GENÇLİK VE EĞİTİM

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Okullar açılıyor; yeni bir eğitim mevsimi daha başlıyor. İlk ve ortaöğretimde 14 milyon; yüksek öğretimde de 1,5 milyon civarında çocuk ve gencimiz eğitim görecek. Bu sayı, katılabilmek için yıllardır mücadele edilen Avrupa Birliği’ndeki bir kısım ülkelerin nüfuslarından daha fazla. Dünyadaki gelişmiş ülkelerin çoğunda nüfus artışı ya duraklamış veya gerilemişken; ülkemiz, kalkınma yolunda lehte bir unsur mâhiyetindeki sahip olduğu genç nüfusu ile âdeta kıskandırıyor. Ancak bu husus, Türkiye’nin önünü kesmek isteyen şer odaklarını da tahrik ediyor; ülkenin önüne, baş edilmesi fevkalâde zor gāileler çıkarılıyor.

Okullarımız eğitim için gerekli şartlar ve imkânlar açısından yeterli midir? Ders müfredâtları ve öğretim usûlleri, zamanın icaplarına uygun mudur? Öğretmen câmiası meslekî müktesebâtı ve ruh hâli itibarıyla eğitime hazır durumda mıdır; şanlı mâzîmizdeki çok sayıda örnek şahsiyetlerde olduğu gibi, bir öğretmenin taşıması gereken yüksek haslet ve fazîletlerle donanmış mıdır? Okul; bir aile sıcaklığı ile talebeleri kucaklamakta, huzur ve muhabbetle kendine bağlamakta mıdır? Başarılı bir eğitim ve öğretim faaliyeti için; aileler ve okul, işbirliği içerisinde birbirlerini tamamlamakta mıdır?..

Eğitim, birtakım icapların yerine getirilmesiyle gerçekleşiveren basit bir vâkıa değildir. İnsan; en güzel sûrette yaratılmış ilâhî bir sanat eseri olması hasebiyle, fevkalâde muğlâk bir rûhî yapıya sahiptir. Her insan, kendi çerçevesinde ayrı bir dünyadır âdeta. Bu münasebetle her usûl herkeste aynı tesiri göstermez; fizikî formüller misali, aynı sebepler aynı şartlarda aynı neticeleri doğurmaz. Ferdin eğitimi, içinde yaşadığı çevrenin ve kendisine tesir eden bütün şartların muhassalasıyla şekillenir. Şahsî istîdat, mensup olunan aile, bir müessese olarak okul ve hayatın içinde geçtiği cemiyet bu bakımdan çok önemlidir; her birinin belli nisbetlerde tesiri vardır. Bir veya birkaç unsurdaki menfîlik, derecesine göre diğerlerine de tesir eder. Ailenin her şeyi okuldan beklemesi; okulun talebeyi «kafasının içine birtakım bilgilerin tıkıştırılacağı bir robot» olarak görmesi; eğitimde şahsî istîdâdın göz ardı edilmesi; cemiyetin gencin rûhî ve zihnî tekâmülüne müsbet bir katkı sağlamaktan uzak olması; karanlık sokakların genci teslim alması… gibi âmiller, kendi dışındaki diğer hususlar ne kadar yeterli olsa da, surda açılan gedikler misali, sağlam bir eğitim ve öğretime imkân vermeyecektir.

«Yarının büyükleri olan, bugünün küçükleri» milletlerin istikbâli mesâbesinde olmakla, müreffeh ve mesut yarınların inşası çerçevesinde, her türlü yatırıma hak kazanmaktadırlar. Bu sebeple; ideolojik devletler, başlarındaki müstebitlerin çizdikleri istikamette gençleri birer robot hâline getirmek maksadıyla, hususî sûrette beyinlerini yıkarlar. Bütün terör teşkilâtlarının da, canavarca emellerini gerçekleştirmek maksadıyla aynı usûlü kullandıkları bilinen bir husustur. “Ne ekersen onu biçersin.” diyor atalar. Bu cümleden olarak; istikbâlini emniyet altına almak, gittikçe zorlaşan dünya siyasetinde yer bulabilmek için eğitim meselesinde ne fedâkârlıklara katlanılsa değer.

Bir Çin atasözü eğitimin sabır isteyen keyfiyeti ile ilgili olarak;

“Bir yıl sonrasını düşünürsen buğday ek. On yıl sonrasını düşünürsen ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünürsen insanı eğit.” der.

Yine, eğitimin zarûreti de;

“Bir insana balık verirsen bir defa karnını doyurur; balık tutmayı öğretirsen ömür boyu…” diye ifade edilir.

Kur’ân-ı Kerim’de; «Dünya hayatının ziyneti» olarak ifade buyurulan evlât, insana üzerine titreyeceği bir emânet olarak verilmiştir. O, hadîs-i şerîfin işaret buyurduğu gibi insan için hayatından sonra da amel defterini açık tutan bir sevap veya hüsran kaynağı olmaktadır. Eğer evlât iyi yetiştirilebilmişse ne saâdet; aksi takdirde ise ne elem…

Evlâda karşı mükellefiyet, onun hemen doğuşundan itibaren başlar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; çocukla ilgili yapılacak ilk vazifenin, ona güzel bir isim koymak olduğunu ifade buyuruyor. Sonrası, nâdîde bir kanaviçe işler gibi, fıtratı muvâcehesinde onu eğitmek; kendini öğretmek…

“Kendini bilen Rabbini bilir.” buyuruluyor. Rabbini bilen de her şeyi yerli yerince bilir, tanır. Bu esası, Anadolu’nun gönül sultanlarından Yûnus Emre’miz şöyle ifade ediyor bilindiği üzere:

İlim ilim bilmektir,
İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır?

Çocuk, fıtratı üzere; usûlüne uygun tarzda yetiştirildiği takdirde gıpta edilecek firâsetli, istîdatlı ve hikmet nazarlı, olgun bir şahsiyet kazanır; halkımızın «büyümüş de küçülmüş» diye veciz bir şekilde ifade ettiği gibi. Asr-ı saâdetten beri bu minvalde pek çok örnek bilinmektedir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- acele ile gitmekte olan bir çocuğa bunun sebebini sorar. Onun namaz için böyle yaptığını öğrenince;

“–Ama sen daha çocuksun.” der. Aldığı şu cevap mü’minlerin emiri için son derece duygulandırıcı olur:

“–Mahallemizde yeni ölen çocuk benden daha küçüktü.”

Hak dostlarından Ebûbekir Varrak Hazretleri’nin beş-altı yaşlarındaki oğlu bir gün dersinden ağlayarak gelir. Sebebini soran babasına;

«Derste okudukları bir âyetin dehşeti içinde» olduğunu söyler ve Müzzemmil Sûresi’nin 17. âyet-i kerîmesini okur:

“Peki inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” meâlindeki âyet-i kerîmenin verdiği Allah korkusu ve âhiret endişesiyle yatağa düşen çocuk, kısa bir zaman sonra vefat eder.

“Bir gün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek;

“Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.

Çocuk da, zekâ ve basîret ile parıldayan gözleriyle İmâm’a döndü ve bir çocuktan beklenmeyecek şu ibretli cevabı verdi:

“Ey İmam! Benim düşmem basit, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Çünkü eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup ardınızdan gelenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur.”

Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine şu ihtarda bulundu:

“Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız.”1

İstanbul’u fethederek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; «Ne güzel kumandan!» iltifatlarına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han, bu ulvî sevdaya daha çocukken kapılmıştır. Devrin büyük âlimlerinden olan hocalarından Molla Gûrânî, bir gece geç vakitte şehzade Mehmed’in odasının ışıklarının yandığını görünce, merak sâikıyla yanına girer ve onun bir sır olarak saklamak istediği, İstanbul’un fetih plânlarıyla meşgul olduğunu görür. Genç şehzadenin, gördüğü fevkalâde kuvvetli ve şümullü eğitimle bu şahsiyet kıvamına ulaştığı muhakkaktır.

Bir hadîs-i şerifte;

“Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allâh’ı zikretmek ve O’na yaklaştıran şeylerle, ilim (mârifet ilmi) öğreten âlim ve (Hakk’a lâyıkıyla kul olmak için) tahsil gören talebe bundan müstesnâdır.” (Tirmizî, Zühd, 14) buyuruluyor.

Âlemlere rahmet olarak lutfedilen Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatları; ruhların ihyâ edilmesine yönelik olarak, şümullü bir eğitim ve öğretim faaliyetine vakfedilmiştir.

Mescid-i Nebevî’nin bir kısmı olan «Suffa», bugünkü tabiriyle yatılı ve gündüzlü olarak hususî eğitime tahsis edilmiştir. Ashâb-ı suffa -radıyallâhu anhüm- zamanlarının büyük kısmını «üsve-i hasene» olan O Varlık Nûru ile beraber geçirerek O’nun her hâlini müşâhede etme fırsatını bulmuşlar ve O’ndan her şeyi en geniş nisbette öğrenme imkânına sahip olmuşlardır. Bu öyle derin bir şahsiyet eğitimidir ki; câhiliyye devrinin taş yürekli kaba-saba insanları bile yeni bir rûhî kalıba girerek «mukaddes dâvâ» üstüne titreyen, gözü yaşlı, mahviyet sahibi insanlar hâline gelmişlerdir. Ruhlarda meydana gelen bu dâsitânî inkılâp, en müşahhas nebevî mûcizelerden birisi olarak zikredilmektedir. Her biri «yol gösteren yıldızlar» mesâbesine ulaşan bu örnek şahsiyetler; asrı saâdetten sonra kendilerini, taşıdıkları huzur iklimini meccânen yaymaya adayarak dünyaya dağılmışlardır. Onların tutuşturdukları gönüller de, insanlığın hayat damarlarını teşkil eden bu fahrî muallimliği, teselsülen asırlardan beri devam ettirmektedirler.

Ülkemizde, eğitim sistemi verimli bir şekilde çalışmakta ve nesiller keyfiyet bakımından ülkeyi istikbâle taşıyabilecek kıvamı kazanabilmekte midir?.. Gönül isterdi ki; bu gibi sorulara gönül rahatlığı ile müsbet cevaplar verilebilsin. Ancak ülkenin umumî manzarası, bunun mümkün olmadığını gösteriyor. Öyle ya; usûlünce konuşarak birbirini anlamak varken, şiddet mefhûmu cemiyetin her kesimini sarmışsa; güvenlik husûsu içtimâî hayatın en önemli meselesi hâline gelmişse; kanla beslenen terör, hiçbir mukaddesi tanımayacak kadar çıldırmışsa; umûmiyet itibarıyla, cemiyette kimse kimseyi tanımaz hâle gelmişse; milletlerarası seviyede başarılara sahip olunamıyorsa… istikbalden nasıl emin olunabilecek?

Eğitim sistemimizdeki en önemli problem, aslında içtimâî yapıya hâkim kılınmak istenen dünyevî (seküler) zihniyettir; modernizm ve çağdaşlık adına, mukaddeslerden mahrum bir ruh dünyasının inşa edilmesi gayretleridir; tabuların karanlığında ilmî gerçeklere yer bulunamamasıdır… Onun için, ideolojik fırtınalar en fazla bu sahada tahribat yapıyor.

Merhum Cemil MERİÇ;

“«İzm»ler, idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir.” diyor. Bu milletin geleceği mesâbesindeki gençlik, bahis mevzûu deli gömleklerine mahkûm edilmemeli; akılcı usûllerle, millî değerler çerçevesinde, asrın ilmî ve içtimâî muhteviyatını kavramaya istîdatlı bir şekilde yetiştirilmelidir.
Bir zamanlar, içtimâî yapımız bakımından batılı seyyahların da gıpta ile kaydettikleri üzere, altın devirler yaşamıştık. Bugünkü ârızalar başka bir gezegenden gelmediğine göre, durumu tekrar tersine çevirmek imkânsız olmasa gerek.

“Îmanlı, vatanperver, Allah’tan korkan, vatanını, milletini seven bir nesil yetiştirebilmek, gelecek açısından son derece elzemdir. Dolayısıyla evlâtlarımızı, şu veya bu moda fikirlerle, boş akım ve çalkantılarla, televole kültürü yaklaşımlarıyla, seviyesiz ve basit ölçülerle değil, en ideal seviyeler ve ölçüler ile yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Yoksa batı; gençliğini nasıl kaybettiyse biz de aynı şekilde fuhşun, satanizmin, narkotiğin ve daha ismi meçhul nice kötülüklerin pençesinde gençliğimizi ziyan ederiz.”2

Yahya Kemal;

Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de.

diye başlayan «Süleymaniye’de Bayram Sabahı» şiirinde, seher vakti ulu mâbede ve cemaate bakıp bayram ile coşan, galeyâna gelen hislerini terennüm eder; birlik ve beraberliği; ataları, zaferleri, mukaddesleri, Kosova’yı, Budin’i, Tunus-Cezayir’i… Eğitim bu heyecanı, tefekkür derinliğini ve idrak zeminini kazandırabiliyorsa, maksada ulaşılmış demektir; her günümüz bir bayram olur o zaman.
_____________________

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı Dergisi, Mayıs 2010, sa. 63.
2 Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı Dergisi, Ağustos 2007, sa. 30.