«İŞTE OĞLUMA LÂYIK GELİN!»
İrfan ÖZTÜRK
Mânâ âlemi; gören, görebilen gözlere şu maddî âlem gibi görünür. Temiz fıtratlar, temizliğini koruyabilen, haram lokmadan, kul hakkından uzak durup, Allâh’ın sevdiği sâlih amellerle, cömertlikle, hayır hasenatla hem Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına, hem de kullarının hayır duâsına erişenler; mânevî hakikatleri, aynen müşahede ederler.
Onlar bu dünyayı gerçek sûretiyle, çirkin bir kocakarı hâlinde görür, ondan ve onun süsünden, yalancı yaldızlarından yüz çevirir, yönlerini gerçek hayata, âhirete kolayca çevirirler. Onlar için fedâkârlık çok kolay hâle gelir.
Tıpkı Basralı güzeller güzeli bir yiğit ve cömertler cömerdi annesinin yaptıkları gibi…
Vaktiyle Basra şehrinde yaşayan, çok zengin, cömert, hayırsever bir aile vardı. Allah bu aileye, hesapsız mal-mülk vermişti fakat hiç evlât nasip etmemişti. Tek dilekleri bir evlât sahibi olmaktı. Dileklerine ermek için fakir-fukarâya, garip-gurebâya külliyetli miktarda hayır hasenat yaptılar, çok duâlar aldılar. Zaten cömert idiler, bu vesileyle cömertliklerine cömertlik kattılar.
Bir zaman sonra Allah Teâlâ bunlara öyle güzel bir erkek çocuğu verdi ki… Sanki gökten ay inmiş, hânelerine girmişti. Âdetâ Hazret-i Yûsuf kadar güzeldi. Anası ve babası şâd olmuşlardı. Bu defâ Allâh’a şükran borcu olarak tekrar fukarâya ve yoksullara sadakalar dağıttılar, ziyafetler verdiler.
Bir müddet sonra her fânî gibi, baba Allâh’ın rahmetine kavuşup ameli ile baş başa kaldı. Bu güzel çocuk ve anası fânî dünyada kaldılar. Çocuk; günden güne serpilip, güzelleşiyor, yakışıklı bir delikanlı oluyordu. O kadar güzelleşti ki; onun yüzünü gören âşık oluyor, ondan ayrılmak istemiyordu.
Evlenme çağına geldiği zaman, Basra’nın zengin ve asil aileleri kızlarını vermek için kapılarına üşüştü. Fakat her göz takdir ederdi ki, hiçbirinin kızı bu çocuğa münasip güzellikte değildi. Bu gerçeği en iyi şekilde gören annesi;
“Oğlumdan daha güzel bir kız bulmadıkça, onu evlendirmem!” cevabını veriyordu.
Şehrin eşrafı toplanıp yakışıklı delikanlının annesine geldiler ve dediler ki:
“–Bu zamanda senin oğlundan güzel kız bulunmasına imkân yoktur. Böyle güzel kızı nerede bulacaksın? İşte, bizim kızlarımız da senin oğlun kadar olmasa da güzel. Bir tanesini beğen de evlendirelim. Mürüvvetini gör, murâdına er!”
Oğlanın anası;
“–Hayır! Oğlumdan daha güzel kızı bulacağım. Çin’de de olsa bulup oğluma onu alacağım!” cevabını verdi.
Günlerden bir gün, bu genç ile annesi bir ziyaret için dışarıda idiler. Bu sırada Basra’nın en büyük camisine insanların akın ettiğini gördüler. Basra’nın âlimlerinden halkın sevdiği ve saydığı velîlerden Abdullah bin Zeyd -rahimehullah- vaaz ediyor, halk vecd ve huzur içinde dinliyordu. Onlar da namazlarını kılıp, bu sohbeti dinlemek üzere oturmaya karar verdiler.
İçlerinden bir ses, bu izdivaç meselesine, bu mübârek sohbette bir çözüm bulacaklarını söylüyordu. Zira bir vâris-i nebî; Allâh’ın kitabından, nebî -aleyhisselâm-’ın sîretinden bahsedecekti. İnsanın her müşkülünü halledecek anahtar, Allâh’ın kitâbı, Hakk’ın habîbi ve vârisleri değil midir?
Âlim, kürsüye vakar ile oturup; orada bulunan hâfızlardan birine bir aşır okumasını işaret etti. Hâfız, yanık sesi ile Sûre-i Furkān’dan şu mealdeki âyetleri okumaya başladı.
“(Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl! derler. İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır.” (el-Furkān, 74-75)
Abdullah bin Zeyd Hazretleri, âyetlerin tefsirine başladı:
“Allah Teâlâ; cennette birbirinden güzel köşkler, saraylar ve çadırlar yarattı ve bunlar Arş-ı Âlâ’sının altında muallâktır. Allah Teâlâ, bu dünyayı ve yıldızları direksiz yarattığı gibi; bu köşkleri, sarayları da direksiz yaratmıştır. Hava boşluğunda, bulut gibi havada durur. Cennet ehli, dünya ehlinin yıldızları gördüğü gibi cennetten bu sarayları görürler.
Bu; havada, muallâkta duran köşklerin üç yüz kapısı vardır. Her kapısı altındandır. Üzerleri yâkut ve pırlanta işlemelidir. Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de beşer kalbi hatıra getirmiştir.
Bu köşklerin kapısı açıldığında, Cenâb-ı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile İbrahim Halîlullâh’ın mübârek cemâlini görüp şâd olurlar. Her bir köşkte bir taht kurulmuş, her bir tahtın üzerinde nurdan döşekler döşenmiş ve her tahtın önünde ırmaklar akar. Kardan soğuk, baldan tatlı, miskten daha güzel kokuludur. Her tahtın önünde bir hûrî oturur.
Her birisi cennet libasları giymişlerdir. Yüz kat cennet kumaşlarından elbiseler ihsan olunmuş, türlü türlü renk ve desenden ki, lisan ile tarif olunmaz.
Her tahtın karşısında cennet hizmetçileri, el-pençe dîvan durmuşlar; ellerinde buhurdanlıklarla tütsüler yakıp, güzel kokular yayarlar. Bir kısmı, ellerinde o hûrîlerin takacakları ziynetleri tutarlar. Eğer o hûrîlerden bir tanesi dünyaya yüzünü gösterseydi; iki yanaklarının nûru, ayı karartır, güneşi söndürürdü…”
O Yûsuf yüzlü delikanlının annesi, bu vasıfları işitince;
“Benim oğluma, bu hûrîlerden başkası zevce olamaz! İşte oğluma alacak kızı şimdi buldum.” deyip ayağa kalktı ve Abdullah bin Zeyd’e hitap edip;
“–Ey müslümanların imamı! Allah, sana rahmet eylesin. Bu güzel makamlar ve bu güzel hûrîleri, Rabbimiz kimlere ihsan edip verecektir?” diye sordu.
Allah dostu da şöyle cevap verdi:
“–Şu sıfata nâil olan mü’minler, onların mehrini verip bu nimetlere ererler.”
Kadın dedi ki:
“–Onların mehri nedir?”
Âlim devam etti:
“–Dünyada günah işlememek, Allâh’ın emirlerine itâat etmek; «Yapma!» dediklerinden kaçınıp yapmamaktır. Allah yolunda tasadduk etmek, hayır ve hasenatta bulunmak, gece namazı kılmak, gündüz oruç tutmak, Allah yolunda canını fedâ etmektir. İ‘lâ-yı kelimetullah, namus ve mukaddesat için düşmanla harbetmekten çekinmemektir. Bu amelleri icrâ edip de gecede ve gündüzde Rablerine duâ edip;
«Ey bizim Rabbimiz! Sen bizim kadınlarımızı ve çocuklarımızı doğru yol olan dîn-i İslâm’da sâbit kadem eyle ve onları bize itâatkâr kıl. Sen’in şerîatına muhalif ameller işlemesinler. Îman ile göçüp, onları cennette görüp, gözlerimiz, gönüllerimiz ferahlanıp nurlansın…» diyen zümre, yani aile efrâdını hak yoluna sevk edip onların âhiretini kazananlara bu nimetler bahşolunur.
Yine ibâdete doyamayıp da;
«Yâ Rabbî! Bize öyle hidâyet et ki, bizi muttakîlere imam yani Allah’tan korkanlara önder eyle.» Rablerine ibâdet edip böyle duâ edenler bu makama sahiptir.” dedi.
Kadın;
“–Senin, bu bize haber verdiğin şartları kabul ettim. Benim gibi bir günahkârın oğluna bundan daha güzel makam ve daha güzel kız olamaz.” dedi. Vaaz bitmişti. Hemen evine geldi. Kırk bin altın alıp mescide döndü. Abdullah bin Zeyd’e teslim eyledi ve dedi ki:
“Ey müslümanların imamı! Bunları al, verdiğin sohbetinde müjdelediğin makam ve hûrîlere müjdelik olsun. Al bu altınları, Hak yolunda fukarâya sarf eyle.”
Bir zaman sonra küffârın zulümleri sebebiyle harp ilân olunmuştu. Bu, mü’minler için bir düğün haberi idi. Her taraf gazâya hazırlanıyordu. Abdullah bin Zeyd Hazretleri de, dervişlerini toplayıp gazâya hazırlanıyordu. Başına kalabalık bir halk toplanmıştı ki, bahsi geçen kadın, oğlunun elinden tutmuş olarak bu zâtın huzûruna geldi.
“Ey müslümanların imamı! Oğlumu sana getirdim, seninle gazâya katılsın.” diye rica etti. Hak dostu kabul etti. Delikanlıya güzel bir at aldılar, giyindirip kuşandırdılar. O güzel delikanlı; elinde süngü, belinde kılıç, başında tolgası, üzerinde sarığı ile tıpkı bir arslana benziyordu. Anası arkasından;
“Seni Allâh’a ısmarladım. Şimdiden gazan mübârek olsun. Hak Teâlâ seni o güzel makamlara ve hûrîlere kavuştursun.” diye sevinç gözyaşları döküyordu.
Abdullah bin Zeyd anlatıyor:
Sahrâlar, dağlar, dereler, ırmaklar geçildi. Rum toprağına varılıp, düşman ile karşılaşıldı. Kâfirler ile müslümanlar karşılıklı saf bağladı. Bir tarafta hâfızlar Kur’ân okumaya, bir tarafta dervişler yüksek sesle tevhid getirmeye başladılar. «Allâhu Ekber!» sadâları Arş-ı Âlâ’ya yükseldi. Süvariler atlarını mahmuzlayıp, düşman üzerine yüklendiler.
Artık iki taraf birbirine kıyasıya saldırıyor, mü’minlerin; «Allah! Allah!» sadâları, kâfirlerin ise; «Hurrâ» nâraları birbirine karışıyordu.
Bizim genç, yakışıklı gazimiz; süngüsünü atının kulakları arasından tutmuş, süvarilerin en önünde kâfir askerine karşı at sürüp, öyle kahramanca cenk ediyordu ki, nice harp görenler böyle cenk hamleleri yapamazdı. Hâlbuki, o daha ilk kez harbe katılan bir yeniyetmeydi.
Fakat gözlerini semâya dikiyor, bakıyor, tekrar saldırıyor, şehâdet mertebesini arıyordu. Bana korku gelmişti. Çünkü kendini helâk ettirmek istercesine dövüşüyordu. Koşarak yanına vardım:
“–Yiğidim, canım; harp böyle yapılmaz! Savaş, düşmanı saf dışı etmektir. Sen, kendini fedâ etmeye uğraşıyorsun. Aceleyle, kendini tüketircesine üst üste hamle etme! Kendini koruyarak, yormayarak yavaş yavaş cenk et. Kendini kolla. Arkadaşlarından ayrılıp ileri gitme. Hem henüz fazla harp tecrüben de yok. Korkarım ki, sana bir zarar erişir…”
Fakat delikanlı başka bir âlemde gibiydi:
“–Aziz efendim! Benim gördüğümü gören bir canı değil, bin canı olsa fedâya hazırdır.”
Ben;
“–Ne görüyorsun?” dediğimde o bana gözleri parlayarak anlattı:
“–O gün vaazında bize müjdelediğin şeyleri işitmiş; fakat görememiştik. Şimdi o söylediğin makamları ben görüyorum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana âgûşunu açtı, İbrahim Halîlullah bana selâm veriyor, beni çağırıyor. Yetmiş kadar hûrî de cennet burçlarından bana bakışıp gülüyorlar ve beni çağırıyorlar. «Senin gelmeni bekliyoruz.» diyorlar.” dedi.
Ben bu sözleri işitince ağlamaya başladım. O, hemen atını mahmuzladı. «Allâhu Ekber! Allah! Allah!» deyip kâfiri kıra kıra düşman askerlerinin içine kadar gitti. Sırtlan sürüsüne saldıran bir arslan gibi, kefere sürüsünü dağıtıp, yine yanıma geldi ve bana şöyle seslendi:
“–Bize şehâdetin ne mertebe olduğunu siz öğrettiniz. Şehid olacağımdan mı korkuyorsunuz? Bu rütbeyi benden mi esirgiyorsunuz?”
Ben cevap verdim:
“–Ey gözümün nûru; senin şehâdetinden, şehid olacağından ağlamıyorum. İslâm, böyle bir bahâdırı kaybeder diye yakınıyorum. Sen, ebedî hayata kavuşursun. Fakat, bizim gözümüzden nihan olursun. Gaziler de böyle makama erişirler. Hem ağlayışım, sana gıpta etmemdendir, sana imreniyorum!”
O;
“–Hayır, hayır! Ey aziz efendim, bu nimeti asla terk etmem. Bu yüce iltifata erdikten sonra tekrar dünya hayatına meyletmeme imkân yoktur. Bak, beni çağırıyorlar!” dedi.
Hava iyice ısınmıştı. Başından miğferini, sırtından zırhını çıkardı, elinden süngüsünü attı. Kılıcını kaptı. Tekbir getire getire kâfire öyle bir kılıç vurdu ki, dil ile tarif edilmez. Nice zalimi kırıp; Allah, Rasûlullah ve Kur’ân düşmanlarının canlarını cehenneme yolladı. Düşman, zaten kendisine zâyiat verdiren bu kahramanı kolluyormuş ki, tekbir alıp tekrar tekrar düşman içine dalmasını fırsat bilip, etrafını çevirdiler. Yüzlerce düşman, süngüsünü ve kılıcını birden o yiğide vurdular. Her tarafı al kan içinde kalarak, bir dağ gibi heybetle yere serildi.
Müslüman askeri bu hâli görünce hep bir ağızdan tekbir ve tehlil ile düşmana öyle bir hücum ettiler ki, tâ ikindi vaktine kadar süren bu muazzam muhârebede düşman dehşetli bir bozguna uğradı. Sanki zafer o bahâdırın şehâdetini bekliyordu. Düşman dağılmış, kaçıyordu.
Cesetler ve yaralılar arasında o yiğidi buldum. Sırt üstü yatmış, gözünü Arş-ı Âlâ’ya açmıştı. Hâlâ akan kanlarından yükselen bir mübârek koku dimağımı doldurdu. İki gül yanağı henüz solmamıştı, parıl parıldı. Gözlerimi kamaştırdı. Dudakları oynuyor; «Lâ ilâhe illâllah!» diyordu. Gözlerini açtı. Bana baktı, eliyle semâyı gösterdi, tebessüm etti. Bana âdetâ;
“Ben, murâdıma nâil oldum.” diyordu ve öylece kaldı. O mübârek şehidi kucakladım, bir münasip yerde mezar kazdım, namazını kılıp, defnettim.
O gece anası rüyada oğlunu görmüş:
Öyle bir taht kurulmuş ki, azametinin, güzelliğinin vasfını Allah’tan gayri kimse bilmez. O bahâdır yiğit de o tahtın üzerinde oturmuş.
Annesiyle aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
“–Ey ciğerpârem, söyle Allah Teâlâ sana nasıl muamele etti?”
“–Anneciğim! O güzel makamlar ve hûrîler bana verildi. Murâdıma nâil oldum. Şehid olduğum an, bana verilen hûrîler beni bekliyorlarmış, hemen beni kucakladılar ve cennete götürdüler. Beni düşünme anneciğim. Cennetteki eşlerimin, hûrî gelinlerinin sana çok selâmı var. Hepimiz senin gelişini hasretle bekliyoruz.”
Ne mutlu Allah yolunda şehid olanlara…
Ne mutlu sohbetleri can kulağıyla dinleyebilen, hakikatleri can gözüyle görebilenlere…
Kavuşmak istiyorsan,
Hûrîler ve cennete…
Vakit geçirme boşa,
Koyul hemen hizmete…
(Gülzâr-ı İrfan)