Cemaatten Geri Kalmayan Âmâ ABDULLAH İBN-İ ÜMM-İ MEKTUM

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

İlk îman edenlerdendi… Gözlerinin görmüyor olması, hakikati görmesine mânî değildi… Maddî gözden mahrum, fakat mânâ gözü açık bu zât, mü’minlerin annesi Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-’nın dayısının oğlu idi. Daha önce Husayn olan adını Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- değiştirmiş, ona Abdullah ismini vermişti. Kendisi annesine nisbetle Ümm-i Mektum’un oğlu anlamında İbn-i Ümm-i Mektum ismiyle meşhurdu.

Hazret-i Abdullah bir gün, Peygamber Efendimiz’in yanındayken Cebrâil -aleyhisselâm- gelmişti. Cibrîl-i Emîn ona;

“–Gözünü ne zaman kaybettin?” diye sorunca;

“–Gözlerimi çok küçükken kaybettim.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâil kendisini şu hadîs-i kudsî ile müjdeledi:

“Allah Teâlâ buyurur ki:

«Ben kulumu, iki gözünü âmâ etmek sûretiyle imtihan ettiğimde buna sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.»”1

İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de nâzil olan Abese Sûresi, Hazret-i İbn-i Ümm-i Mektum hakkında inmişti. Bir gün Allah Rasûlü müşriklerin önde gelenlerinden birisiyle baş başa görüşüyor, onu hararetli bir şekilde İslâm’a davet ediyordu. Bulundukları meclise Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- gelerek sohbetten istifade edebilmek maksadıyla;

“Yâ Rasûlâllah; Sana yakın olabileceğim bir yeri işaret buyur da orada oturayım.” dedi.2

İşte o esnada bu kibirli, inkârcı müşrik; maddî imkân ve konumu itibarıyla fakir olan, âmâ İbn-i Ümm-i Mektum’un yanında bulunmasından rahatsız oldu. Zira o; kendi düşünce dünyasına göre, çok büyük ve önemli birisiydi. Bulunduğu meclise sıradan, basit insanlar gelmemeliydi.(!) İşte o mütekebbir, inkârcı müşrik; bu durumu bir gurur meselesi yapıp gelen âmâyı tahkir etmek maksadıyla suratını astı. Kibirli bir şekilde elbiselerini toplayarak ona sırtını çevirdi. Tebliğ ile meşgul olan Efendimiz -aleyhissalâtü ve’s-selâm- belki de sözün dağılmaması, oluşan müsbet havanın bozulmaması için, söz konusu müşrikin bu çirkin ve mütekebbirâne davranışı karşısında tepki göstermemiş, sohbetine devam etmişti. Bunun üzerine Abese Sûresi’nin ilk on altı âyeti nâzil oldu:3

“1-2. (Ey Nebî, Sen de gördün ki), o (kibirli adam), yanına âmâ (biri) geldi diye rahatsız olup surat astı ve (sonra) sırtını dönüp gitti.4

3-4. (Ümitlenip üzerinde ısrarla durduğun o inkârcının) belki arınacağını yahut alacağı öğüdün kendisine bir fayda sağlayacağını Sana ne/kim bildirdi?5

5-7. (Sen ki ey Nebî, hidâyete/irşâda) ihtiyaç hissetmeyene (ısrarla) yöneliyorsun. (Bilmiş ol ki artık) onun arınmamasından Sana ait bir sorumluluk yoktur.

8-10. (Kalbi) haşyet/saygı içinde koşup Sana gelenle ise, (kendini o inkârcıya odaklamandan ötürü) meşgul olmuyorsun.

11-16. Hayır! Sakın (öyle yapma!) o âyetler öğüttür, uyarıdır. Şerefli yüce ve tertemiz sahifelerde, iyilik timsâli çok değerli kâtiplerin elleriyle (yazılan) o âyetleri artık isteyen düşünür, ders alır.”6

Efendimiz’in burada âmâ olan İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh-’dan müşrik olan kişiye yönelişinin sebebi; içinde o kişi için taşıdığı ümidin sevkiyle konuyu soğutmadan, kaldığı yerden tebliğine devam etme arzusundan başka bir şey değildi. Nitekim ilk iki âyetin ardından gelen;

“(Ey Nebî), onun belki arınacağını yahut alacağı öğüdün kendisine bir fayda sağlayacağını Sana kim bildirdi?” âyeti, Hazret-i Peygamber’in o kişiye yönelik içinde taşımakta olduğu ümidine işaret etmekteydi. O’nun masumiyetine halel getirecek bir durum yoktu. Sadece bir terk-i evlâ söz konusuydu. Peygamberlerin durumu ise sahip oldukları makam ve mertebelerinden dolayı bizden farklıdır; onlar bir terk-i evlâdan ötürü de kınanabilirler.7

“(Ey Habîbim), şüphesiz Sen üstün ve pek yüce bir ahlâk üzerindesin.” (el-Kalem, 4) buyurularak tarif edilen bir Peygamber’in, kendisinden bir şeyler dinlemek için saygıyla meclisine koşarak gelen bir mü’mine -üstelik âmâ olması cihetiyle şefkate ziyadesiyle muhtaç ve müstehak birisine- yüz ekşitip sırtını çevirmesi mümkün değildir.8

Allah Rasûlü, İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh-’ı her gördüğünde şöyle derdi:

“Merhaba, ey Rabbimin bana ikazda bulunmasına sebep olan kişi! Allâh’a andolsun ki Rabbim senin hakkında beni asla kınamaz.” Bunu o kadar tekrar eder ve Abdullâh’a o kadar lütufta bulunurdu ki artık Hazret-i Abdullah, Rasûlullâh’a engel olmaya çalışırdı.9

Allah Rasûlü’nün bu cümlesinde Abdullâh’a o çirkin davranışta bulunan ve ilâhî kınamayı hak eden kimseye târiz söz konusuydu. Sanki bu cümleyle Allah Rasûlü şöyle demek istiyordu:

«Allâh’a and olsun ki ben hiç bir zaman filân adamın yaptığı gibi yapmam!»

İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- hâfız-ı Kur’ân olması sebebiyle kırâat dersleri veren üstadlardandı. Allah Rasûlü’nden işittiği âyetleri derhâl ezberlemiş ve hâfız olmuştu. İlk müslümanlardan olduğu gibi, ilk muhâcirlerden olma izzetine de ererek Medine’ye Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- ile birlikte Kur’ân muallimi olarak gönderilmişti. Ensardan birçoğuna Kur’ân-ı Kerim kırâatini o öğretti.

Âmâ olmasına karşılık, sesi çok gürdü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu Hazret-i Bilâl ve Ebû Mahzûre -radıyallâhu anhümâ- ile birlikte Mescid-i Nebevî’de müezzinlikle görevlendirmişti. Bilâl-i Habeşî olmadığı zaman Ebû Mahzûre, o da bulunmadığı zaman Hazret-i Abdullah ezan okurdu. Onlar günde beş defa kelime-i tevhîdi yüksek sesle ilân ederek insanları en hayırlı amele ve felâha davet ettiler. İslâm’ın ilk müezzinleri olma şerefine nâil oldular.

Genellikle Hazret-i Bilâl ezan okur, Hazret-i Abdullah ise kāmet getirirdi. Bazen de Hazret-i Abdullah ezan okur, Hazret-i Bilâl kāmet getirirdi. Ramazan aylarında ise sahurun bittiğini ilân etmek için ayrıca ezan okunurdu. Bunun için Allah Rasûlü mü’minlere;

“Bilâl ezanı gece okuyor, İbn-i Ümm-i Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyip içiniz. Çünkü o fecr-i sâdık vaktinde ezan okur.”10 buyurmuştu.

Müslümanlar; birisinin ezanıyla sahura kalkıyorlar, diğerinin ezanıyla da oruca başlıyorlardı. Hazret-i Bilâl ezan okuyup halkı uyandırıyor, Hazret-i İbn-i Ümm-i Mektum ise fecri bekliyor ve bunda hiç şaşırmıyordu.

Özürlülerle ilgili hükümlerin belirlenmesinde, Hazret-i İbn-i Ümm-i Mektum’un payı büyüktü. Özürlülerin vekil bırakılmaları, imamlık yapmaları, talep edilmesi hâlinde savaşa iştirak etmeleri, farz namazlara katılmaları gibi pek çok konu onun sayesinde açıklık kazandı.

Bedir Gazvesi’ni müteâkip mücâhidlerin durumunu bildiren Kur’ân âyetleri nâzil olmuştu. Bu âyetlerde Allah -celle celâlühû-; savaşa iştirakleri sebebiyle mücâhidleri, cihâda katılmayanlardan üstün tutuyordu. Bu durum Hazret-i İbn-i Ümm-i Mektum’a ciddî tesir etmiş, gelen âyetlerin kendisini de muhatap kıldığı inancıyla ve mükellefiyetini yerine getirememe endişesiyle Peygamber Efendimiz’e gelmişti. Yaşlı gözlerinde ve terennüm ettiği sözlerinde böyle bir fazîletten mahrum kalmış olmanın hüznü de vardı.

“Yâ Rasûlâllah; vallâhî, cihad etmeye imkânım/gücüm olsaydı, ederdim.” diyebildi.

Cenâb-ı Hakk’a samimî bir kalple yönelerek, boynu bükük bir halde duâ etmeye başladı. Mazeretleri sebebiyle cihâda çıkamayanlar hakkında vahyin gelmesi, özrünün kabulü demekti.

“Yâ Rabbî! Benim mazeretimi kabul et… Özrümü beyân eden âyet indir!”

Hâdisenin devamını Efendimiz’in vahiy katibi Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Allah -celle celâlühû- onun duâsına icâbet etmede gecikmedi. Rasûlullah Efendimiz’i birden bire sekînet kapladı. Dizi, dizimin üzerine düştü. Nefsimi elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, bacağımın üzerinde öyle ağırlaştı ki onu ezeceğinden korktum. O andaki Rasûlullâh’ın dizinin ağırlığından daha ağır hiçbir şey görmedim. Vahyin ağırlığı geçip kendine gelince:

«Yaz Zeyd!» dedi. Ben de yazdım:

«İnananlardan yerlerinde oturanlarla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.»

İbn-i Ümm-i Mektum ayağa kalkıp;

«Ya Rasûlâllah! Cihâda gücü yetmeyen kimsenin durumu nasıldır?» sorusunu sorar sormaz, Allah Rasûlü’nü yine sekînet kaplayıp dizi dizimin üzerine düştü. Önceki ağırlığını yeniden hissettim. Vahyin ağırlığı geçince;

«Zeyd! Yazdığını oku bakalım!» buyurdular. Ben de okudum:

«İnananlardan yerlerinde oturanlarla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.»

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilâve etti:

«Yaz: Özür sahipleri hariç…»”11

İbn-i Ümm-i Mektum’un istediği istisnâ ilâve edilmiş ve âyet tekrar nâzil olmuştu. Hakkında âyet inerek muaf tutulmasına rağmen; onun coşkun gönlü, oturanlarla kalmaya asla râzı olmadı. Allah yolunda cihadlara katıldı ve sancak taşıdı. Büyük nefisler ancak büyük işlerle tatmin olabilirler. O günden itibaren hiçbir gazadan geri kalmayı istemedi. Harplere katılarak, gür sesiyle askerleri yüreklendirdi. Düşmanın içine ise korku saldı.

Ancak, Rasûlullah dönemindeki bütün seferlere katılması mümkün olmadı. Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu tam on üç defa Medîne-i Münevvere’de vekili olarak bıraktılar. Onun valilik ve imametle vazifelendirilmesi, âmâ hâliyle sefer ve muharebelere katılmasının güç olmasındandı. Allah Rasûlü kendisine iltifat eder, daima gönlünü alırdı. Vedâ Haccı’nda Peygamberimiz Vedâ Hutbesi’ni okurken, herkesin duyabilmesi için gür sesiyle hutbeyi tekrarlamıştı.

Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh-’ın evi Mescid-i Nebevî’ye epeyce uzaktı. Kendisine özrüne binâen ruhsat verilmiş olmasına rağmen, beş vakit namazını Rasûlullah Efendimiz’in arkasında edâ eylerdi. Cemaate gidip gelirken komşusu Hazret-i Ömer ona kılavuzluk yaparak yardımcı olurdu.

Bir gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun da bulunduğu bir mecliste, cemaate devam etmenin lüzumundan bahsedip, şöyle buyurdular:

“Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı namazıyla sabah namazıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa onları kılmak için mescide gelirlerdi. Nefsimi kudret eliyle tutan Zât’a kasem olsun ki; ezanı okutup namaza başlamayı, sonra namazı kıldırması için yerime birini bırakıp beraberlerinde odun desteleri olan Kureyşli gençlerle namaza gelmeyenlere gitmeyi ve evlerini üzerlerine yıkmayı düşündüm.”12

Bu ağır îkaz ve kınama elbette namaza gelmeyen münafıklar içindi. Nâdirattan da olsa mescide gelemediği bir-iki vakit namaz İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh-’ı endişeye sevk etmiş olacak ki heyecanla hâlini arz etti:

“Yâ Rasûlâllah! Durumum sizce malûmdur. Mescidle evimin arası uzaktır. Yolda hurma ağaçları ve haşerât var! Her vakit bir rehber de bulamıyorum.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ezanı işitiyor musun?” diye sordular.

“–Evet!”

“–Öyleyse cemaate gel, emekleyerek de olsa cemaate gel!”13

Bir Kur’ân âşığı olan Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh-; huzurunda bulunup Kur’ân’dan âyetler öğrenmek ve mânevî atmosferinden istifade etmek için, sık sık Rasûlullah Efendimiz’in evine gelirdi. Sohbet âşığıydı. Özellikle Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinin âşığıydı.

Yine bir gün bu niyetlerle ziyaretine gelmiş, Rasûlullâh’ın huzuruna girmek için müsaade istemişti. O esnâda Rasûlullah Efendimiz’in yanında mübârek hanımları Ümmü Seleme ile Meymûne -radıyallâhu anhümâ- vâlidelerimiz vardı.

Onu içeri alan Rasûlullah Efendimiz; hanımlarına, çekilmelerini işaret buyurdular. Hazret-i Ümmü Seleme Vâlidemiz; gelenin gözleri görmeyen bir âmâ olduğunu beyan edip çekilmelerinin hikmetini suâl edince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ihtilâttaki karşılıklı hassâsiyeti ifade eden şu cevabı verdiler:

“O görmüyorsa, sizler de görmüyor değilsiniz ya!”14

Hazret-i Ebûbekir’in hilâfetinde müezzinlik vazifesine devam eden Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer devrinde cihadlara katılmak üzere İslâm ordusunda vazife aldı. Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- İran Sâsânî saltanatına son verecek bir savaş hazırlığına başlamış, her tarafa haberler göndermişti.

“Silâhı, atı, cesareti ve firâseti olanı bana gönderiniz, acele ediniz!” demişti. İslâm mücâhidleri Fâruk’un çağrısına cevap vermeye ve her taraftan Medine’ye gelmeye başladılar. Bunlar arasında âmâ mücâhid Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- da vardı.

Bir sahâbî olarak sürekli cihad rûhu ve şehâdet arzusuyla yaşayan Hazret-i İbn-i Ümm-i Mektum şöyle diyordu:

“Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Sancağı bana veriniz. Onu sizin için taşıyıp muhafaza edeyim. Çünkü ben âmâ olduğum için düşman kılıçlarını göremem, bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören İslâm askerlerinin de cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”

Sa‘d İbn-i Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-’ın kumandası altında toplanan İslâm ordusu, Kādisiye meydanına vardığında; İslâm sancağını, zırhını giymiş olarak Abdullah İbni Ümm-i Mektum taşımaktaydı. Muharebe esnasında yüksek bir tepeye çıkarak etrafa gür sesiyle haykırmış, İranlıların moral ve mâneviyatını bozmuştu. Fillerle ve en yeni harbî teçhizatlarla donanımlı Persler, sayıca da üstündü. İslâm ordusu gayet çetin bu düşman karşısında, sabır ve sebat üzere üç gün savaştı. Nihayet üçüncü günün sonunda müslümanlar kesin bir zafere nâil oldular. (14/636)

Savaşa katılan mücâhidlerin beşte biri şehâdet mertebesine ermişti. Şehidlerin arasında, al kanlarla şehâdet abdestini almış, canını uğrunda fedâ ettiği İslâm sancağını kucaklamış yatar vaziyette bir şehid daha buldular. Onun rûh-i azîzi çoktan dostlarına kavuşmuş, zafer ezanları okumaktaydı.15

Allah şefâatlerine nâil eylesin…

__________________

1 Buhârî, Merdâ, 7.

2 Rivâyette geçen «istednîni» ifadesine M. Fuad Abdulbâkî bu anlamı vermiştir. Bkz. el-Muvattâ, I, 180.

3 Muvattâ, Tefsîru’l-Kur’ân, 8; Tirmizî, Tefsîru sûre (80) 1.

4 Muhyiddin Derviş, İ‘râbu’l-Kur’ân, X, 375-377.

5 el-Beyzâvî, Envaru’t-Tenzîl, IV, 524.

6 Meâl, Dicle Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK.

7 Bkz. M. Cârullah, Kitâbu’s-Sünne; F. Gülen, Sonsuz Nur, II, 209-215.

8 Dicle Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK.

9 İmam Câfer-i Sâdık’ın rivâyeti, Tefsîru’l-Burhân, c. 4, s. 428; İbn-i Sa‘d, Tabakât, 4/209; İbn-i Kesîr, Tefsir; 4/470-471.

10 İmam Buhârî, İmam Müslim ve Ahmed İbn-i Hanbel tahrîc ettiler.

11 en-Nisâ, 4, 95, 96; el-Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzül, Mısır 1968, s. 100.

12 Buhârî, Ezan, 29; Kütübü sitte, c. 8, s. 258.

13 İbn-i Hanbel; İbn-i Hibbân; İbn-i Hacer.

14 Tirmizî; Ebû Dâvud; İbn-i Hanbel.

15 Abdullah İbn-i Ümmi Mektum hakkında geniş bilgi için bkz: el-İsâbe, biyografi no: 5764; et-Tabakatu’l-Kübrâ, IV/205; Sıfatu’s-Safve, J/237; Zeylu’l-Muzeyyel, s. 36, 47; Hayâtu’s-Sahâbe; el-Bâşâ, Sahâbe Hayat.