan’da siyasîler dolaşsın mı?”

Halkımızın;

“–Gerek yok, biz kararımızı zaten verdik.” diyeceğinden eminim.

Yazarlarımızın ve konuşmacılarımızın Ramazan’da oruç tutarken, nefisleriyle baş başa kalıp hesaplaşması onları dinlendirecektir. Yazdığım konuda dürüst müyüm, yazdığım gazetenin, tuttuğum partinin emrinde miyim, korkusuzca doğruları yazabildim mi veya söyleyebildim mi, istikamet üzre doğru yolda olabildim mi?

Eskiler;

“Kalemler tükenir, mürekkep tükenir, söz tükenir.” derlerdi. Allâh’ın adını anarak yazıya veya konuşmaya başlarken, kendi hayatımızı düşünelim. Yazdıklarımıza, konuştuklarımıza inanıyor muyuz, hayatımızda yaşıyor muyuz? Kendimize itiraf ederken korkmayalım. Kimse yüzümüze söylemez. İlâhî iradenin karşısında yaşamıyorsak; «biz bir yalancıyız.»

Değer mi?

Seyahat çantamız elimizde olmalı; şan, şöhret, mal, mülk, para hiçbiri öbür dünyaya göç için hazırladığımız çantada yer almayacak. Büyük bir kamburla, yükle nasıl varırız ilâhî âleme?..

Ramazan ayı boyunca duâlarımızda; vatanımız, bayrağımız, birlik ve beraberliğimiz, dilimiz, ezanımız, dînimiz, dış düşmanlara karşı tek vücut olmamız yer almalı. Saydığımız konular; konuşarak, okuyarak, dinleyerek çocuklarımızın düşünce dünyasında şekillenir.

“Dil mi; ne önemi var, herkes istediği gibi konuşsun!”

“Bayrak mı; bir bez parçası değil mi, neden aynı olsun?”

“Vatan mı, toprak parçası değil mi?”

“Din mi meseleye; «hoşgörü ve diyalog çerçevesinden bakalım.» yeni ve özgür düşünceler…” Ne zamana kadar söylenecek?

En ücra köşedeki çocuğumuzu, gencimizi, insanımızı düşünmeye; seçkin eserleri okutarak sevk edebiliriz.

İlköğretim okulunda okuyan bir çocuğa;

“Ne ekersen, onu biçersin.” atasözünü anlatırken batı edebiyatından örnek bir hikâyeyi okuyarak düşünmesini sağlamıştım:

Bir doktoru, hastalanan bir çocuğa bakması için uzak bir kasabaya çağırırlar. Ailenin, doktora verecek parası yoktur. Doktor, ücretsiz gitmeyi kabul eder, telefonu kapatır. Yolda doktorun arabası meşin ceketli biri tarafından durdurulur. Adam, doktoru indirerek arabaya kendi biner ve oradan uzaklaşır. Doktor, trene binerek kasabaya varır. Geç kaldığı için, çocuk ölmüştür. Başucunda ağlayanların arasında, doktorun arabasını gasp eden adam da vardır ve ölen onun oğludur.

Çocuk, okuduğum hikâyeyi gözyaşları içinde dinlemiş ve atasözünü anlamıştı. Hikâyeyi çocuğa okurken polise taş atan çocukları düşündüm ve o taşı eline veren büyükleri… Bir Ramazan gününde nefsimle hesaplaştım.

Dînimizin, edebiyatımızın, tasavvufî hayatımızın güzelliklerini onlara anlatacak; öğretmenlerimizin, doktorlarımızın, kaymakamlarımızın ne yazık ki sayısı çok azdı.

Suyumuzun veya elektriğimizin kesildiği an susuzluğun, elektriksizliğin zorluğunu anlıyor, sonra unutuyorduk. Ramazan’da açlığı biraz daha hissedebiliyor, sonra unutuyorduk. Doğalgazla ısınıyor, klimayla sıcağı hissetmiyorduk. Zekâtımızı vermekle vazifemiz bitti sayıyor, hayatımızın kalan devresini israf içinde geçirebiliyorduk. Hepimiz, dînimizin sınırları içindeki israftan uzak hayatı yaşasak; Türkî cumhuriyetlerin ve İslâm ülkelerinin lideri oluruz.
Ramazan’da bir hesap defteri tutalım. Beş kişilik bir ailede neler israf ediliyor? Her gün yazalım. İftarda ve sahurda bir dilim ekmek atılsa, iftarda ve sahurda içmediğimiz yarım bardak suları düşünün. Her tabakta kalan pirinç taneleri, boşa akıttığımız su ve diğer şeyleri kalem kalem yazalım. Dar gelirli bir ailenin düşünmeden tükettikleri benim hesabımda büyük bir rakam tuttu. Dar gelirli bir aileninki böyle ise; zengin bir ailenin israf ettikleri?.. Bu rakamlarla fabrikalar kurulur, okullar açılır, taşımalı eğitime son verilir.

Ramazan boyunca canlı örneklerle İslâmî emirleri anlatalım. O zaman insanlarımız; hangi günahları nasıl farkına varmadan işlediklerini, daha iyi anlayacaklardır.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de, Allah yolunda harcamaya davet ediliyoruz:

“Sevdiğiniz mallarınızdan Allah yolunda harcamadıkça fazîlet mertebesine ulaşamazsınız. Her ne infak ederseniz Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

Bu emrin ışığında dağılan erzak paketlerine bakalım. Herkes bütçesine göre bu paketlerden alıyor. Marketin hangi pirinci, yağı, bulguru koyduğunu bilmiyoruz. Piyasada; yurtdışından gelen bayat, ucuz mallar karıştırılarak paketler hazırlanıyorsa günahı biz alıp verenlere mi, hazırlayanlara mı, hazırlayanlara o malzemeyi veren sermayedara mı?

“Sevdiğiniz mallardan infak etmedikçe…” buyuruluyor. Bu durumda evimize aldığımız yiyeceklerden hazırlanan paketlerimiz olmalı değil mi?

Peygamber Efendimiz, rivâyete göre çarşı-pazarı kontrol ederdi. Bir seferinde buğday çuvalına elini daldırdığında, çuvalın ortasının rutubetli olduğunu görür.

“Bize hile yapan, bizden değildir.” buyurarak durumu ve alışveriş şartlarını anlatmış olur. Bayram gelirken, yakınlarımızın ihtiyaçlarını bayram hediyesi olarak götürmek bir vesile olacaktır. Annelerimiz incitmemek için; aldıkları balları, yağları evdeki kavanozlara boşaltarak;

“Bize hediye gelmişti.” demek sûretiyle yakınlarına incitmeyecek yardımlarda bulunurlardı.

Kendimize has projelerle kendi hayatımızı ve yakınlarımızın hayatını kolaylaştıran düşüncelerin içinde olmak dileğiyle hayırlı Ramazanlar ve bayramlar geçirmemiz duâsıyla…