Kur’ân’ın Feyz, Vecd ve Rûhâniyeti ile Mübârek Ayda; HAMD ve ŞÜKÜR, SABIR ve ZİKİR, MERHAMET ve AF…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hayatın ateş dolu çalkantıları, telâşları, iptilâları, aksaklıkları, endişeleri, dertleri ve huzursuzlukları etrafında insanlık; öteden beri derin sancılarla kıvranır durur.

Çok duyarsınız:

“Bu kadar belâya can mı dayanır? Suçsuz yere başıma neler geldi neler!”

“Dertlerime dağlar dayanmaz!”

“Hele şu tersliklere tahammül, hiç mümkün değil!”

“Çıldıracağım!”

“Hâdiseler, kaynar kazan gibi.”

“Kendimi bildim bileli gün yüzü görmedim.”

“Artık hayattan nefret ediyorum.”

“Bu zamanda ne iyilik kaldı, ne de iyiler! Herkes kötü, her şey berbat!”

“Gidişat çok fenâ! Bu ahval, imkânı yok iflâh olmaz!”

Uzar gider bu cümleler…

Kâh hafif, kâh çok ağır söyleyişler içerisinde uzar gider.

İşin tuhaf yanı;

Bu ifadelerin ve feryatların çoğu; keyfi yerinde olan, karnı tok ve sırtı pek yaşayan, sayısız nimet içinde yüzen, bir eli balda bir eli yağda her istediğine nâil bir hayata mâlik insanlara ait. Adamın kuvvet ve sıhhati yerinde, türlü türlü imkânları yerinde, her bir şeyi yerinde fakat mes’ûliyetleri yüzünden keyfi yerinde değil. Sofrası zengin, ağzının tadı fakir. Aklı çok kuvvetli, fakat başında değil, fikri perişan. Dağ gibi yapısı; kupkuru, kel bir kaya. Varsa da vicdanı ve müsbet hisleri; küflü, paslı, her gün kullanım dışı. Nefsânî işlerde dipdiri kartal, kalbî ve rûhânî işlerde ölmüş eşek.

Sebep?

Cevap da tuhaf:

Nimet içinde yüzülüyor olması.

Gerçekten tuhaf.

Nimet içinde yüzmek, insanın ihtiyaçlarını giderebilmeye imkân sağladığı için oturaklı ve verimli bir hayat dengesine vesile olmalı değil mi?

Olmalı, ama olmuyor.

Niçin olmuyor?

Niçin onca nimet, bir sürü dezavantaj oluşturuyor? Hakikaten, niçin, aslında mühim bir avantaj olan güç ve kuvvet, sıhhat ve afiyet, imkân ve fırsatlar, acayip bir dezavantaja dönüşüyor? Neden?

Çünkü…

Burada biraz duralım.

Önce bir Kur’ân iklimi; engin bir aşk, vecd ve heyecan mevsimi olan mübârek Ramazân-ı Şerîf’in ince basîretini, mânâsını, tefekkür ve eğitim ayarını akıl ve gönlümüze terazi yapalım. Yoksa, boş tespit, boş lâkırdı ve boş mazeretler insana terazilik yapar da ne garâbetler anlaşılır, ne de çare mümkün olur.

Şimdi;

Bakalım doğru terazi, bize ne söylüyor?

Kulak verelim;

O mübârek terazi bize diyor ki;

Fizik de metafizik de boşluk kabul etmez. Her boşluk, hayatta bir dengesizliğe, sarsıntıya, şu veya bu şekilde bir menfîliğe/olumsuzluğa sebeptir.

Hele ki, insan şahsiyetini oluşturan omurgalardaki boşluklar, ciddî aksaklıklar meydana getirir. Tıpkı her şeyi yerinde fakat deposu boş olan arabanın, o boşluk giderilmedikçe hiçbir işe yaramaması gibi tıkanıklıklar yaşatır.

Bu çerçevede;

Dengeli insan karakterinin vazgeçilmez şu altı özelliğine bilhassa Ramazân-ı Şerif hassasiyetiyle bir daha dikkat edelim:

Hamd ve şükür,

Sabır ve zikir,

Merhamet ve af…

İster zengin, ister fakir olsun, bu altı haslet kimde varsa; onda bambaşka bir denge, müsbet/olumlu bir yaşayış güzelliği, kendini gösterir.

Fakat şahsiyetinde hamd ve şükür olmayan fakir, daima isyan hâlinde tıkanmış bir huzursuz; zengin de sadece çılgınlık ve kibir peşinde boğulmuş bir huzursuzdur, uğursuzdur.

Bir de;

Şahsiyetinde sabır ve zikir yoksa; fakir, her kötülüğe cevaz veren bir öfke ambarı; zengin de zulüm girdabıdır.

Bir de;

Şahsiyetinde merhamet ve af yoksa; fakir, ürpetici bir yılan; zengin de korkunç bir canavar gibidir.

Yani bu altı hasletin mevcut olmasıyla olmaması, hayatta o kadar şeyleri değiştirmektedir ki, özetle insanı değiştirmektedir. İnsan, o hasletler olmayınca yerlerin dibine düşmekte, o hasletler mevcut olunca da göklerin üstüne çıkmakta.

O hasletler çünkü;

Cennetteki tûbâ ağacından dünyaya uzatılmış altı kurtuluş dalı… Sarılanları dünya çukurlarından, gafletinden, isyanından, nankörlüğünden ve helâkinden koruyan dallar.

Önce;

Hamd…

Kur’ân’ın da besmeleden sonra ilk kelimesi… Allâh’ı ve yarattıklarını doğru tanıyıp doğru idrâk ederek O Âlemlerin Rabbi’ne teşekkür hisleriyle dolmak. Hayranlık ve medh ü senâyı O’na yöneltmek. Övgüyü; basit ve gel-geç boş şeylere değil, gerçek sahibine, yani Allâh’a hasretmek.

Bu gerçeği; Ramazân-ı Şerif ve oruç, Kur’ân ve ibâdetler, bize bilhassa hatırlatıyor.

Çünkü;

İlk nefesten son nefesimize kadar Cenâb-ı Hakk’ın sayısız lütufları içindeyiz. Hamd ile bunların idrâki içinde olmak, kullukta en birinci vazifemiz.

Rasûlullah Efendimiz’in bizlere örnek şahsiyeti, bize evveliyetle bunu telkin etmekte.

O; dağlara-taşlara bakar, hamd ederdi. Semâlara bakar, hamd ederdi. Kâinatı baştan başa seyreder, hamd ederdi. İlâhî azamet tecellîlerini temâşâ eder, hamd ederdi. İlâhî saltanatın vitrini hükmündeki âlemlere ve sonsuz kudret akışlarına bakar, hamd ederdi. Aynaya bakar, hamd ederdi.

Çünkü hamd ettikçe kul, hem Allâh’ı hem de kendini ve hayatı daha doğru ve yerinde idrâk etmekte.

Bize düşen de bu değil mi?

Sonra;

Şükür…

Kıymet bilmek. İyilik ve nimetin kıymetini idrak. Böylece teşekkür hisleriyle dolmak ve bu hâli nimet sahibine yansıtmak. Bir îman vecîbesi. Bizâtihî îman nimetinin bedelini ödeyebilme gayreti de şükürden geçmekte. Cenâb-ı Hak; sayısız lütuflarına, hiçbir karşılık istemiyor, sadece şükretmemizi emrediyor. Üstelik şükredenin nimetini daha da çoğaltıyor. Şükretmeyene de «nankör» damgasını vuruyor.

O hâlde şükür de, kulluğumuzun en temel mihengi.

Sonra;

Sabır…

Akıl ve ruh sağlığında en büyük denge ayarı… Nefsin feryadını ve isyanını zaptedebilme kuvveti… Nefsâniyeti ezip, rûhâniyeti galip getirecek olgunluk hamlesi… Zorlukları dize getiren sebatkâr davranış…

Şiirin diliyle;

Mum olup bitmek değil, hiç bitmeden yetmek sabır,
İptilâ mahkûm ederken derde hükmetmek sabır…

Sel basarken, kar yağarken, yel eserken bağrına
Ey ateş, sönmek mi sandın; her zaman tütmek sabır!..

Nefse kör mağlûbiyettir hırsa olmak kul-köle,
Gönlü ey can, nefse gālip pâdişâh etmek sabır…

Terk edip tedbîri elden, zorda âcizlik niye?
Kim demiş mecbûriyetten aklı ürkütmek sabır?!.

Sabredersen bağda Seyrî, gül görürsün yaz ve kış;
Aşkı bülbüller susarken kalbe söyletmek sabır!..

Sonra;

Zikir…

Hem dil hem kalp ile Allâh’ı düşünmek, hatırlamak, anmak ve hep O’nu mevzu etmek. En güzel şekilde hem hâl hem de kāl olarak, yani hem öz hem de söz itibarıyla beyana ve ifadeye de yansıtmak.

Çünkü;

Dilhânesi pür nûr olur,
Envâr-ı zikrullâh ile,
İklîm-i dil mâmûr olur,
Mîmârı zikrullâh ile…

Zikreyle ey dil, her nefes,
Allâh bes, bâkî heves,
Pes gayriden ümmîdi kes,
Tekrâr-ı zikrullâh ile… (Sultan Ahmed / Bahtî)

Bu tekrar, sadece belli bir kelime etrafında değil tabiî ki.

Zira baştan sona Kur’ân-ı Kerim de bir zikirdir. İbâdetler de bir zikirdir. Mânevî sohbetler de bir zikirdir. Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatan her şey, bir zikirdir. Su sesi, bülbül sesi, rüzgâr sesi, O’ndan O’na her ses, bir zikirdir.

Buna göre;

Kul; mutlaka zikir ehli olacak, yani Rabbini unutmayacak ki, Rabbi de onu unutmasın. Bunun için seherler, en güzel anlar… Hak’la buluşarak baş başa O’nu zikretmek için en müsait zaman. O zamanı, yani seherleri insanlar değerlendirsin diyedir ki; sahur vakti, o vakittir. Zira seherde gönüller zikirle dolacak ki; gündüzler, oruç ikliminin bereket ve hayırları içinde geçecek.

Sonra;

Merhamet…

En güzel şefkat hissi. Gönül diriliğinin ve duyarlılığın alâmeti. Âdeta mü’minliğin kartviziti. Müslümanlığın tabiat-ı asliyesi. Yani îmânın en güzel meyvesi. Yani îmânın göstergesi, merhamet. Merhametin de göstergesi, hizmet. Hizmet ise, mü’min kardeşliğini yaşamak. Sessiz feryatları duyabilmek. Herkesin görmediği muzdaripleri, yalnızları ve kimsesizleri görebilmek. Ellerinden tutulmayıp da yere düşmüşlere el uzatabilmek. Ağrısı dinmeyen hastalara ve mazlumlara derman olabilmek.

Çünkü ıstırap ve acılar harmanı olan bu köhne dünyada ancak;

Gönülde yeşerir îman ağacı,
Onun can suyunun adı, merhamet!
Meyvesi var, her yüreğin ilâcı,
Her kederin şifâ tadı, merhamet!

Basma karıncaya, kediciklere,
Boynu bükük kuşu, düşürme yere,
Gönlü dergâh eyle, acı habere,
Gül eylesin her feryâdı, merhamet!..

Olma kalpsiz kalpsiz yüzü karalı,
Sevgide gerekmez olmak paralı,
Sen merhem ol, kimi görsen yaralı,
Bil ki Hakk’ın hak murâdı, merhamet!..

Ey can, O Allah ki, Rahman, Rahîm’dir,
Şefkat sahipleri, büyük âlimdir,
Şefkatsizler, ne olsalar zâlimdir,
Zâlimin de tek imdâdı, merhamet!..

Merhamet bir taçtır, Hakk’a vefâda,
Kulu sultan eyler iki dünyâda,
Bak rahmete Seyrî, yüce semâda,
Yeryüzünün kol-kanadı merhamet!..

Sonra;

Af…

Suç ve kabahatleri, bağışlama suyu ile tertemiz hâle getirmek. Hata lekelerini gönül defterinden silmek. Fakat bir de hata lekelerini artıran aflar vardır ki, onlar asla bağış pınarı değil, ancak arsızlık alevidir. Her af, bu gerçeği de hesaba katmalıdır. O zaman Hak katında makbul olan bir af tezâhür eder.

İşte bu af, şart.

Çünkü;

Hiç kimse kusursuz ve hatasız değil.

Sadece bu açıdan bakıldığında bile, «af» sahibi bir gönül olmanın ehemmiyeti kolayca idrâk edilir. Kendi kusur ve kabahatlerinin farkında olup da; «Yâ Rabbî, af!» diyen hiçbir gönül, başkasına karşı afsız olamaz. Yani her kul, affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışmak mecburiyetindedir. Gözyaşları içerisinde ağlaya ağlaya af isteyenler, elbette affetmesini bilmek zarûretindedir.

Yüce Allâh’ın affına kim muhtaç değil ki!

Herkes muhtaç.

Öyleyse;

Af kapılarının açılması için gönüllerimizin merhamet ve afla dolu olması gerek. Bağrımızın hiçbir köşesinde, hiçbir müslüman kardeşimize karşı en ufak bir burûdet/soğukluk dahî olmaması gerek.

Bunun için de;

Yüreklerimiz, tıpkı bünyân-ı mersûs, yani örülmüş tuğlalar gibi olmalı. O zaman merhamet daha kolay olur. Bir tuğla zarar görse, diğer tuğla da sarsılacağı için binayı oluşturan hiçbir tuğla diğerine karşı gaddarlık gösteremez. Hepsi birbirleriyle tesânüd hâlinde sırt sırta, omuz omuza koca bir âbide oluşturur.

İşte;

Ramazân-ı Şerif, bütün bunlara yegâne fırsat mevsimi.

Şimdi;

Bu fırsat mevsiminin ganimetleri içerisinden de özellikle hamd ve şükrü, sabır ve zikri, merhamet ve affı, şahsiyet ve karakterimizin en temel direkleri hâline getirebilirsek, ne mutlu!

Aksi hâlde ne yazık!

Çok yazık!

Bakın hayat meydanına;

Allâh’ı hamd ve senâ etmekten kolayca yüz çevirenler, din nimetini hiçbir sıkıntı ve çile çekmeden bedava bir miras olarak elde bulan gafiller…

Tabiî ki ârifler böyle değil. Onlar daima hamd ü senâ hâlinde. Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi;

“Allâh’a ettiği hamd ü senâ; ârifi, kapkaranlık beden kuyusundan çeker çıkarır; dünya zindanının tâ dibinden alır kurtarır!

Sırtındaki takvâ elbisesi ile yüzündeki dostluk nûru; onun, Hakk’a hamd ettiğinin belirtisidir!

O; şu iğreti ve fânî dünyadan kurtulmuş, akarsu kenarlarında ve gül bahçelerinde yurt edinmiştir! Gül bahçesi, ârifin gönlüdür; orada irfan çeşmeleri dâimî olarak akar durur!

Onun oturduğu, yurt edindiği, konakladığı yer; yüce dileğinde gizle­nen başköşedir, oradaki tahttır!

Orası, öyle bir sıddîkıyetin, bağlılığın gerçek makamıdır ki; doğruların hepsi de orada ter ü taze, neşeli olarak bulun­maktadırlar!

Ârif ve kâmil kişilerin Allâh’ı hamd edişleri, övüşleri; gül bahçesinin bahar mevsimine hamd etmesine, ona şükranlarını arz etmesine benzer! Bu hamdin, bu şükrün; bahçede yüzlerce belirtisi görülmekte, yüzlerce alâmeti sezilmektedir!

Baharın geldiğine kaynaklar da şahittir; fidanlar da, çayır-çimenler de şahittir; gül bahçesi de, o renk renk açan çiçekler de…

Görünmeyen ve eşsiz olan bir güzelin güzelliğine, sedefte inci gibi her tarafta binlerce şahit vardır!

Fakaat;

Öven kişinin gönlünde kin olursa, onun övgüsünden gönüller hoşlanmaz!

Aman;

Ey gönül! Önce kinden, nefretten, pislikten arın, temizlen de sonra Hamd Sûresi’ni oku!

Senin dilinde övüş, içinde ise sövüş var! Oysa bu şekilde sarf edilen söz, sadece şeytanlıktır, hiledir, efsundur, iki yüzlülüktür!

Bu hâli ise Allah hiç sevmez. Sevmediği için;

«Ben; görünüşe değil; içe, gönle bakarım!» diye buyurdu.

O hâlde hamdi doğru ve tam anla!”

Şükre gelince;

O çalışmaktır. Yani gerçek şükür, Allah için gayrettir. Çalışmamak, ise nimeti inkârdır. Biri, nimeti artırır, diğeri yok eder. Dünyanın hâli böyle. İçerisinde çalışma olan bahçeler, ne güzel elbiseler giyiyor, çeşit çeşit meyveler veriyor. Billûr sularla dolup taşıyor. Ama çalışması olmayan bahçeler, çorak bir arazi hâlinde kupkuru kalıyor. Bir damla suya muhtaç. Bir otun bile gölgesine muhtaç. Yük taşımadığı ve çalışmaktan kaçtığı için de mükâfattan mahrum.

Bu mecazdan hareketle yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Senin nefs eşeğin kaçmıştır. Onu mücâhede kazığına bağla, o ne zamana kadar insanlık ve ibâdet yükünü taşımaktan kaçacak?

İster yirmi yıllık yol olsun, ister otuz yıllık, isterse iki yüz yıllık; ona şükür yükünü yüklemek, ona bu yükü taşıtıp götürtmek gerek.

Hiçbir kimse, ekmediğini biçmedi.

Ey oğul, ekmediğini biçmeyi ummak, ham bir tamahtır. Sakın ham bir şeyi yeme. Ham bir meyveyi yemek; insana, sadece hastalık verir.

Ey oğul, artık hemen çalışmak sûretiyle şükre sarıl!

Unutma ki; nimet, insana gaflet verir. Şükretmek de uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da, şükür tuzağı ile nimet avla.

Şükür nimeti; gözünü doyurur, seni bey yapar da fakirlere yüzlerce nimet saçarsın.

Sen Allâh’a şükretmek yemeğinden ve yemişinden doyuncaya kadar ye de karnın iyice doysun, açgözlülüğün de geçsin; böylece artık şunun bunun kapısını çalıp bir şey istemeyesin.

Eğer sen gerçekten, Allah rızâsı için çalışıp şükredersen gam yeme; çünkü Cenâb-ı Hak sana onun gibi yüzlercesini ihsân eder.

Şükretmedi isen, şimdi artık kan ağla; çünkü o güzellik, şükretmeyen kâfirden, yani nimeti inkâr edenlerden geçti, gitti.

Şükretmeyenleri; güzellik, hüner ve mârifet terk eder, gider. O kadar ki, artık ondan bir iz bile görünmez olur.

Hısımlık, yabancılık, şükür ve sevgi öyle bir gider ki, bir daha hatıra bi­le gelmez.

Yalnız şükür ehli ile vefâ sahiplerinin elde ettikleri kaybolmaz. Çünkü devlet ve mânevî zenginlik, onların arkalarındadır.

İşte Hazret-i Eyyûb!

Tam yedi yıl belâya sabretti, râzı oldu. Allâh’ın gönderdiği misafiri hoş tuttu.

O sert ve çirkin yüzlü belâ; Hakk’ın huzuruna dönünce, Hazret-i Eyyûb’un şikâyetlerini, sızlamalarını değil, yüzlerce çeşit şükürlerini Hakk’a arz ederdi.

Belâ Cenab-ı Hakk’a mârûzatta bulunur, derdi ki:

«Ey Allâh’ım! Ben, Sen’in emrine uyarak Eyyûb’un bütün sevdiklerini öldürdüğüm hâlde; o, Sana olan sevgisinden ötürü, bir an bile yüzünü dahî ekşitmedi. Rabbine vefâ gösterdi. Rabbinin hikmetlerle dolu bilgisine ve takdirine inandı da sızlanmaktan, şikâyetten utandı. Başına gelen belâ ile sütle bal gibi kaynaştı, dost oldu.»

İşte ey delikanlı!

Bu şekilde sabır kılavuzu sana da kanat olursa; canın, Arş’ın ve Kürsî’nin de üstüne çıkar, yücelir.

Hazret-i Mustafâ’ya bak! Sabır ona Burak oldu da onu göklerin en yücesine çıkardı.”

Hazret-i Mevlânâ devamla der ki:

“Şunu iyi bil ki, senin sevinmene, gülmene mânî olan kederler, ızdıraplar; kâinatı yaratan, büyük bir sanat sahibinin emri ile, onun hikmeti ile gelmişlerdir.

Ey delikanlı, sana gelip çatana; bir musîbet, bir felâket deme; belki de sana felâket gibi görünen şey, aslında bir mutluluk yıldızıdır.

Sen ızdırabı; hayatın bir aslı, esası olarak kabul et ve maksadına ulaş.

Eğer tamamıyla zorluklara daldınsa, daralıp kaldınsa sabret. Çünkü sabır, rahatlık ve genişliğin anahtarıdır.

Sabır ki, hem gözdeki gaflet perdelerini yakar, hem de sahibinin gönlünü ferahlatır.

Sabır, îman sebebiyle baştâcıdır. Bu sebeple buyurulmuştur ki; «Sabrı olmayanın îmânı yoktur.»

Gerçekten de;

Sabır, insanı maksadına çabucak ulaştıran bir kılavuzdur.

Sabır kuşu, bütün kuşlardan daha hayırlı uçar.

Cenâb-ı Hak, yüz binlerce kimya, yani tesirli, faydalı devâlar yarattı; fakat insanoğlu sabır gibi faydalı bir devâ görmedi.

Hâl böyleyken;

Sır bilen, her şeyden haberi olan üstaddan baş çeker de ona kafa tutarsan körleşirsin, istîdâttan da mahrum kalırsın.

Ayakkabı dikiciliğe, yani irfan elde etmeye bak. Sabırlı ol. Yoksa yamacılıkta kalırsın, yücelemezsin.

Yamacılarda ve eskicilerde sabır ve hilm bulunsaydı hepsi de bilerek yeni ayakkabı diken üstadlardan olurlardı.

Bu çerçevede;

Firavun; Musa’ya çırak olmasını bilseydi, boğulmazdı.

Sonunda sen de bunu ikrar ve idrâk edeceksin ya; bari şimdiden kendine gel de son günü, yani âhireti bugünden gör.

Aklını başına al da, işin sonunu bugünden görmeye çalış. Hakikati, âhireti görecek gözünü gafletle körleştirme.

Sonu gören, mesut olur. Böyle kişinin Hak yolunda yürürken hiçbir zaman ayağı kaymaz, sürçmez, tökezlemez.

Her an ayağının kaymamasını, sürçüp düşmemeyi istiyorsan, kâmil bir insanın ayağının bastığı toprağı gözüne sürme olarak çek de, gözün aydınlansın, hakikati görsün.

Kâmil insanın ayağının tozunu gözüne sürme et de; şu edepsizin, yani dünya sevgisinin başına vur, def et gitsin.

Çünkü bu çeşit çıraklıkla, bu çeşit yoksullukla sen iğne bile olsan, Hazret-i Ali’nin kılıcı Zülfikâr kesilirsin.

Allâh’ın sevgilileri olan velîlerin ayaklarını bastıkları toprağı, sürme et de; o sürme hem gözünün perdelerini yaksın, yaşartsın; hem de gözüne görüş versin, aydınlatsın.

Deve, gözü nurlansın diye diken de yer. O yüzden gözü nurlar saçar. Her yeri iyi görür.”

Bu gerçeklerden ötürü sabırdan bahsedip de kendisi sabırsız olanı da Hazret-i Mevlânâ, iç muhasebesi yaptırarak şöyle konuşturur:

“Biz; «En buhranlı zamanlarda, karışıklıklarda, savaşlarda bile; ateş içindeki altın gibi gülmek gerek!» demez miydik?

Bütün âleme; «Sabredin! Çünkü sabır, gönlün ışığıdır, nûru­dur!» derdik.

Şimdi, ne diye başımız dönüyor, sersemleşiyoruz?

Ey gönül; evvelce herkesi teşvik eder, cesaret verirdin! Şimdi de kendine cesaret ver ve kendinden utan!

Ey dil; herkese nasihat ederdin! Şimdi sıra sana geldi; neden sustun?

Ey akıl; nerede senin tatlı öğüdün? Şimdi sıra senin; o hay hayın ne oldu?

Sen; vaktiyle, başkalarının derdine derman olurdun! Dert, sana şimdi misafir olarak geldi; neden susuyorsun?

Elli yıldır dokuduğun kumaştan şimdi kendine bir elbise yap da giy! Yani, elli seneden beri aklınla elde ettiğin bilgiden kendin için bir eser ortaya koy; korkaklıktan kendini kurtar! Çünkü insan; ortaya koyduğu ilimle, mârifetle evvelâ kendi nefsine faydalı olacak; ondan sonra baş­kalarına, dertlilere koşacak, onlara derman olacak!

Bunun için ey gönül;

Kendi ağzını günahtan, kötü sözlerden arıt, temizle; rûhunu günah yükünden kurtar, çevik hâle getir.

Bil ki;

Allâh’ı zikretmek, tertemiz bir hâldir. O tertemiz hâl gelince, temizlik erişince; pis hâl, pislik yükünü toplar, dengini bağlar, dışarı çıkar gider.

Zıtlar zıtlardan kaçar. Nasıl ki güneş doğunca gece dayanamaz, kaçar giderse; aynı şekilde Allâh’ın tertemiz adı, ağza gelince, yani zikir başlayınca da; ne pislik kalır, ne gam, ne keder…

Bu kadar sözü duyduktan sonra ey hakikati arayan kişi, artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa götüren rahvan attır.

Biz bu kadar söyledik, ötesini sen düşün. Eğer fikrinde bir durgunluk varsa, iyi düşünemiyorsan; Allâh’ı zikrederek fikrini uyandır, harekete geçir.

Çünkü zikir, düşünceyi harekete getirir; sen zikri, şu uyuşmuş düşünceye güneş yap da onu canlandır!

Bunu yapabilmek için helâle dikkat etmen şart.

Çünkü aşk da, merhamet de helâl lokmadan meydana gelir.

Merhameti çok mühimse! Çünkü insanın içindeki pislikler, Allâh’ın lütuf ve merhamet suyundan başka bir şeyle temizlenmez.

Sen ancak merhamet ırmağında, günahlardan ve mânevî kirlerden temizlenerek ilâhî lütuflara kavuşursun.

Eğer;

Mağfiretin zevkine varır, affedilmenin saâdetini tadarsan; yüz çeşit ızdırabın da olsa, sana bal gibi tatlı gelir.

Bunun için herkese karşı affa sarıl!

Ama şunu da unutma;

Zalimleri affetmek, mazlumlara zulmetmektir!

Hırsızlara ve kötü insanlara acımak; zayıf insanları dövmek, güçsüzlere merhamet etmemektir!”

Yani zulmü ve kötülüğü artıran ve gaddarları arsızlaştıran merhamet ve affa uzak durmalı. Çünkü insan kendi şahsına yapılanı affedebilir, ama topluma ve başkalarına yapılanları asla.

Bu itibarla Yûnus’un;

Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek!

ifadesi, şahsî hususlar içindir.

Yoksa bir mazlumu dövene, din ve mukaddesâta karşı sövüp durana karşı değildir. Aksi hâlde insan, dilsiz şeytan olur. Bu şuur, bir beyitle ne güzel özetlenmiş:

Unut felâket-i şahsiyyenin müsebbibini,
Fakat, hakāreti affetme vâliden vatana!

Yani:

“Başına gelen şahsî bir felâkete sebep olan kimseleri unut, fakat senin için bir anne hükmünde olan vatanına karşı hakaret ve yıkımı asla affetme!”

Hâsılı;

Şahsiyetimizi oluştururken, onun omurgasında mevcut olması gereken hasletleri, dengeli bir ayar içerisinde mutlaka tesis etmeliyiz.

Mübârek Ramazân-ı Şerîf’i de buna bir vesile olarak en güzel şekilde değerlendirme coşkusu içerisinde olmalıyız.

Bilhassa;

Belli vurgular etrafında ele aldığımız altı hususiyeti, yani;

Hamd ve şükrü,

Sabır ve zikri,

Merhamet ve affı, olması gerektiği şekliyle kendimizde ve cemiyetimizde bünyân-ı mersûs kıvamında inşa etmeliyiz.

Çünkü insan olarak yetişmenin en temel ve asıl derslerin mevzuları bu!

Bu mevzularda sınıf geçmeden fizik de boş, matematik de; tarih de boş, edebiyat da…

Çünkü;

İlimlerin hangisi olursa olsun; «faydalı» vasfını alabilmesi, temel ve asıl derslere ve onların mevzularına liyâkatle hizmet durumuna göre bir değer ifade eder. Yani insanoğlu, cennet dalları olan hasletlere tutunurken ilimler ve dersler de; ona, eğer birer sağlam basamak olabilirlerse, ancak o zaman faydalı, makbul ve kıymetli olurlar.

Ancak o zaman…