DÎNÎ EDEBİYAT ANTOLOJİLERİ

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Siyasîler, gazeteciler, televizyoncular gündem değiştirmede oldukça mâhirdirler. Türkiye’nin geleceğini düşünen, içi vatan aşkıyla dolu olan eğitimciler ise; «Türkiye’nin -siyasî olayların dışında- önemli gündemleri olmalı.» fikrinde birleşiyorlar.

Ahlâkî çözülmeler geleceğimizi tehdit ediyor. Teröre, şiddete başvuranları oturumlarda milletvekilleri, siyasî parti mensupları, ilim adamları rahatlıkla savunabiliyor. Oturumu yönetenler, gazete yazı işleri müdürleri sessiz kalabiliyor. Oturumlardan birinde bir konuşmacı;

“Bugün dikkatli olmazsak, arkadan gelen «bir fırlama nesil var» o zaman vakit geçmiş olur.” diyordu.

Ben de bir eğitimciyim; yeni nesillerin edebiyat ve sanat eğitimiyle, ahlâkî değerlerimizle donanacağına inandığım için bıkıp usanmadan yazıyorum.

Değerli edebiyat tarihçimiz ve eğitimcimiz Nihad Sâmi BANARLI’nın tespitleri ne kadar mühim:

“Yeni nesillerin din terbiyesi için en tesirli vasıta hâlâ edebiyattır. Edebiyat, bir güzel sanat olarak önce insanların dînî heyecanından doğmuştur. Onun sayısız yüzyıllar kaplayan tekâmülü de yine en çok vicdan dünyalarında ilâhî kudret karşısındaki heyecanıyla beslenmiştir. Dâvud’un Mezâmir’indeki söz, saza yakın bir telkin kudreti taşıyordu. Kur’ân sûrelerinde ise «kelâm» artık mûsıkî âletlerinden yardım beklemeyecek kadar kuvvetli birer mûsıkî cümlesiydi.

Asırlarca geçici dünya topraklarında iyilik, fazîlet, ümit, îman ve rahmet yağdıran edebiyat; son yüzyıllarda kendisini yaratan heyecana, eskisi kadar sâdık değildir. Hâlbuki bu asil heyecan, şimdi her zamandan çok, kendi öz evlâdından himmet bekliyor. İnsanlığın vicdan dünyasını onarmak için söz sanatına el atması lâzım.

Çünkü bizim büyük mü’minlerimiz, hiç kimseden maddî-mânevî hiçbir fayda beklemeksizin; sırf gönüllerindeki derin Allah sevgisiyle, güzel ve samimî eserler vermiş kimselerdir. Onların bu tür eserlerinden seçilecek kuvvetli ve tesirli parçalarla ortaya konulacak iyi hazırlanmış bir Dînî Edebiyat Antolojisi bugünün genç gönüllerini sağlam bir îmâna doğru, hurâfelere sapmaksızın yürütmekte pekâlâ faydalı olabilir sanıyorum.”

ÎMAN VE YAŞAMA ÜSLÛBU

Bizim nesil, lisede Nihad Sâmi BANARLI Hoca’nın edebiyat kitaplarıyla yetişti. Kitaplarda millî kültürümüzün en güzel örneklerini ve açıklamalarını bulurduk. Sorularında bile bilgi verme heyecanı vardı. Sonra yeni kitaplar piyasaya çıktı. Yetkililer, günümüz edebiyat kitaplarıyla mukayese ederlerse farkı anlayacaklardır. Bu konulara girmemin sebebi; özel bir ilköğretim okulunda okuyan öğrencilere tatilde okumaları için verilen hikâye kitapları listesidir. Kitapların hepsi tercümedir. Çocuk, bir kısmını sevmeden okur.

Annesinin aldığı Dede Korkut Hikâyeleri ilgisini çeker ve zevkle okur. Dede Korkut Hikâyeleri maceranın yanında dînî duyguları da ihtivâ eder.

Hikâyede Emren, Tekür’e;

“Sen darda kalınca putlarına yalvarırsın. Ben âlemleri yoktan var eden Allâh’ıma sığınıyorum.” der.

Nihad Sâmi BANARLI hikâyeler için de önemli bir tespitte bulunur:

“Kahramanlar menkıbesi öyle bir destan havası içinde anlatılmıştır ki; okuyan, bu hikâyedeki îmânın birinci plândaki rolünden ziyade an’anevî kahramanlık macerasının tesiri altında kalır. Îman, okuyanın rûhuna tatlı bir duygu gibi sızar. Öyle hissedilir ki, bu savaşta zaferi temin eden şey, maddî insan gücüyle birleşen, mânevî îman kuvvetidir.”

Bu düşüncelerde eğitimcilere yol gösterilmektedir.

Dede Korkut Hikâyeleri’ni dikkatle okuduğumuz zaman, o devir halkının düşüncelerini, duygularını, inanışlarını, ahlâk anlayışlarını, tabiatta var olan bütün canlılara hayranlıklarını görürüz. Aile bağları önemlidir, çocuk eğitimi ile ilgili örnekler vardır. Töreye uygun Türk milletinin ve idarecilerinin özelliklerini de görürken, Allâh’a olan saf ve temiz duygularının yansıması şiirli bir dille anlatılır. 1947 yılına kadar Azerbaycan okullarında ders kitabı olarak okutulurken Sovyet Rusya tarafından yasaklanmıştır.

İyi bir heyet tarafından hazırlanacak antoloji, çocuklarımıza ve gençlerimize yeni ufuklar açacaktır. Bilgisayar çağında bile bu hikâyelerin zevkle okunduğunu bir annenin anlatması bizi yeniden düşündürüyor. Taş atan çocuklara ceza vermeme kanunu çıkarılırken; «Onların rûhunu nelerle besleyeceğiz?» sorusu gündemde olmaya değmez mi?

Hazırlayacağımız antolojiler, gelecek günlerin siyasîlerini, yazarlarını, ilim adamlarını da etkileyecektir. Bu arada öğretmen ve annelerin yetişmesi, bu kaynaktan beslenen sanatkârlarla, televizyon ve film yapımcılarıyla olacaktır.

Öğretmenlik yaptığım yıllarda bazı sınıflarda sene sonu kompozisyon yazılısında;

“Bütün imkânlar size verilseydi, eğitimde neleri, nasıl değiştirirdiniz?” sorusunu cevaplamalarını isterdim. Not vermeyeceğim ve isimlerini de yazmamalarını istediğim için heyecanla yazarlardı. Öğretmenleri, işlediğimiz edebiyat derslerini tenkit etmek serbestti. Cevapları okumak benim de ufkumu genişletiyordu.

Şu anda bana;

“Size bütün imkânlar verilse ve zengin olsanız ne yapardınız?” sorusu sorulsa hemen hayal kurmaya başlardım. Reklâm alma kaygısı olmayan bir televizyon kurardım. Bir çocuğun ve gencin yetişmesinde önemli olan noktaları, düşünen insanlarla beraber maddeler hâline getirir; sonra bu maddeleri dikkate alan programlar, filmler, diziler, oturumlar ve şu anda televizyonlarda olmayan programların yapılması çalışmalarına iyi bir ekiple başlardım. Hayal kurmam bittiği an yazılarımla, konuşmalarımla aynı gayeye hizmet etmeye devam ederim.

Dînî edebiyat antolojimize devam edelim ve yolumuz Mevlânâ diyarına düşsün. Bugün Türkiye’nin gündeminde olan konularda Mevlânâ’dan yardım isteyelim:

“Padişahlarla, mevkî sahipleriyle bir arada bulunmak bir yönden tehlikelidir. Onların nefisleri kuvvetlenip bir ejderhâ gibi olur. Onlarla konuşup onların dostluğunu iddia ve mallarını kabul eden kimse mutlaka onların keyfine göre konuşur. Hatırları hoş olsun diye onların kötü düşüncelerini benimser ve aksini söyleyemez. İşte bu, asıl tehlikedir. Çünkü onların tarafını tutarak, asıl tarafı unuturlar. Allâh’ı, halkı sana yabancı bırakmanın dîne zararı vardır.” (Fîhi Mâ Fîh)

İyi yetişmiş ilim adamlarını, gazetecileri, seçim zamanı çeşitli vaatlerle partilerine almak isterler. İçlerinde inandığım insanlar varsa, kabul etmesinler diye duâ ederim. Kabul etmeleri, farkına varmadan siyaset çarkının içinde erimeleri demektir. Çarkın içine girerek direnmek cesaret ister.

Mevlânâ, idealindeki hükümdarı tasvir eder. “Padişah ona derler ki; padişahlığı kendisinden olsun, hazinelerden değil…”

Adalet konusunda kadıları tarif ederken son derece dikkatlidir. “Kadı (hâkim) tanrı terazisidir, kilesine şeytan hilesi giremez. O, hasetlerin çekişmelerinin makasıdır. İki düşmanın savaşını, dedikodusunu keser. O, kıyâmetteki adalet denizinin bir katresidir.”

Mevlânâ’nın dünyasında tahsil, aydınlatılmış rûhun yüce maksatlarına hizmet etmeli, insanlığın menfaatine kullanılmalı ve kişilerin hayatî ihtiyaçlarına cevap vermelidir. İlim, kalbe, rûha hizmet etmeli, daima onun hizmetinde kalmalı, fakat ona kalp hükmetmeye kalkmamalıdır…

Günümüzde her konuda batıyı örnek alırken bir daha düşünelim. Dünyaya hükmettiğimiz günleri hatırlayalım.

Hazırlayacağımız antoloji fakültelerde de okutulmalı diye düşünüyorum. Bir devir yaşıyoruz:

Doktorumuz var, bir kısmı bizi şifâya hasret bıraktı;

Hâkimimiz, savcımız var, bir kısmı bizi adalete hasret bıraktı;

Diplomalı siyasetçilerimiz var, bizi yalansız bir dünyaya hasret bıraktı… saymaya devam edebiliriz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bilginlerin kötüsü emirleri ziyaret edendir, emirlerin iyisi bilginleri ziyaret edendir. Fakirlerin kapısına gelen bir emir ne kadar hoş ve emirlerin kapısındaki fakir ne kadar kötüdür.”

Mevlânâ’nın dünyasındaki ilim adamlarını, siyasetçileri, tacirleri, hakîmleri velhâsıl gerçek îman sahibi insanları yetiştirmek maârifimizin görevi olmalı. Aksamaları, projeleri, korkusuz ve dürüstçe dile getirmek; îman sahibi yazarların, düşünenlerin görevidir. Biz yazarsak, konuşursak halk ve ilgililer bilgilenecektir.

Peygamber Efendimiz;

“Hizmetçinize siz ne yiyorsanız onu yedirin, siz ne giyiyorsanız onu giydirin.” buyuruyorsa, kendimizden başlayarak çevremize bakalım.

Sıcak bir yaz günü apartmanımızı temizlemek için gelen kapıcıya, masamızda misafirimize ikram ettiğimiz dondurmalı pastadan ikram edebiliyor muyuz?

Alışveriş yaparken çocuklarımıza en pahalı giysileri almak yerine daha az masraf ederek, zor durumda olanların çocuklarını da sevindirebiliyor muyuz?

Öğretmensek bu güzel duygularla gençlerimizi yetiştirebiliyor muyuz?

İşadamı isek işçi ve memurlarımızın dertleriyle dertlenebiliyor muyuz?

Çocuklarımız en pahalı özel okullarda okurken onların çocuklarıyla da ilgilenebiliyor muyuz?

İdareci isek, İslâmî adaleti sağlayabiliyor muyuz?

Bazı makamlara geldiğimiz günle, ayrıldığımız gün arasında hayatımızda olan değişikliği fark edebiliyor muyuz?

Sorulara korkmadan, cesurca verdiğimiz cevaplar; îman noktasında bulunduğumuz yeri belirleyecektir.

Bu kadar hareketli bir hayatın içinde her akşam yatarken; “Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekebiliyor muyuz?”

Sürekli şikâyet eden bir toplum olduk. Elimde bir küçük broşür var. Yıllar öncesinden kitabımın arasında kalmış. «Beni gör!» der gibi kitabın arasından fırladı. Üsküdar Yayınevi emek çekmiş, bayramda dağıtılmak üzere sekiz sahifelik bir broşür yayınlamış. İçinde edebiyatımızdan güzel örnekler var; bayramla, namazla ilgili bilgiler, örnek şiirler yer alıyor.

Son sahifeden bir bölüm:

Bitmeyen borçlar, söz dinlemeyen çocuklar, lüzumsuz masraflar, gereksiz istekler, selâm bile vermeyen komşular, gelip gitmeyi unutan akrabalar, «kriz var iş yok» bunalımları, «çok huzursuzum» lâkırdıları…

«NE OLUYOR BİZE?» hepimiz topluca şükretmeyi unuttuk, çaresine de bakmıyoruz ve okumuyoruz…

Hiç olmazsa bayramlarda alışveriş merkezleri bu tarz kitapçıklar yayınlayıp dağıtsa, bizim antolojimiz bölüm bölüm yayınlanabilir.

Halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu bir bilebilsek…