Cemiyete El Uzatan İslâm’da SOSYAL SORUMLULUKLARIMIZ

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

İslâm, içtimâî yönü oldukça güçlü olan bir dindir. Zekât, hac, emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker gibi prensipleri toplumla yakından alâkalıdır.

Özünde Allâh’a bir yakarış ve duâ olan namaz da aslında böyledir. Cuma ve bayram namazları gibi yalnızca cemaatle edâ edilebilen namazlar, namazın içtimâî yönünü gösteren en açık delildir. Cemaatle edâ edilmesi münferit edâ edilmesine yirmi yedi derece üstün tutularak vakit namazlarında da cemaat teşvik edilmiştir. Şüphesiz bu teşvikin temelinde toplu duânın daha makbul olmasının yanı sıra müslümanların birbirlerinden haberdar olmaları, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri de önemli bir yer tutmaktadır. Yoksa namazı camide edâ edip safta yan yana durduğu kimselerin hâl-hatırını hiç sormadan dönüp gelen kimse cemaatten hedefleneni tam olarak gerçekleştirmiş olmaz
Yoksulların hâlini anlamaya vesile olması ve dolayısıyla yardımseverliğe teşvik etmesi sebebiyle oruç da sosyal yönü olan bir ibâdettir. Oruçlu kimselere, özellikle yoksullara iftar vermek dînen çok önemsenmiştir. Oruç tutamayan, ileriye dönük yemin (yemîn-i mün‘akide) edip de yeminini yerine getiremeyen, hatâen masum bir kişiyi öldüren, karısını mahremi olan bir kadına benzeten (zıhar yapan) ilh. kimselerin köle âzad etmek veya fakirleri yedirip içirmek gibi keffâretlerle mükellef tutulmaları da hep İslâm’ın sosyal bir din olduğuna işaret eder.

İslâm’a göre müslümanın, müslüman kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl değildir. İslâm, gayr-ı müslim olanlar da dâhil olmak üzere komşulara karşı birçok mükellefiyet getirmiştir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Cebrâil, bana komşuya iyi davranılmasını o kadar tavsiye etti ki komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim.” şeklindeki hadîsi meşhurdur.

Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

“Allâh’a kulluk edin. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın. Anaya-babaya iyilik edin. Akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yakın arkadaşa, yolcuya ve kölelerinize iyilik edin.” (en-Nisâ, 4/36)

Mealde «kulluk» kelimesiyle karşıladığımız «ibâdet» kelimesi; namaz başta olmak üzere Allâh’ın bütün emirlerine uymak, O’nun üstünde hiçbir otorite tanımamak demektir. Buna göre ibâdet, ferdî olan türleri bulunmakla birlikte sosyal bir ameliyedir. Öyleyse bu âyette sosyal olmayan bir emir yoktur.

Bu kadar sosyal olan bir dînin müslümanlara armağan ettiği bayramları sosyallikten mahrum bırakması elbette düşünülemez. Nitekim Ramazan Bayramı öncesinde zenginlere; fıtır sadakası verme, kurban bayramında ise kurban kesip fakir-fukarâya ve gelip giden eş-dosta ikram etme mükellefiyeti getirmiş, konu-komşu ve akraba başta olmak üzere tanıdıklarla bayramlaşmayı, onların hâl-hatırlarını sorup dargınlık ve küskünlüklere son vermeyi emretmiştir.

Bayramlar sevinç ve neşe zamanlarıdır. Şair, bayramın bu özelliğini, gam orucunun açılıp iftar edildiği, mutluluk kadehinin dolaştırılıp kır gezintilerinin yapıldığı zaman olduğunu belirterek dile getirir:

‘Iyd oldu rûze-i gama iftâr vaktidir
Devr-i piyâle, geşt-i çemenzâr vaktidir (Nedîm)

İnsan, gam orucuna tek başına ara verip mutluluk ve sevinçle iftar edebilir mi? Etse bile;

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” diyen bir peygamberin ümmetine mensup bir kimsenin böyle bir davranış sergilemesi doğru olur mu?

Anadolu’da düğün-derneğin ve cenâze defninin eş ve dostla birlikte yapılacağı belirtilir. Düğün, insanın en sevinçli olduğu; cenâze de en kederli olduğu zamanlardandır. Dolayısıyla bu söz, sevinç ve kederin başkalarıyla paylaşılmasının gerekliliği ifade eder. Zira -sıkça dile getirilen bir sözde belirtildiği gibi- sevinç ve mutluluk paylaşıldıkça artar, üzüntü ve keder de paylaşıldıkça azalır. O hâlde fakir-fukarâyı her zaman gözetmeli, fakat bayramlarda buna özellikle itina göstermeliyiz. Çünkü bayram ancak bu takdirde bayram olur.

Bu yazıda daha önce bilmediğimiz, yeni öğrendiğimiz hiçbir husus kaydetmiş değiliz. Aslında burada zikredilen dînî prensiplerin hepsi hepimizce malûmdur! Ne var ki bunların tatbiki hususunda her birimizin az ya da çok kusurumuz, hattâ vurdumduymazlığımız var.
“Eğer böyle olmasa bugün İslâm dünyasının hâli bu kadar perişan olur muydu? Irak ve Afganistan gibi koskoca ülkeler işgal edilir, her gün çetelesi tutulamayacak ölçüde masum insan kim vurduya gider miydi? Aleyhinde alınan onlarca BM kararına karşı İsrail bu kadar pervâsız olabilir miydi?” gibi sorular sorarak cihanşümûl ölçekteki mes’ûliyetlerimizi hatırlatmak ve hamâset yapma mevkiine düşmek istemiyorum. Zaten buna gerek de yok. Çünkü daha yakınımızda olan ve daha fazla öncelik arz eden hususlar var. Meselâ hemen hemen her gün cinnet geçirip çoluk-çocuğunu, eşini vuran bir insan gazetelere haber oluyor.

Daha bu mübârek Ramazan’ın ilk günlerinde biri İstanbul’da, diğeri Bodrum’da olmak üzere iki korkunç cinayet haberi bültenlere düştü. Aktarıldığına göre İstanbul’daki erkek, Bodrum’daki kadın olmak üzere iki cânî, beraber yaşadıkları karşı cinsten olan insanları öldürdükten sonra parçalara ayırarak poşetleyip buzdolabına koymuşlar!

Bu nasıl bir soğukkanlılık?

Bu nasıl bir ruh hâli?

Daha doğrusu nasıl bir ruhsuzluk hâli?

Çünkü bunu yapabilen insanlar rûhî ve mânevî değerlerden tamamen uzaklaşmış olmalıdırlar! Bunun sebebi nedir? Tabiî ki en büyük sebebi modern zamanların ve teknolojinin getirdiği aşırı ferdiyetçi hayat. Ancak insanımızı bu kadar ihmal etmemiz ve kendi hâline bırakmamız sebebiyle toplum olarak bunda bizim de kabahatimiz yok mudur? Bu yazıda bir kısmını zikrettiğimiz dînimizin içtimâî emirlerini yeterince tatbik etsek, etrafımıza karşı vurdumduymaz olmasak, insanlarımız mânevî açıdan bu kadar boşluğa düşmez, ahlâkî çözülme böylesine artmazdı.

O hâlde önümüzdeki bayramı vesile ederek başta akraba ve komşularımızla olmak üzere dayanışma yönünde daha hassas bir toplum olmak için elimizden geleni yapmalı ve bu konuda birbirimizi sık sık ikaz etmeliyiz.