NİMETİN DEVAMI VE TAMAMI…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Rahmetli anneannem iğde ağaçları çiçek açtığı zaman birkaç çiçekli dal keser, penceresinin genişçe pervazına koyardı. Bilmem bilir misiniz, iğde çiçekleri mis gibi kokar. Ben de o kokuyu doya doya içime çekmek isterdim. Ama ne yazık ki ilk nefeste kokuyu hisseder; ikinci, üçüncü seferde koku almazdım. Hattâ kokuyu hissedemeyince çiçekler kokusunu kaybetti zannederdim. Ama dışarıya çıkıp dolaşıp geri geldiğimde yine kokuyu hissedince anlardım ki meğer burnum kokuya alışırmış da bu yüzden hissedemezmişim.

Bilim adamları bu duruma «duyu reseptörlerinin adapte olması» diyorlar.

Burnumuz bir kokuyla, dilimiz bir tatla ilk karşılaşmasında hassas davranıyor. Hattâ hissedilmesi son derece güç, hafif bir uyarıyı bile hissedebilmek için algı eşiğini oldukça düşük tutuyor. Gerekirse o duyumun şiddetini yükseltiyor. Böylece havadaki en zayıf bir kokuyu, bir yemeğin tadındaki en küçük bir değişikliği hissetmek mümkün oluyor. Ama uyaranın sürekliliği hâlinde beyin duyu eşiğini yükseltiyor, böylece reseptörler hassâsiyetini yitiriyor. Eğer koku veya tat gittikçe şiddetlenmezse hissedilmez hâle geliyor.

Belki imkânları elverenlerin sürekli daha fazla zevk peşinde koşmasının sebebi de bu. Tiryakilerin, vücutları alıştıkça düşkün oldukları maddenin miktarını artırdıkları gibi lüks düşkünleri de mutluluk verici lezzetlerin seviyesini sürekli yükseltmeye çalışıyorlar.

Duyu hassâsiyetleri kalıcı olarak da değişebiliyor. Meselâ acılı ve bol baharatlı yiyecek yiyenlerin dillerindeki tat alan hücreler zamanla azalıyor. Bu sebepten onlar aradıkları lezzeti bulmak için daha fazla baharat kullanmaya mecbur kalıyor. Baharata alışkın olmayanlara çok keskin gelen acıyı onların dili hissetmiyor bile. Tıpkı bol nimetler içinde yüzenlerin ellerindeki nimetleri fark edememesi gibi…

Bu ilmî hakikat üzerinde tefekkür edilirse Allâh’ın ilk bakışta fark edilemeyen adaletinin şuuruna varmak da mümkün aslında.

Demek ki insanoğlunun bu dünya şartları içinde, bu beden elbisesi ile alabileceği zevkin bir limiti var. Hayatı boyunca sık sık hoş nimetler tadanlar da bu nimetleri nâdiren bulabilenler de toplamda aynı zevki alabiliyor.

Meselâ günlük nafakasını teminde güçlük çeken bir insana zeytin-ekmek ziyafet sofrası gibi zevk verirken, acıkmaya bile fırsatı olmayan bir insana her zaman bulabildiği nimetlerle dolu sofralar pek de zevk vermiyor.

Çünkü biri nimetin lezzetini en yüksek seviyede hissederken diğeri duyu reseptörleri köreldiği için zevk hissetmiyor. Öyleyse görünüşte yenilen içilenin miktarı artsa da hissedilen zevk bir noktada kalıyor, artmıyor.

Herhâlde aynı durum zahmetler ve acılar için de geçerli. Hayatı çilelerle geçen bir insana elemin biraz hafiflemesi lezzet olurken, hayatı hep âhenk ve emniyet içinde geçen birinin dengesini en ufak bir sarsıntı bozuveriyor. Böylece her ikisinin de toplamda duyduğu acı birbirine yakın oluyor.

Öyle değil midir; bir amele kızgın güneş altında, kan-ter içinde çalışırken;

“Bugün iş buldum, eve ekmek götüreceğim!” diye sevinirken; diğeri klimalı odasının makam koltuğunda oturup, kendisine sunulan kahveyi yudumlayarak;

“Tuttuğum takım yenildi, arkadaşlarım bana gülecek!” diye kahırlanıyor.

Demek ki görünüşte kullar arasında büyük bir adaletsizlik varmış gibi görünse de, beden elbisemize konulan hassâsiyet ayarları sayesinde şu dünya hayatında bir nevî adalet sağlanıyor. Bu durum âhiret âleminde bize giydirilecek olan; hassâsiyeti gittikçe azalmayan bilâkis sürekli artan ebedî bedenlerimize kadar böyle…

Orada, «kudret sürmesi» çekilen duyu organlarımız; bıkmayacak, alışkanlık kesbetmeyecek ve tatminsizlik duymayacak. Hem cennet ırmaklarında yıkanınca latif ve nûrânî bir hâle gelen bedenlerimiz, sürekli tazelenen nimetlere karşı devamlı tazelenen bir şükür hissiyle daima lezzet duyacak. Elbette aynı durum, -Allah hepimizi muhafaza buyursun- cehenneme girenler için de geçerli olacak. Sürekli yenilenen deriler, alışmak mümkün olmayan, üstelik sürekli artırılan azabı devamlı olarak hissedecek.

Aynı hakikat üzerine tefekkür etmeye devam edecek olursak, farkına varacağımız bir başka hikmete gelince; Allâh’ın emirleri ve Peygamberimiz’in sünnetinin ilmî hakikatlere ne kadar uygun olduğunu görüyoruz.

Yaratıcımız’ın, bizlere lutfettiği «kullanma kılavuzu» yerindeki emir ve hükümler, bizlere imkânlarımız ne kadar geniş olursa olsun, nimetlerden mahrum kalacağımız günler yaşamamızı ve bazı zahmetlere katlanmamızı buyuruyor. Meselâ Ramazan ayı boyunca gündüz saatlerinde en basit bir nimeti bile yemeden içmeden geçiriyoruz. Böylece her an elimizin altında olmasından ötürü pek kıymetini bilmediğimiz, tadını fark etmediğimiz ekmeğin, suyun tadına varıyoruz. Hele hele zühd ve takvâ dairesinde yaşamaya gayret eden kullar; âhirette bayram yapabilmek için ömürlerini bir Ramazan edâsında, dünya nimetlerinin lüzumundan fazlasına karşı oruçlu gibi geçiriyorlar. Böylece duyu reseptörlerini en hassas ayarlarda tutarak, en küçük bir lezzetin farkına varıp şükrediyorlar.

Aynı şekilde mü’minin hayatında ibâdet saatleri dünya zevklerini bölüyor, muamelât kuralları da kurallarla sınırlandırıp seyreltiyor. Böylece hem zahmetin bitmesinden lezzet elde ediliyor ve bu da şükre vesile oluyor. Hem de dünya şartlarında kaçınılması mümkün olmayan dertlere karşı sabır disiplini kazanılıyor. Böylece ufak tefek meseleleri dert edip dünyayı kendimize zindana çevirmekten muhafaza edilmiş oluyoruz. Hattâ sabır disiplini sayesinde büyük büyük dertlerin çaresini bulmak da mümkün olabiliyor.

Hele hele dünyanın lezzetini, Allah yolunda hizmet edip yorulmakta arayan seçkin kullar, zahmetin bizzat kendisini zevkle ve şükürle yudumluyorlar. Bu yüksek şahsiyetler sabrı tabiat hâline getirdikleri için hayata sırf şükür gözüyle bakıyorlar.

Hâlbuki hayatında hiçbir gayesi olmayıp, yaşama zevkini sırf maddî nesne ve şartlarda arayanlar sürekli tatminsizlik yaşıyorlar. Zaten nasipsiz oldukları şükür duygusunu tamamen yitirip, duygu kütlüğü içinde kıvranıyorlar.

Demek ki mü’minler ve bilhassa seçkin kullar mahrumiyetler içinde görünseler de huzur ve şükür zevkiyle dünyayı cennet gibi görürken, görünüşte cennet hayatı yaşayan nankör kullar ise mutsuz, tatminsiz ve huzursuz bir hayat içinde âdeta cehennem azabı çekiyorlar. Öyleyse fen bilimlerinin de tasdik ettiği üzere, dünyayı cennete çevirmenin yolu; Allâh’ın yerden bitirdiği nimetlerden, gökten indirdiği rehberliğe uyarak faydalanmakla mümkün.