Rûhun En Âsûde ve Muhkem Sığınağı SABIR VE ŞÜKÜR

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Ricâl-i kibar;

“İki cihan, bir gönül için yaratılmıştır.” buyuruyorlar; Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun insana lutfettiği değeri ifade sadedinde.

Nitekim; Kur’ân-ı Kerim’de de insanın önüne serilen sonsuz nimetleri beyan muvâcehesinde;

“O; göklerde ve yerde bulunan her şeyi, kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz, bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.” (el-Câsiye, 13) buyuruluyor. İlâhî sıfatlardan hisse alma gibi, fevkalâde ulvî bir ihsanla şereflenen ve teçhiz edildiği idrak üstü yüksek değerlerle yeryüzünde «halîfe» olarak takdir buyurulan bu «îcad bedîası»; «elest bezmi»nde yüce Hālik’ı ile yaptığı mîsakla, O -celle celâlühû-’yu Rab olarak kabul etmiştir. Ezelde yapılan bu kulluk taahhüdü, insanın takip etmeye söz verdiği istikamettir; uymakla mükellef olduğu değerler manzûmesidir.

Sabır ve şükür; insanı kemâle erdiren, onu has bir kul hâline getiren, fevkalâde değerli iki esas fazîlettir. Rûhu, Hak dostluğu makamına yücelten ve birbirini tamamlayan iki kanattır. Her ikisi de birbirinin hem sebebi, hem neticesidir; sabır şükrü, şükür de sabrı doğurur.

Bütün güzel semereler, sabır ve şükür ile devşirilir. Maddî-mânevî, güzel olan her ne eser varsa; uzun, meşakkatli, çileli ve sabırlı gayretlerin, şükürle taçlandırılmasının bir neticesidir. Eğitim faaliyetleri, ilmî icatlar, keşifler, sanat eserleri, devletler, cemiyetler, fikirler, sistemler ilh. Âdeta iğne ile kuyu kazılarak, sabırla ve şükürle kanatlanıp aşılan engebelerin sonunda ulaşılan hedef, sekînetle tatmin olan rûhun âsûde bir sığınağıdır. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allah, sabredenlerin mükâfatını hesapsız verir.” (ez-Zümer, 10);

“Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (İbrahim, 7) gibi pek çok beyanlarla sabır ve şükür meziyetleri müjdelerle övülmektedir. Yine bir hadîs-i kudsîde, mesele şöyle ifade buyurulmaktadır:

“Ey âdemoğlu! Ben’im kazalarıma rızâ göstermeyen, belâlarıma sabretmeyen, nimetlerime şükretmeyen ve verdiklerime kanaat etmeyen, daha fazlasını, beterini beklesin.”

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Sabrın başlangıcı acı, sonu tatlı ve lezzetlidir.”;

“Bir kimseye sabırdan hayırlı bir meziyet verilmemiştir.”;

“Siz zikreden dil, şükreden kalbe sahip olunuz.” gibi pek çok hadîs-i şerifleriyle sabrı ve şükrü emretmişlerdir. Sonsuz nimetler içinde yaşayan insanoğlunun, gaflete düşüp mâlâyânî girdabında heder olmaması, saâdet yoluna girebilmesi; kalbin bu fazîletlerle doymasıyla mümkündür.

“Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar nimeti varken, onları ye; kendini yeme.” derler bir nükte olarak.

Şeyh Sâdî -kuddise sirruh- da;

“İnsanın her nefeste iki şükür borcu vardır; biri alırken, diğeri verirken.” buyuruyor; şükrün keyfiyeti sadedinde.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatlarının her ânı, sabır ve şükür fazîletlerinin zirve noktalarıdır. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tâif’te, mübârek vücutlarını kan-revân içinde bırakan müşriklere, hidâyetleri için duâ eden; Hendek Harbi’nde, her şeylerini kendisine fedâ eden ashâbı varken, kendini onların üstünde görmeyip açlıktan karnına taş bağlayan; Mekke’nin fethi gününde şehre devesinin boynu üzerinde şükür hâlinde secde eder bir şekilde giren ve umumî bir afla gönülleri bayram ettiren… kâbına varılamaz bir şükür ve sabır âbidesidir. O Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, ayakları şişinceye kadar ibâdet ettiğini gören ve «geçmiş ve gelecek günahları affedildiği hâlde niçin bu kadar çok yorulduğunu» soran Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz’e buyurduğu şu cevap, şükrün önemini ne kadar mânâlı ifade etmektedir:

“Yâ Âişe; Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?”

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafında pervâne olan ve bu sûretle her biri «gökteki yıldızlar» mesâbesine ulaşan ashâb-ı kiram hazerâtı da, O Varlık Nûru’nun bu yüksek meziyetlerini en mükemmel seviyede aksettiren şahsiyetler olmuşlardır. Onları takip eden ve İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Beni görmeden tâbî olan kardeşlerim.” diye iltifat buyurduğu bütün Hak dostları ve sâlih kullar da teselsülen, istîdatları nisbetinde bu istikametin yolcuları olmakla şeref kazanmışlardır.

«Hakk’ı bâtıldan ayıran» mânâsındaki «Fâruk» lakabıyla şereflenen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfe iken, dâhî kumandan Hazret-i Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’ın girdiği bütün muharebelerden zaferle çıkması dolayısıyla, halk arasında; «O’nun idare edeceği her muharebenin kazanılacağı» gibi bir kanaatin yerleşmekte olduğunu sezer. Yine bu büyük kumandanın idare ettiği bir muharebe esnasında, bir başka kumandan tayin ederek O’nun vazifesine son verir. Emri alan Hazret-i Hâlid -radıyallâhu anh- derhâl kumandayı devredip, bir nefer olarak cenge devam eder.

Halîfe Hazretleri, harpte zaferin şahıslara izâfe edilerek, Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun bir takdiri olduğundan ve şükrün ifadesinden gaflete düşülebileceğinden endişe etmiştir. Gaye Hakk’ın rızâsı olduğundan, her iki taraf da olması gerekeni yapmışlardır.

Doğru istikametten ayrılmamak, vakarı korumak, önder olabilmek; gerektiğinde acı sabır ilâcını içmeye râzı olabilmekle mümkündür. Bunu yapabilenler tarihe iz bırakan âbideler olarak geçerler; devrinin birçok âlimleri idarecilere râm olurken, buna tenezzül etmeyip Hak uğruna zindanlarda ölmeyi göze alan İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Şâfiî Hazretleri gibi. Bu mübârek şahsiyetlerin ihlâsları geniş bir coğrafyada mâkes bulmuş; büyük kitlelerin yollarını aydınlatan çerağ olmuşlardır.

Bir an şükürden gafil olmak, ihlâs sâhibi kulların en büyük korkularındandır. Anadolu’yu İslâm’a açan Sultan Alparslan, sûikasta uğradığında şehâdetin eşiğinden geçerken bir pişmanlığını ikrar eder; ordusunu son teftişinde bir tepeden seyrederken;

“Bu ordu ile hangi muharebe kazanılmaz ki?” diye düşündüğünü, bu başına geleni de o gafletinin bir cezası olarak gördüğünü söyler.

Dirâyet âbidesi Fatih Sultan Mehmed Han, sarp dağlardan aşıp Trabzon’un fethine giderken; misafiri olan Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hatun;

“–Trabzon’un fethi, bu kadar meşakkate değer mi?” diye sorar. Fatih Sultan’ın cevabı, sarsılmaz bir azmin tezâhürüdür:

“–Ana! Cihad uğruna bu sıkıntıya sabredemezsek, bize «Gazi» demek yakışır mı?”

Koca Fatih, İstanbul’u fethedip Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in iltifatlarına mazhar olarak şehre girerken;

“Büyük bir vakar ve celâdetle kılıcını kaldırarak;

«Gaziler, hamdolsun fâtih-i Konstantaniyye oldunuz!» sözleriyle askeri tebrik eder.”

Akşemseddin Hazretleri; halkın arasında yol alırken, kendisine sultan zannedilerek yapılan tezâhüratı, mahcubiyetle Fatih’e yöneltmeye gayret eder. Sultan ise, mahviyet içerisinde, gülerek şöyle seslenir:

“Gidiniz yine ona gidiniz! Sultan benim, lâkin o benim hocamdır!”1

Sabır; bir işte sıkıntılarla, zorluklarla karşılaşıldığı zaman ümidi kesmeyip, tedirgin olmadan, üzülmeden elinden gelen gayreti sarf ederek hayırlı neticeyi Allah Teâlâ -celle celâlühû-’dan beklemektir. Hayır umulan şeylerde şer; şer umulanlarda hayır olabileceği için, O kudreti sonsuz Rabbimiz’den hayırlısını temennî edip, takdire de râzı olmak gerekir. “Sabır, sıfatların en güzeli, ahlâkın en yüksek derecesidir. Dünya ve âhirette makamların en yükseği, sabır sahiplerinin makamıdır. Sabrın derecesi, en yüksek iyiliklerin derecesi ile birdir. Sabredenler, günahları bağışlanacak olan mü’minlerdir. Allâh’ın has kulları işe duâ ile başlar, duâ ile bitirirler.” (ez-Zümer, 10; el-Ahzâb, 35)2

“Şükür; kadir kıymet bilmek, elde edilen faydanın karşılığını vermek demektir. Kadir ve kıymet bilmek üç şekilde olur: Kalple, dille ve âzâlarımızla. Kalp, kıymeti bilip, kabul etmeli; dil bunu söylemeli; âzâlarımız da şükrü edâ etmeye hazır olmalıdır. Şükrün zıddı küfürdür. Âyetlerden anlaşıldığına göre, ihsan ve nimetin kıymetinin bilinmemesinin adı, küfürdür. Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve ihsanlarına şükretmek; doğru yolu tutmak ve Allâh’ın emir ve yasaklarına hakkıyla uymakla olur. Şükür îmânın temelidir.”3

Ramazan’la taçlanan mübârek «üç aylar»; insan rûhunun dinlendiği, rahmet yağmurlarıyla yıkanıp arındığı, dirildiği; hayata yeni bir başlangıç yaptığı ilâhî ikramlarla, lezzetlerle dolu bir iklimdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Recep ayı Allah Teâlâ’nın; Şaban ayı benim; Ramazan ayı da ümmetimin ayıdır.” buyuruyor.

Cebrâil -aleyhisselâm-’ın;

“Ramazan-ı şerîfi idrak edip de günahlarından kurtulamayan kişinin rahmetten uzak olması…” duâsına, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Âmîn!” buyurdukları biliniyor. Bu cümleden olarak;

“Recep, hürmet; Şaban, hizmet; Ramazan nimet ayıdır.”;

“Recep, tevbe ve inâbet; Şaban, muhabbet; Ramazan ise karâbet ayıdır.”;

“Recep, tohum ekme; Şaban, sulama; Ramazan ise hasat ayıdır.” gibi çok çeşitli şekillerde vasfedilir bu mübârek zaman dilimi; kalbe kazandıracağı kıvamla alâkalı olarak.

Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un bir romanı olan «Gün Olur Asra Bedel», muhtevâsı gibi adı da «zaman zaman içinde» gibi bir mânâ çağrıştırıyor.

Mübârek «üç aylar» da, Rabbimiz’in bir lutfu olarak, değer bakımından asra bedel günler taşıyan verimli bir rahmet iklimi. İlk iki ayda pek büyük müjdelerle nâfile olarak tavsiye buyurulan, Ramazan ayında ise farz olarak emredilen oruç ibâdeti; ahkâmına riâyet edilerek tutulduğu takdirde, maddî ve mânevî hastalıklara da şifâdır aynı zamanda. Bu keyfiyete bağlı olarak da, «avam orucu», «havas orucu» ve «ehassü’l-havas» orucu olarak tasnif ediliyor; rûha kazandırabileceği irtifâ sadedinde.

En seviyeli oruç; Hak dostluğu ile şereflenen selîm kalpleri, mâverâya kanatlandıran bir vasıta olacaktır elbette. Bir misal vermek gerekirse; son devrin Hak dostlarından Yaman Dede;

“Sıcak bir günde Allâh’ın rızâsını kazanmak için yiyip içmekten mahrum olmanın zevki, neşesi; yiyip içmenin zevkinden milyonlarca, milyarlarca kat daha yüksektir.” diyor.4

Çok şükür ki; mukaddesâtına bağlı olan milletimiz, umumiyet itibarıyla, mübârek günlere gönülden bağlılığını devam ettiriyor. Camiler ve Hakk’a yakınlaşmaya vesile olan türbeler dolup dolup taşıyor… Coşan gönüller, bu mübârek vakitlerdeki rahmet sağanağında yıkanabilmek; bereketinden, feyzinden faydalanabilmek için yarışıyor.

Oruç ibâdetinde, yüce Rabbimiz’in ihsan buyurduğu nimetlerin bir kısmından, yine O -celle celâlühû-’nun rızâsını kazanabilmek için belli bir müddet mahrum kalmak; nefsin en önemli arzularını belli bir müddet tehir etmek, fevkalâde tesirli bir irade talimidir. Riyâsız bir kulluk tezâhürüdür. Her ânıyla bir tefekkür, bir sabır ve şükür eğitimidir. Çeşitli mevkilerdeki fertleri, diğergâmlık mihverinde toplamasıyla; içtimâî dayanışmanın teessüsü, cemiyet sağlığı ve saâdetinin anahtarıdır.
________________

1 Can ALPGÜVENÇ, Yüzakı, s. 64.
2 S. Süleyman en-Nedvî, İslâm Ahlâk Nizamı, Erkam Yay., İst. 1990, s. 377.
3 S. Süleyman en-Nedvî, a. g. e., s. 380.
4 Mustafa ÖZDAMAR, Yaman Dede, Kırk Kandil Yay., İst. 2008, s. 353.