ÇEVRESİNDE SİNEKLER UÇUŞUYOR!

Handenur YÜKSEL

Batıda «Avicenna» adıyla tanınan, «filozofların prensi» diye de isimlendirilen, Orta Çağ tıbbının önde gelen temsilcisi, dünyaca tanınmış filozof İbn-i Sînâ, 980 yılı civarında Buhârâ yakınlarında doğdu. Olağanüstü bir zekâya sahip olduğundan, küçük yaşta dikkatleri üzerinde topladı. Önce Kur’ân’ı ezberledi; ardından dil, edebiyat, akāid ve fıkıh öğrenimi gördü. Sonra da aritmetik, geometri, Hint matematiği, astronomi ve felsefe tahsil etti. Felsefenin bütün disiplinlerinde iyi bir donanıma sahip olduktan sonra tıp öğrenimine başladı. Felsefe ve tıp alanında büyük ün kazanan İbn-i Sînâ, henüz 18 yaşında iken saray hekimliğine getirilmişti. İlerleyen yıllarda Buhârâ’dan ayrılan ve çeşitli devletlerin saraylarında vezirlik ve hekimlik yapan İbn-i Sînâ, talebe yetiştirmeye ve kitap telifine hiç ara vermeden devam etti. 1037 yılında, Hemedan’da vefat ederek oraya defnedilen İbn-i Sînâ, tıp alanındaki eserleriyle hem İslâm dünyasını, hem de Avrupa tıp geleneğini derinden etkilemişti.

***

Büyük İslâm filozofu İbn-i Sînâ’nın hem hâfızası, hem de gözleri son derece kuvvetliydi. Bir gün hükümdarın yanına girdiğinde, yanındaki dürbünü gördü. İbn-i Sînâ’nın, dikkatle dürbüne baktığını gören hükümdar, o bir şey söylemeden izah etti:

“–Dört fersahlık mesafedeki şu süvarinin kim olduğunu anlamak için bulunduruyorum.”

İbn-i Sînâ;

“–Bu kadar kısa bir mesafede dürbüne ne gerek var!” diye cevap verdi. Bakışlarını, süvarinin geldiği tarafa dikerek, adamın şeklini, şemâilini ve bindiği atın rengini söyledi. Hükümdar şaşkın şaşkın bakarken, filozof ilâve etti:

“–Adam tatlı bir şeyler yiyor.”

Hükümdarın şaşkınlığı iyice artmıştı:

“–Süvarinin yediği şeyin tatlılığı görülür bir cisim değildir. Bunu nasıl anladın?”

“–Yediği şeyin etrafında sinekler uçuşuyor, belli ki tatlı bir şey yemektedir!”

ALTINLARI FAKİRLERE DAĞITSIN!

Büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi 1645 yılında Taşköprü’de doğdu. İsmi Hasan bin Recep bin Şehid Muhammed, lakabı Ünsî’dir. İlk dersini babasından alan Hasan Efendi, henüz yirmi yaşlarında iken Ayasofya Camii’nde ders okutmaya başladı. Orada Mesnevî’den anlatır, ilimle meşgul olurdu. Bir dostunun teşvikiyle Üsküdar Atik Vâlide Camii’nde Şeyh Karabaş Ali Efendi’ye intisab ederek, ondan ders almaya başladı. Daha sonra hocasının izniyle iki sene kadar sarayda vaaz etti. Bu dönemde, -Enderun ağaları dâhil- saraydaki herkes Hasan Efendi’nin talebesi oldular. 1664’te şeyhi Ali Efendi’den icâzet alan Hasan Efendi, onun tavsiyesiyle İstanbul yakasına geçip Ayasofya yakınlarındaki Acemağa Camii’ne yerleşti, talebe yetiştirmeye başladı. Sonraki yıllarda hizmetini Bâb-ı Âli yakınlarındaki Aydınoğlu Dergâhı’nda sürdüren Ünsî Efendi, 1723’te aynı dergâhta vefat etti. Bu mekânın hazîresinde bulunan, örtülü taş türbede medfundur.

***

1711 yılıydı… Kethüdâ Osman Ağa, bir sefer sırasında görülen ihmali sebebiyle Sultan III. Ahmed Han tarafından Kavak Kalesi’ne hapsedilmişti. Osman Ağa, bir adamı vasıtasıyla, devrin mâneviyat büyüğü Ünsî Hasan Efendi’ye 200 altın gönderdi ve;

“Şeyh Efendi’ye selâm ve hürmetlerimi bildiriniz, mübârek ellerinden öperim. Bizim işin sonu nereye varır?” diye haber saldı.

Bir müddet sonra Ünsî Hasan Efendi’yi ziyaret eden Osman Ağa’nın adamı, altınları şeyhin önüne koyduktan sonra, ağasının dileğini arz etti. Bu davranış üzerine Hasan Efendi;

“Biz, bu dediğiniz işin erbabı değiliz. Sen bu altınları götür, yine sahibine ver!” diye geri çevirdi. Adam talebinde ısrar edince, Ünsî Hazretleri kesin konuştu:

“Sen bu altınları geri götür! Osman Ağa da âhiret tedâriki için bunları fakirlere dağıtsın.” Aradan çok geçmemişti ki, Kethüdâ Osman Ağa idam edildi.

GÜL KAVMİNİ SEVERİM!

Mahallîleşme akımının 18. asırdaki en büyük temsilcisi olan Şair Nedim, 1681 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmed, babasının adı Kadı Mehmed Efendi’dir. İyi bir tahsil görmüş, dönemin klâsik ilimlerinin yanında Arapça ve Farsça da öğrenmiş, hariç medresesi müderrisliğine hak kazanmıştı. Sultan III. Ahmed döneminin başlarında şiirleriyle de tanınmaya başlayan Nedim, Lâle Devri’nin ünlü veziri Damat İbrahim Paşa’nın yakın çevresine katılmıştı. Sahn-ı Semân da dâhil olmak üzere pek çok medresede müderrislik yapmıştı. 1730 yılı içinde çıkan Patrona Halil İsyanı sırasında Sekban Ali Paşa Medresesinde görevliydi. Yurt içinde ve yurt dışındaki kütüphanelerde 45 kadar nüshası tespit edilmiş olan Dîvân’ı, ünlü şairin en önemli eseridir. Nedim, Patrona İsyanı sırasında İstanbul’da vefat etmiş, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmişti.

***

Şair Nedim, bir gün Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın huzurunda iken, çeşitli milletlerin özelliklerinden söz açılmıştı. Nedim sohbete karışmıyor, sadece dinlemekle iktifâ ediyordu. Bu durumu fark eden İbrahim Paşa şöyle sordu:

“–Nedim Efendi, neden hep susuyorsun? Sen de söylesene, en fazla hangi milleti seviyorsun?”

Nedim saygı ile;

“–Kendi milletimi paşam!”

“–O başka, biz diğer milletlerden söz ediyoruz. Sen, onlardan hangisini daha çok seversin ve niçin seversin?”

Şair şöyle cevap verdi:

“–Kulunuz en çok gül kavmini severim. Çünkü o latif milletin, bize hiçbir zaman kötülüğü dokunmaz!”

ALTINA İMZANIZI ATINCA!

19. asırda yetişen hattatlarımızın en büyüklerinden biri olan Sâmi Efendi, 1838 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Hacı Mahmud Efendi’dir. Küçük yaşlardan itibaren sülüs, nesih, celî ve dîvânî yazılar yazmış, bütün bu yazı çeşitlerinde üstün başarı göstermişti. Son derece hassas ve dikkatli bir kimse olan Sâmi Efendi, nüktedan ve rind-meşrep bir zattı. Çok defa güzel hikâyeler anlatarak etrafındakileri güldürür, ama kendisi hiç gülmezdi. Gece sohbetleri tertip eder, misafirlerine ikramı pek severdi. Misafirleri için bahçesinden meyve topladığı, akşamüzerleri onlara süt ikram ettiği bile bilinirdi. Beş vakit namazını geçirmez, oruçlarını aksatmaz, nâfile namazlar kılardı. Pek çok değerli talebeye icâzet verdikten sonra, 1912 yılında yine İstanbul’da vefat etti.

***

Üstad Hattat Sâmi Efendi; meşhur olduğu bir dönemde, kendisi tarafından yazılmamış, lâkin imzasını taşıyan bazı celî yazılarının levha yapılıp piyasada satıldığını duymuştu. Dostları soruşturma yapmış, yazıların Vâlide Hanı’ndaki bir Acem tarafından imzalandığını öğrenmişlerdi. Olayı damadı Suat Bey’e şöyle anlatmıştı:

Bir gün kalktım, Vâlide Hanı’na gittim ve adı geçen dükkânın kapısını tıklattım. İçeriden kalınca bir ses;

“–Gel!” dedi. Girdim baktım ki, iri yarı bir Acem, ortada bir sehpa üzerindeki levhaya eğilmiş. Herifin bir elinde fırça bir şeyler yazıyor, diğer elinde nargile marpucu fokurdata fokurdata içiyor. Hazır bulunan levhayı göstererek;

“–Mavlânâ, bu kimin yazısı?” diye sordum. Kibir dolu bakışlarını bana doğru yönelterek;

“–Sâmi’nin!” dedi. Sinirlenmiştim…

“–Vallâhi ben yazmadım, billâhi ben yazmadım!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Adam, telâşla yerinden fırlayıp elime-ayağıma kapandı.

“–Efendim; diğer hattatlardan, kimin olursa olsun, kalıplarını yapıp hakikî imzalarını dahî koysam, kimse on para vermiyor. Ama sizin olmayan yazıların altına imzanızı atınca, halk kapış kapış alıyor, ben de böylece çoluk çocuğumu geçindiriyorum. Ne olur affedin…” dedi. Adamı bu işten güçlükle vazgeçirebilmiştim…