«SEYAHAT YÂ RASÛLÂLLAH!»

Dursun GÜRLEK dursun.gurlek@mynet.com

Gezmenin, dolaşmanın, hareket etmenin insan sağlığı için ne kadar lüzumlu olduğu öteden beri biliniyor. İşleyen demirin ışıldadığı gibi, faal hâlde bulunan vücut da dinçliğini ve zindeliğini koruyor. Peygamberimiz bir hadîs-i şeriflerinde;

“Seyahat ediniz ki sıhhat bulasınız!” buyuruyor. Birçok İslâm bilgini, aynı zamanda seyyahtır. Meselâ Şîrazlı Sâdî bunların başında geliyor. Doksan yıllık ömrünün otuz yılını seyahat ederek geçirdiğini, daha doğrusu değerlendirdiğini bizzat kendisi söylüyor.

Demek ki insan; seyahat sayesinde hem sağlığını muhafaza ediyor, hem de bilgi sahibi oluyor. Liseler arası yapılan münâzaralarda en çok işlenen konulardan birinin de okumakla ve gezmekle ilgili olduğunu bilirsiniz. İsterseniz o klâsik cümleyi de hemen söyleyeyim:

«Çok okuyan mı bilir çok gezen mi?»

Bilmem ki belirtmeye gerek var mı? Elbette çok okuyan da bilgi sahibi olur, çok gezen de -eğer gezmesini ve sezmesini biliyorsa- malûmat sahibi olur. Ama bir insan hem okuyor, hem de geziyorsa o da herhâlde «allâme» olur.

Dünyaca meşhur Marco Polo gibi, İbn-i Battuta gibi, Evliyâ Çelebi gibi isimler seyahat edebiyatının en gözde şahsiyetleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Bunların içinde bilhassa Evliyâ Çelebi, on ciltlik muazzam ve muhteşem seyahatnâmesiyle birinci sırayı teşkil ediyor.

On yedinci yüzyılın mütebahhir âlimi Kâtip Çelebi ne kadar takdir ediliyorsa, dînî edebiyatımızın çok önemli ismi Süleyman Çelebi ne derece seviliyorsa, büyük seyyahımız Evliyâ Çelebi de o nisbette saygı ve hürmet görüyor. Ama bir grup insan var ki, hem bu çelebilerimizi yeteri kadar tanımıyorlar, hem de ileri geri konuşmaktan çekinmiyorlar. Son günlerde ortaya çıkan birtakım nevzuhur ilâhiyatçılar, Süleyman Çelebi Hazretleri’ni ve Mevlid’ini küçümsedikleri gibi kültür fukarâsı bazı kendini bilmezler de, Evliyâ Çelebi’yi palavracılıkla, yalancılıkla suçluyorlar.

Bir sohbet esnasında, Evliyâ Çelebi’nin seyahatnâmesinden üç-beş can alıcı anekdot nakledince dinleyiciler arasından biri, ayağa kalktı, bunların yalan olduğunu söyledi. Ortalıkta soğuk bir hava esti. Cahile lâf anlatmanın, deveyi hendekten atlatmak kadar zor olduğunu çok iyi bildiğim için, uzun uzun cevap verme gereğini duymadım. Sadece;

“Evliyâ yalan söylemez!” demekle yetindim.

Gerçekten de Evliyâmız on ciltlik külliyâtının hiçbir yerinde yalan söylemiyor, sadece biraz abartıyor veya köpürtüyor. Unutmayalım ki mübalâğa da edebî sanatlardan biridir ve erbabı tarafından yapılınca hem kulağa, hem göze ayrı bir zevk veriyor. Çelebimiz;

“Bir kış, Sivas’ta öyle bir soğuk oldu ki, ocakta ateş dondu!” sözüyle kışın şiddetini ve hiddetini vurguluyor. Yoksa o da pekâlâ bilir ki, soğuk ne kadar fazla olursa olsun, ateş donmaz. Şimdi siz, bunu böyle anlamayıp da;

“Görüyor musunuz, Evliyâ Çelebi kitabında ateşin donduğunu söylüyor.” diyerek kendisini yalancılıkla suçlamaya kalkışırsanız, hem asıl yalancı siz olursunuz hem de anlayışsızlığınız veya kötü niyetiniz ortaya çıkar.

Bir de meselenin şu yönü var. Evliyâ Çelebi, genellikle böyle mübalâğalı ifadeleri kendi sözleri olarak nakletmiyor; gittiği memleketlerin halkını, onların konuşma tarzlarını, anlatım şekillerini kast ederek;

“Burada böyle derler, böyle rivâyet ederler, böyle anlatırlar…” demek istiyor. Bu inceliğin farkında olmayan okuyucu, Evliyâ’yı anlamakta zorlandığı gibi, mübalâğacılıkla suçlamaktan kendini alamaz.

Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nin tamamını okumadan, seçmeleri olsun gözden geçirmeden fikir beyan edenler genellikle yanılıyorlar. Ne yazık ki bunların arasında anlı-şanlı yazarlara, dünyaca ünlü romancılara bile rastlanıyor. 1 Nisan 2010 tarihli Habertürk gazetesinde Elif ŞAFAK imzasıyla yayınlanan bir yazıda Evliyâ Çelebi’mizin meşhur rüyası okuyucuya yanlış aktarılıyor. Fâhiş bir hata yapılıyor. «Çok Okuyan mı Bilir?» başlığıyla kaleme alınan yazı şu cümlelerle sona eriyor:

«Abd-i hakîr Evliyâ-yı fakîr sevgili Evliyâ Çelebi, rûhu şâd olsun, tüm memâlik-i Osmaniye’yi gezmiş; yedikleri içtikleri onun olsun, ama gördüklerini kaleme alıp bizlere aktardı. Sayesinde geçmiş çok daha canlı gözümüzün önünde.»

Buraya kadar her şey yolunda. Asıl yanlışlık bundan sonra yapılıyor. Elif Hanım diyor ki;

“Gerçi o rüyasında Rab’den «şefâat» dileyeceğine yanlışlıkla «seyahat» dilediğini söyler. Dili sürçmüştür, öyle başlar seyahatlerine…”

Hemen belirtmek gerekir ki Rab’den şefâat dilemek İslâm inancına aykırı bir durumdur. Şefâat deyince Peygamberimiz akla gelir. Sonra; «Rab’den» sözü, biraz da hıristiyânî bir söyleyiş tarzını andırıyor. Kaldı ki rüyada Allâh’ı görmek, Allah ile konuşmak da söz konusu olamaz. Cenâb-ı Hak’la ancak peygamberler mükâleme edebilirler (konuşabilirler). Kelâm derslerinin en basit konularından biri de budur ve bunun böyle olduğunu sıradan bir müslüman bile bilir.

Kaldı ki, Evliyâmız o güzel üslûbuyla bir de kelime oyunu yapıyor, heyecandan dilinin sürçtüğünü söyleyerek;

“Şefâat yâ Rasûlâllah!” yerine;

“Seyahat yâ Rasûlâllah!” dediğini belirtiyor.

Ben; Elif Hanım’ın bu yazısını okuduktan sonra, belki yanlışını düzeltir veya okur-yazar takımından biri tashih eder diye bir süre bekledim. Heyhat! Ne yazarından ne de okuyucularından bir ikaz söz konusu olmadı. Hâlbuki eski kalem erbabı, hasbe’l-beşer yapılan hatalara bile tahammül edemiyorlar. Hemen gereken cevabı münasip bir üslûpla veriyorlardı. Bence iyi de yapıyorlardı. Çünkü haklı ve yerinde tenkitlere, garazkâr olmamak ve küçümsememek şartıyla yapılan eleştirilere şiddetle ihtiyaç var.

Peyami SAFA, Burhan FELEK, Necip Fazıl, Cemil MERİÇ gibi güçlü kalemler «tashih», «tavzih» «tasvip» konularında da son derece titizdiler. Bilmem ki söylemeye gerek var mı, işte bu titizliklerinden, bu hassâsiyetlerinden dolayı yazıları büyük bir zevkle okunuyordu. Onlar değil bilgi yanlışlarına, imlâ ve gramer hatalarına bile tahammül edemiyorlardı.

Ne yalan söyleyeyim; Evliyâ’nın bu ünlü rüyasını anlatırken;

“Seyahat yâ Rasûlâllah!” sözünü;

“Seyahat yâ Rasûlullah!” diye kullananları görünce ben de rahatsız oluyorum. Bu da tabiîdir, çünkü ikinci söyleyiş yanlıştır. Bu yanlışlığa bazı profesörlerin kitaplarında bile rastladığımı söylersem şaşırmayınız.

Söz buraya gelmişken, başta kendi seyahatnâmesi olmak üzere Evliyâ Çelebi’den bahseden hemen hemen her kaynakta yer alan o meşhur rüyayı «teberrüken» nakledeyim:

İstanbul aynı zamanda «çelebiler» şehri olarak ayrı bir özellik ve güzellik sergiliyor. Bu tarihî şehrin ilk kadısı ve ilk belediye başkanı Hızır Çelebi, büyük tarih ve coğrafya bilgini Kâtip Çelebi İstanbul’un ortasında, Unkapanı’nda ebedî uykularını uyuyorlar. Kezâ Evliyâ Çelebi de Unkapanı’nda dünyaya geliyor. O ünlü rüyasını da Unkapanı’na çok yakın olan Ahî Çelebi Camii’nde görüyor.

“Ben seyyâh-ı âlem Evliyâ-yı bî-riyâ Mehmed Zılli İbn-i Derviş, doğduğum belde olan İstanbul’daki evimizde 1041 Muharremi’nin aşûre gecesi yarı uyur yarı uyanıkken bir rüya gördüm…” diyor ve nev-i şahsına münhasır üslûbuyla şöyle anlatıyor:

“Yemiş İskelesi’nin yanında, Ahî Çelebi Camii’nin içindeyim. Birden caminin kapısı açıldı ve içerisi pür silâh askerle doldu. Sabah namazının sünnetini edâ edip salevâta başladılar. Ben hakîr minberin dibindeydim. Hemen yanımdakine bakarak;

«–Benim sultanım, cenâb-ı şerîfiniz kimsiniz? İsm-i şerîfinizi bize ihsan buyurunuz.» dedim.

«–Aşere-i mübeşşereden kemankeşlerin pîri Sa‘d bin Ebî Vakkas’ım.» deyince elini öptüm.

«–Ya sultanım! Bu sağ tarafta nur içindeki cemaat-i makbûle kimdir?» dedim.

«–Enbiyânın, evliyânın, sahâbe-i kirâmın, muhâcirînin ve Kerbelâ şehidlerinin ruhlarıdır. Mihrabın sağındaki Hazret-i Ebûbekir ve Ömer, mihrabın solundaki Hazret-i Osman ve Ali’dir. Mihrabın önündeki Veysel Karânî’dir. Caminin sonunda duvar dibindeki siyah adam Bilâl-i Habeşî’dir…» diye cümle cami içinde olan cemaati bu hakîre birer birer gösterdi.

«–Ya sultanım, bu cemaatin bu camide toplanmalarının aslı nedir?» dedim.

«–Azak taraflarında askerleri sıkışmış olan Kırım Hanı’na imdada gideriz. Şimdi Hazret-i Peygamber de İmâm-ı Hasan ve Hüseyin, on iki imam ve bizden gayri aşere-i mübeşşere ile gelerek sabah namazının sünnetini edâ edip, sana;

‘Kāmet getir.’ diye işaret buyururlar. Sen de yüksek sesle kāmet getirip selâmdan sonra Âyetü’l-Kürsî’yi oku.

Bilâl;

‘Sübhânallah!’ desin.

Sen;

‘Elhamdülillâh!’ de.

Bilâl;

‘Allâhüekber!’ desin.

Sen;

‘Âmîn! Âmîn!’ de.

Cümle cemaat tevhid ederiz. Sonra sen kalk, mihrapta Peygamberimiz otururken elini öp:

‘Şefâat yâ Râsûlâllah!’ diye medet rica eyle!» dedi.

Onu gördüm ki caminin kapısından bir nur çıktı. Herkes ayağa kalktı. Yüzünde nikâbı, elinde asâsı, belinde kılıcı ile Hazret-i Peygamber göründü. Sağında imam Hasan, solunda imam Hüseyin ile mübârek sağ ayağını besmele ile camiin içine atarken yüzündeki örtüyü açtı ve;

“–es-Selâmü aleyküm ey ümmetim!” buyurdular.

Cemaat;

“–Ve aleykümü’s-selâm yâ Rasûlâllah!” diye selâm aldılar. Hemen mihraba geçip iki rekât sabah namazının sünnetini edâ ettiler. Selâmdan sonra sağ tarafını bana işaret ettiler. Hemen Sa‘d bin Ebî Vakkas’ın talimi üzere segâh makamında kāmet getirdim. Peygamber de segâh makamında hazin bir sesle Fâtiha okudu…

Nihayet Sa‘d bin Ebî Vakkas elimden tutup beni Rasûlullâh’ın huzûruna götürdü:

“–Âşık-ı sâdıkın Evliyâ kulun şefâatini rica eder.” derken bana da;

“Mübârek elini öp!” dedi. Beni bir ağlama tuttu. Ellerini öperken;

“–Şefâat yâ Rasûlâllah!” diyecek yerde;

“Seyahat yâ Rasûlâllah!” demişim.

Hazret-i Peygamber tebessüm etti:

“Şefâat ettim. Sıhhat ve selâmetle seyahat et!” buyurdular. Hemen Sa‘d bin Ebî Vakkas Hazretleri;

“–Yürü… Seyyâh-ı âlem olursun. Ama gezip dolaştığın memleketleri, kaleleri, beldeleri, acîb ve garip eserleri, her diyarın medhedilen sanayiini, yiyecek ve içeceğini yazarak bir eser meydana koy. Dünya ve âhiret benim oğlum ol. Doğru yoldan ayrılma, gıll ü gîşdan (kin ve hileden) uzak dur. Tuz ve ekmek hakkını gözet. Yaramazlara yâr olma. İyilerden iyilik öğren…” diye nasihat etti. Alnımdan öptü. Camiden çıkıp gittiler.

Uyandım. İçimde bir ferahlık vardı. Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nin şeyhi Abdullah Dede’ye varıp rüyamı anlattım.

“Sa‘d bin Ebî Vakkas’ın nasihatı üzere evvelâ bizim İstanbulcağızımızı yazmaya gayret eyle, bu hususta elinden geleni sarf eyle.” dedi. İstanbul’u yazmaya başladık.”*

Cancağızım! İstanbulcağızı, Evliyâ’nın ağzından dinlemeye ne dersin?

_________________

* A. Ragıp AKYAVAŞ, Üstâd-ı Hayat, c. 2, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 44-45.