UMUDU UYUTMAMAK…

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Doruklarının yalçın kayalıklarında kartalların çığlık parçaladığı kervan geçmez dağ köylerinden birinde geçirdiğim bir bayramı, her bayram gelişinde buruk bir özlemle hatırlarım. Dudaklarımı hüzünlü bir tebessüm gererken, burnumun direği sızlar ve kirpiklerime küçük bir yağmur bulutu asılıverir apansız…

Bayrama üç gün kala uğradığım o köydeki misafirliğim, görevim gereği bayramın ikinci gününe kadar sürmüştü…

O köyde ne maksatla bulunmuştuk, köyün adı neydi, nereye bağlıydı?.. Bunların bugün benim için de, sizler için de pek önemi yok artık. Yıllar sonra yine yeni bir bayramı karşılarken, eski ama gençlik hâtıralarımın arasında nisyan rüzgârlarının bir türlü yere yatıramadığı ve hiçbir hüzün hazanının solduramadığı, her dem taze bir filiz olarak duran o hâtıramı paylaşmak istiyorum sizlerle…

O köye varışımın ikinci günü, beni konuk eden Hacı Hüsnü Efendi ile birlikte bayırın aşağısında bulunan tarlalardan köye dönerken; omzunda testisiyle engebeli araziye yayılmış evler arasında bir lâbirent gibi kıvrılan patikalardan birinde yaşlı bir nineye rastladık. Ben bir şey sormadan, meraklı bakışlarımı fark eden Hacı Hüsnü, buruk bir tebessümle;

“–Halime Nine.” dedi. “Köyde herkes ona «Halime Nine» der. Ama kimse onun kim olduğunu tam olarak bilmez…”

Baktım, Halime Nine çökük omzunu daha da çökerten testinin ağırlığıyla fersiz dizlerinin gücü oranında adımlar atarak, kayalar arasına serpiştirilmiş evlerden birine ulaşabilmek için devinip duruyordu… Bazen o cılga yoldan da çıkıyor, ayak yordamıyla yeniden yolunu buluyordu. Belli ki gözleri de iyi görmüyordu… Hacı Hüsnü, aklımdan geçenleri anlamış gibi, daha yavaş bir sesle;

“Gözleri görmüyor.” dedi.

Yanından geçip gitmeden selâm verdik. Daha doğrusu Hüsnü Efendi selâm verdi ve hatırını sordu ninenin. Halime Nine, duraksamadan selâmı aldı. Teşekkür etti:

“–Bin şükür bu hâlimize Hacı Hüsnü Efendi. Allah hatırını dâim eylesin. Berhudâr olasın…”

Gözleri görmeyen, üstelik sese dönmediği hâlde, o sesin sahibini rahatlıkla tanıyabilen Halime Nine; bir başka göründü gözlerime. Sesinde şikâyetin zerresi yoktu. Körlüğü, fakirliği, tırmandığı yokuşun zorluğu, taşıdığı testinin ağırlığı umurunda değildi sanki… Bu kadın bir başkaydı. Tırmandığı yamaç kadar sarp, aralarından sıyrılıp geçeceği kayalar kadar yalçın, yürüdüğü dolambaçlı yol kadar anlaşılması zor bir kadındı kesinlikle…

Ben Halime Nine’yi incelerken, Hacı Hüsnü de beni ve nineye düğümlenen bakışlarımı inceliyor olmalı ki; Halime Nine’ye;

“–Haydi uğur ola nenem!” dedikten sonra, koluma girdi ve yolumuza devam ettik. Epeyce uzaklaştıktan sonra, durup gözlerini gözlerime diken Hüsnü Efendi;

“Bu kadın tekin değil” dedi.

Bir süre sustu. Gülümsedi. Sözlerinin üzerimdeki etkisini ölçtü kendince…

“Halime Nine, buraya epeyce ırak bir köydendir. Ama ailesinden hayatta olan kimse yok. Varsa da biz bilmiyoruz. Babası vaktiyle o köyün ağasıymış. Bugün artık aramızda olmayan köyümüzün yaşlıları öyle diyorlardı… Çobanı bizim köydenmiş o ağanın… Halime bu çobana gönül vermiş. Ağa babası uzun bir direnişten sonra, çobanın yiğitliğine ve dürüstlüğüne de hayran kalıp, kızını vermeye râzı olmuş… Çoban Bayram’ın da bir tek anası vardı bu köyde. Ben çocukken öldü…”

Hüsnü Efendi anlattıkça, Halime Nine’nin hayatı bir masal, bir menkıbe gibi gelmeye başlamıştı. Düşüncemi sezmiş gibi devam etti Hacı Hüsnü:

“Nicedir dünyadan el-etek çekmiş Halime Nine için bu köyde herkes gönlünce bir şey yakıştırır… Kimine göre deli, kimine göre velîdir… Şüphesiz gerçeği Mevlâ bilir…”

Aklım, bu sarp kayalığa kurulu köyün yamacında bir toz bulutu gibi savruluyordu… Bir kayanın büklümünde kaybolan Halime Nine’nin silûetini hâfızama iyice nakşederken;

“–Keşke evine kadar yardım etseydik…” dedim. “Hem yaşlı, hem gözleri görmüyor. O ağır testiyi taşımakta kim bilir ne kadar zorlanıyordur… Sizin için değil de, genç bir erkek olarak bu benim için kesinlikle bir görevdi…”

Hüzünle karışık gücenik bir bakışla;

“–Kesinlikle o testiyi sana, ya da bir başkasına taşıtmazdı Halime Nine.” dedi Hüsnü Efendi. “Kimseden yardım istemez. Kendine yetmeye çalışır. Bakma sen, gücü-kuvveti yerindedir mâşâallah… Üç keçisini kendi sağar; yoğurdunu, peynirini kendisi yapar… Köydeki imecelere o da katılır. Üzülme sen…”

Üzülmek mi? Aklım allak bullak olmuştu. Düşüncelerim tıpkı Halime Nine’nin yürüdüğü o patikalar gibi dolambaçlar çiziyordu… Beni tatmin etmek için devam etti Hacı Hüsnü;

“Canını sıkma sen muhterem.” diye gülümsedi. “Halime Nine ile uzun sohbet de mümkün değil. Üç-beş cümleden sonra sözün ucunu kaçırır. «Harmanı bir başıma savurdum.» der, «Al kısrağa kendir ipinden gem vurdum.» der, «dört» der dokuza tırmandırır…”

Eve gelinceye kadar hep Halime Nine’den söz ettik. O gece hep Halime Nine’yi düşündüm…

Ertesi gün arefeydi… Bayram hazırlıkları, o yoksul dağ köyünde bile kendini gösteriyordu…

Bu defa yalnız başıma köy çeşmesinden aşağı ağır adımlarla iniyordum… Kim bilir? Belki Halime Nine’ye rastlayabilirdim. İyi de, ne diyecektim Nine’ye?.. Sohbeti sevmezmiş…

Bir gün önce Hacı Hüsnü Efendi’den öğrendiğime göre, yarı deli bir kadınmış Halime Nine.

Delirmesin de ne yapsın garibim?.. Karlı dağlarda boy veren kardelen gibi henüz gençliğinin ilkbaharına filizlenirken, davullar vurulmuş harman yerinde. Asker toplamışlar… Ağa-paşa mı dinler asker ocağı? Halime Nine’nin ağabeyi Abdullah ile, kırk günlük helâli olan Bayram’ı da yollamışlar Yemen’e… Yemen’e giden gelir mi?.. Onlar da bir daha geri dönmemişler Yemen’den. Dönememişler… Abdullah’ın da, Bayram’ın da kara haberi gelmiş oralardan… Ağabeyi Abdullah’ın şehid haberi gelince aklını uçurmuş Halime. Bir darbe daha vurmamak için Bayram’ın kara haberini duyurmamışlar… Devran dönmüş, hükmü sönmüş ağa babasının. Vâde ermiş, birer ikişer göçüvermişler yakınları şu dâr-ı dünyâdan… Köyünde kimseciği kalmayınca, bizim köye gelmiş Halime Nine. Bayram’ın ihtiyar anasına sırtını dayamış, birlikte direnmeye çalışmışlar dünyanın derdine, birlikte tutunmuşlar hayata… Bir zaman sonra kayınvâlidesi de göçünce öteye, büsbütün yalnız kalmış. Yalnızlığa teslim olmamış. Geceleri gözyaşlarıyla ıslansa da yastığı, gün boyu yüzüne bir yaşmak gibi sarıvermiş gülümsemeyi. Herkese yardıma koşmuş… Şükretmiş, sabretmiş, umudunu hiç yitirmemiş. O gün-bu gün, Bayram’ın bir gün çıkıp geleceğini bekleyip durmuş Halime… Bir ömür böylece heder olup gitmiş…
Yaşlanıp her işe koşamaz, genç gelinlerle uyuşamaz hâle gelip, yavaş-yavaş kendi içine çekilmiş ise de; büsbütün kendini salıvermemiş. Çalıya-çepere takılan yün ve yapağıları toplar, eğirir, bunlardan çorap ve kazak örermiş.

Bunları yamalı bir çıkına bohçalarken;

“Bir gelen giden olursa gönderirim yiğidime. Oralarda ayağının ve sırtının sağlam olması gerek…” dermiş…

Bunları düşünerek dalgın bir hâlde yürüyordum ki, birden köyün çocukları kırlangıç sürüsü gibi çığlık çığlığa yanımdan geçip, az ilerideki kayaya doğru uçuştular… Hem koşuyor, hem de bağrışıyorlardı:

“–Bayram geliyor Bayraaaaammm!..”

“Bayram geliyoooor, Bayram geliyooor!..”

Birden, o kayanın gölgesinde Halime Nine’yi gördüm. Oturduğu yerden fırlayıp kalktı ve heyecanla çocuklara doğru kollarını açarak:

“–Bayram mı geliyor?” diye sordu. “Bayram mı geliyor çocuklar? Yalnız mı? Atlı mı Bayram’ım, yaya mı? Muştunuz başım üstüne. Gelin alın muştuluklarınızı…”

Halime Nine, mutluluktan uçarcasına yanındaki torbadan çıkardığı avuç avuç kuru yemişleri, boyalı şekerleri çocuklara dağıtmaya başladı…

Çeşme başındaki kadınlar kendi aralarında bakıp gülüşüyorlardı. Yaşlı kadınlardan biri, muştuluk alan çocukları kastederek;

“Edepsizler!” dedi. “Kadıncağızın derdini depreştirdiler yine… Onlar Bayram geliyor dedikçe, kadıncağız da Yemen’de şehid olan kocası Bayram geliyor sanıyor. Her bayram böyle kandırırlar zavallı nineyi bu haylazlar…”

Çeşmenin yanından geçip, Halime Nine’ye doğru yürüdüm…

Kaşla göz arası torba boşalmış, çocukların ağızları tatlanmış, yüzlerinde mutluluğun bahar çiçekleriyle dağılıp gitmişlerdi. Ağır adımlarla yaklaştım. Durdum. Nineyi acımayla karışık bir sevgi ve saygıyla seyrettim bir süre. Yüzünde mutlu bir ifade vardı… Selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra;

“–Kusura kalma evlâdım.” dedi. “Sesin yad geldi bana. Tanıyamadım. Kimsin? Bu köyden değilsin besbelli. Kimlerdensin?”

Misafir olduğumu, bayram sonu gideceğimi söyledikten sonra yanına çömeldim. Birkaç soru sormama izin vermesini rica ettim. Görmeyen, açık ama bulutlu gözlerle bana baktı. Gülümsedi. Avucundaki kâğıtlı şekeri bana uzatırken;

“Bu şekeri senin için sakladım.” dedi. “Zaten kâğıda sarılı olan bir tek bu vardı. Temizdir. Misafir olarak senin kısmetindir…”

Donup kalmıştım;

“–Benim geleceğimi nerden biliyordun Nine?” diye sormadım, soramadım…

Sadece, bunca yıldan sonra Bayram’ın gelebileceğine gerçekten inanıp inanmadığını soracaktım. Sormama fırsat bırakmadı…

“–Her bayram arefesinde çocuklar kuşlar gibi cıvıldayarak bana doğru koşarlar;

“Bayram geliyor!” diye muştu uçururlar… Yarın bayram. Yalan değil çocukların söyledikleri. Ama ben, sanki Yemen’de şehid olan helâlimin geldiğini sanıyor gibi yapar, bu hâlimle onları eğlendirip, aylar boyunca biriktirdiğim üç-beş kuruşla aldığım kuru yemiş ve boyalı şekerlerle çocukları sevindiririm… Onlar sevinince, ben de sevinirim. Çocuklar sabîdir. Sabîlerin sevinci yüce Rabbimiz’in de hoşuna gider. Ola ki, bu çocukların sevinci hürmetine, Yemen’in sıcak kumlarında kavrulan yitik kabrinde Bayram’ım da bayram eder…”

Aklımı alev gibi bir çöl fırtınası dağıtırken, rûhumu Yemen sıcağı kavurdu sanki… Ne diyebilirdim? Sadece bunca kuru yemiş ve şekerlemeleri neyle aldığını sormak geçti içimden. Soramadım… Hemen cevabı geliverdi Halime Nine’den:

“Elimin emeğinin karşılığıyla alırım evlâdım… Çalıya çepere takılan yünleri eğirip çorap, kazak, lif gibi şeyler örerim. Onları, gidenlerle Bayram’a verilmek üzere sözde Yemen’e gönderirim… Bütün bunları bilerek uydururum. Bu yüzden adımız deliye çıkmış ya… Öyle olduğu da iyi… Ben bu ördüklerimi kasabadaki dükkâncı Hamza Efendi’ye gönderirim. Hamza, çok uzaktan akrabam olur. O, bunları satar. Karşılığında da bana sabun, iğne-iplik gibi ufak tefek ihtiyaçlarımla, işte bu bayram çerezini gönderir. Allah râzı olsun…”

Halime Nine sustu. Ben zaten hep suskun dinliyordum… Neden sonra;

“–Sen git artık…” dedi. “Annen bekler oğlum… Şey… Bak hele. Kuşkonmaza kuş konarsa, kırık testinin kulpu kaç para eder?..”

Anladım. İşi deliliğe vurarak sözü bitirmek istiyordu. Ama direndim…

“–Bak Halime Nine…” dedim. “Annem beklemese de gideceğim. Sadece bir şeyi merak ettim. Niye? Neden böyle davranıyorsun?..”

Yüzüne baktım. O da bana bakıyordu görmeyen gözlerle… Yüzünde binlerce sorunun cevabı, binlerce anlamsızlığın anlamı seğiriyordu…

“–Neden mi?” diye güldü buruk bir tebessümle… “Kimseden yardım beklemeden yardıma ihtiyacı olanlara yardım etmek, kendine yetebilmek, sevindirerek sevinmek ve ölünceye kadar umudu uyanık tutabilmek… Benim yapmaya çalıştığım budur… ”

Eğilip elini öptüm. Kalktım. Bir süre büyük bir saygı ve hayranlıkla bu mübârek kadını seyrettim. Sonra… Sonra boğazıma tıkanan hıçkırığın bir tufana dönmemesi için koşar adımlarla bayır aşağı kayıp gittim…