DOLMAYAN TAS…
Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com
Derler ki…
Diyarlardan bir diyarda, halkını ihtirasına kurban eden, hazinesine yeni hazineler katmak için fakir fukarâdan en ağır vergileri alan zalim bir hükümdar varmış. Bir türlü gözü doymayan bu hükümdar, aynı zamanda çok kibirli bir adammış.
“Benim kadar zengin, benim servetim kadar servet sahibi başka hükümdar var mı?” diye böbürlenirmiş…
Günlerden bir gün, halkının arasına çıkmış. Vezirleriyle birlikte bir pazar yerini gezerken, sürekli emrediyormuş:
“Vergileri artırın. Hazinem daha çok dolsun. Çok altın, çok gümüş, sayısız mücevher istiyorum… Benim kadar zengin başka kim var?..” dedikçe, adamları da çaresiz;
“Sizden zengin kimse yok efendimiz…” diye övgüler yağdırıyorlarmış…
Birden önlerine bir dilenci çıkmış. Ak sakallı bir pîr-i fânî… Elinde kalayı silinmiş bakır bir tasla, öylece duruvermiş…
Hükümdar, güç ve zenginliğini cümle âleme ilân edecek bir vesile çıktı diye sevinmiş:
“–Bana bak ey dilenci!..” demiş.
“Yardımımı dile, bir şeyler iste benden ve kudretimi gör…”
Dilenci, hükümdarı aşağılayıcı bir ifadeyle süzdükten sonra gülmüş. Demiş ki:
“–Ey zavallı adam… Sen benim için ne yapabilirsin ki? Hükümdarlığına, üç akçelik hazinene mi güveniyorsun?..”
Hükümdarın eli bir an kılıcına gitmiş, yanındakiler hemen adamı çevrelemişler. Ama bu haddini bilmez, kibirli dilenciye zenginliğini ve gücünü göstermek isteyen hükümdar, sabırla gülerek demiş ki;
“–Bana bak ihtiyar dilenci. Yeter ki sen iste… İste ve kudretimin sınırsızlığını anla…”
Dilenci, hükümdarı çirkefe batıran alaycı bir gülüşle;
“–Al!” demiş, elinde tuttuğu bakır tası uzatırken…
“Al bunu, bir şeyle doldur. İster buğday, ister mercimek… Ne verirsen kabulüm…”
Hükümdar, kibrine uygun bir kahkaha patlatarak, vekilharcına emretmiş:
“–Şu ihtiyarın tasını zümrütle doldurun!..”
Adamları hemen heybelerinden birer kese çıkarıp tasa boşaltmışlar. Boşaltmışlar da, sesi duyulmuş, ama kendisi görünmemiş zümrütlerin… Herkes hayret etmiş. Bir kese, bir kese daha… Yanlarındaki bitmiş, gidip hazineden yükleyip getirmişler…
Sonunda vekilharç;
“–Zümrütler bitti efendimiz.” demiş, üzgün ve mahcup bir sesle…
Dilenci, gülümseyerek;
“–Ama tasım hâlâ boş.” demiş. Sonra da eklemiş;
“–Fark etmez ey zengin hükümdar… Yâkut, altın, gümüş, akçe… ne varsa kabulüm. Yeter ki şu tasımı doldurun…”
Hazine ile pazar yeri arasında arabalar, develer gidip gelmiş. Hazinede tek akçe bile kalmamış ama dilencinin tası hâlâ bomboş duruyormuş…
Hükümdar, bir topak kar gibi eriyip akmış. Ezilmiş, küçülmüş, tükenmiş…
“–Kimsin?” demiş dilenciye.
“Allah rızâsı için söyle! Kimsin sen? Beni yer ile yeksân ettin…”
Dilenci, boynunu bükmüş;
“–Ben garip bir dilenciyim.” demiş, susmuş… Bir süre gözlerini hükümdarın gözlerine dikerek, bakmış, bakmış ve;
“Şu tası görüyor musun ey kibirli hükümdar?” diye gülmüş.
“Bu tas, ihtiras tasıdır… Dünyadaki hiçbir hazine bu tası dolduramaz. Nitekim senin hazinen de dolduramadı… Ama üzülme. Bu tasa ne döktüysen, hepsi içindedir. Götür hazinene, besmele ile serpiver… Fakat önce şu kahrolası kibrini ayağının altında ez, mülkün gerçek sahibine sığın ve Allâh’a şükrünü bir daha unutma! Malını artırmak istiyorsan, onlardan fakirlere bolca dağıt. Gönlündeki ihtiras tasını çıkarıp at. Yerine sabrı, şükrü ve zikri koy…”
Sonra, elindeki tası hükümdarın eline tutuşturup yürümüş. Yürümüş de, hükümdar atılıp eteğinden yakalamış:
“–Ey ihtiyar!” demiş.
“Sen ne biçim dilencisin?..”
Dilenci, eteğini hükümdarın elinden kurtarırken;
“–Gördüğün gibi ihtiyar bir dilenciyim. Fakat işi sağlama alıp; her zorluğa sabrediyorum, şükrediyorum… El açıyorsam, riyâsız ve gösterişsiz bir îmanla, hiç tükenmeyecek hazineleri, sınırsız güç ve kudreti olan o gerçek Hükümdar’a el açıyorum ben…” demiş ve eklemiş:
“Beni dinlersen, sen de öyle yap ey kendini hükümdar sanan hükümsüz zavallı adam!..”
Sonra da yürümüş, kalabalığa karışıp gitmiş…