Korkunç Zaman Nehrinde İBÂDETLE EMİN BİR YOLCULUK

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Zaman nehri; her gün sabah, öğle, ikindi… menzillerine uğraya uğraya, gündüzden geceye, yazdan kışa döne döne kendini tekrar ederek, hep aynı ritimle akar. Zamanın değişmeyen bir düzenle devr-i dâim etmesi insan rûhuna emniyet hissettiren bir rutindir. Zaten insan da bu rutinden hoşnut olan, o ritme uymaktan huzur ve mutluluk bulan bir ruh ve bedene sahip olarak yaratılmıştır.
Her gün, akşam olunca uyumaktan, sabaha eriştiğimizde kalkıp hayata yeniden besmele çekmekten usanmayız. Bu rutin değil, aksine rutinin aksaması bizi rahatsız eder. Çünkü bu rutin, bedenî hayatımızın ihtiyaçlarına da uygundur, rûhumuza da;

“Her şey, her zamanki düzeni içinde işleyip gidiyor, öyleyse endişe edecek bir şey yok. Her şey yolunda…” duygusunu hissettirir.

İnsanlar; rutinin verdiği bu emniyet ve huzur hissine o derece müştaktırlar ki, kendilerine başka birtakım alışkanlıklar edinerek hayatlarını hep belli tekrarlar içinde yaşamak isterler. Meselâ günün belli saatlerinde çay, kahve veya tiryakisi olduğu başka bir şeyi içmek gibi âdetler edinirler.

Âdetler ve bu âdetlere yön veren kurallar edinerek, hayatı belli rutinlere göre yaşamak, insan yaratılışında tabiî olarak mevcut olan bir durumdur. Hattâ çocuk psikolojisi üzerine araştırma yapanlar, anaokulu çağı çocuklarının da her şeyi bir düzen içinde yapma eğilimine sahip olduklarını görmüş. Psikologlar onların her şeyi bir kuralla, alışkanlıkla âdet hâline getirerek hayatın karmaşıklığı içinde bir düzen kurmaya çalıştıklarını söylüyorlar. Meselâ annelerinin öğrettiği: «Yatmadan önce pijamalarını giymelisin.», «Yemekten önce eller yıkanır.», «Yemekten sonra ellerini yıkayıp dişlerini fırçalaman gerekir.» gibi kurallar, çocukların bir rutin sahibi olma ihtiyacını gidermekte faydalı oluyor.

Çocuk, her şeyi o kurala göre yaparsa kendini belli bir düzen içinde ve rahat hissediyor. Eğer bir sebepten ötürü âdet değiştirilir, meselâ bir yolculuk sırasında alıştığı düzen aksarsa çocuk bir nevi huzursuzluk duyuyor. Bazı çocuklar rutine o kadar önem veriyor ki, meselâ her sabah kahvaltıda yumurta yiyen çocuk bir gün yumurta yemese kendisini kahvaltı etmemiş sayıyor. Bazı çocuklar da rutinleri değişince «düzen» duygularını kaybediyorlar. Diyelim ki bir yakınlarının evinde misafir oldukları için rutinleri bozulmuşsa diğer kurallara da uyup uymamaya karar veremiyorlar. Meselâ tuvalet ihtiyaçlarını haber vermekte aksamalar yaşayabiliyorlar. Bu sebeple düzenin aynen devam ettiğini hissettirmek gerekiyor.

Demek ki her şeyi bir kural dâhilinde düzenlemek; toplumun telkin ettiği görgü kurallarının zorlaması olan bir durum değil, bizzat yaratılıştan gelen bir ihtiyaç, insan için…

Bu tespit, insanların birtakım kurallara, âdetlere veya sünnete göre yaşama ihtiyacının tabiîliğini, bir başka deyişle «âdâb» ihtiyacının insan fıtratının bir icabı olduğunu ispatlıyor âdeta…

Zaten hemen her milletten insanın belli âdetleri, alışkanlıkları var. Belki milletten millete değişen tek şey, âdet ve alışkanlıkların niteliği ve maksadı gibi teferruata dair farklar. Meselâ maddeci medeniyette rutinler daha çok maddî alışkanlıklarından meydana gelirken bizim medeniyetimizde ise Rabbimizin koyduğu kurallar ve âdâblarla mânevî bir rutin meydana getiriliyor.

Yaratıcısı insanı en iyi şekilde tanıdığı için ona tam da ihtiyacı olan şeyi bahşediyor:

“İçinde kendisini emniyette hissedeceği mânevî bir rutin ve uydukça huzur içinde olacağı âdâb…”

Gerçekten de Peygamberimiz’in bize tebliğ ettiği ve uygulamasıyla örnek olduğu ibâdet düzeni; rûhumuzun rutin ihtiyacına uygun olarak günlük, haftalık, yıllık tekrarlarla bize bir düzen hissi telkin ediyor. Her gün belli vakitlerde farz ve nâfile namazları kılmak, haftanın bir günü Cuma namazına ve sohbete gitmek, Ramazan ayında oruç tutmak ve ibâdetleri artırmak, hac ayında Kâbe’yi ziyaret etmek veya kurban kesmek…

Her ibâdet; zamanın içinde belirlenmiş sınırlar içinde yapılarak, belli bir ritimle tekrar ettikçe bir devr-i dâim içinde, âhenkli bir seyrüsefer ile sakin bir yolculuk yaptığımızı hissettiriyor bize.

Ömür boyu günahtan tam anlamıyla sâlim olamamak da insanın bir korkusu… Tökezlemeler ümidi kırıyor, özgüveni sarsıyor. Maratonu sağ-sâlim tamamlayamamak korkusu sarıyor âhiret yolcusunu…

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, namazı;

«Kapımızın önünden akan ve günde beş kez yıkandığımız bir nehre benzetmesi…» (Buhârî, Mevâkît, 6);

«Büyük günahlardan kaçınıldığı sürece, beş vakit namaz ile iki Cuma ve iki Ramazan’ın, aralarında geçen günahlara keffâret olduğunu müjdelemesi…» (Müslim, Tahâret, 16) hele;

“Hayır, (iyilik); âdettir (güzel alışkanlıklardır).” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17) buyurması; mûtad ibâdetlerin bir hikmetinin de bu emin yolculuk hissi olduğu düşüncemizi güçlendiriyor.

Evet, sünnete ve âdâba uygun bir şekilde sürdürülen ibâdet hayatı; tıpkı emniyetli bir gemi içinde, belli bir tempoyla ama bir o kadar da düzenli ve sakin bir yolculuğa benziyor. Zaman gemisi, «geceyle gündüzün birbirini izlemesi sayesinde» düzenli birimlere bölünmüş olarak tıkır tıkır yürüyor. Bu yürüyüş sırasında rutini hafifçe değiştiren, hevesi tazeleyen, sabır ve şükür depolarını ikmal eden Ramazan durağına uğradıktan sonra, neşeli bir panayıra benzeyen bayram durağına demir atıyor.

Evet, ömür kervanı bu menzillere (duraklara) uğraya uğraya ilerlerken biz de her uğrak yerinde alışverişimizi yapa yapa ilerliyoruz. Şu dünya hayatı dediğimiz de bir ticaret seferinden başka nedir ki zaten?
Mübârek saatler, günler ve aylar; zaman nehrinin üstündeki adacıklar misali, ona demir atanlara bir süreliğine olsun sürüklenmekten kurtulup sakinleşme, kendine gelme fırsatı veriyor. Bu zamanları fırsat bilenler, dünya hayatının koşuşturması arasında durup, soluklanıp; «Nereye gidiyoruz?» diye bakma fırsatı yakalıyorlar. Böylece dünya hayatının bütün koşuşturmalarının maksadını hatırlayarak asıl menzile doğru taze bir hevesle yol alıyorlar.

Bilhassa modern dünyanın dayattığı hayat modeli olan;

«Yaşamak için çalış, çalışmak için yaşa…» kısır döngüsünden ancak tüketimi yavaşlatıp çalışma ritmini düşüren ve mânevî çalışmalara neşe getiren Ramazan aylarında kurtulabilen müslümanlar, bayrama da insanî duyguların zirvesine erişmiş bir şekilde giriyorlar. Bu yüzdendir ki gerek kabirlerinde bir Fâtiha bekleyen akrabaları gerek ne zamandır kapıları çalınmayan yakınları ziyaret etme ancak bayramlarda mümkün oluyor.

Bayramlar; bir yönüyle hayatın sıkıcı görevlerine ara verip rahatlamayı ve hevesimizin tazelenmesini sağlıyor; bir yönüyle de insanî ve mânevî kazanımlar sağlayan birtakım âdetlerin yaşatılmasını sağlıyor. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, yakınlara rahmet ve meveddet gibi, güzel ahlâkın ve iyiliğin envâ-i çeşidini içinde barındıran bu âdetler o kadar insanî âdâblar ki her yıl tekrar tekrar yaşamak insana usanç vermiyor, aksine sevinçle karışık bir huzur hissettiriyor.