YÜRÜDÜ, YÜRÜDÜ…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Orhan, Yûnus Dede’nin sohbetinden çıktıktan sonra âdeta bahar mevsiminde ve müstesnâ bir gül bahçesinde huzûrun zirvesini yaşayan talihli bir kuş gibiydi. Durmadan şakıyan bir kuş gibi. Bu sebeple dönüş yolunda durmadan kendisi konuştu, Doktor Selim Bey de tebessümle mukabele etti:

–Doktor amca, ömrümde böyle güzel insan görmedim. Görmeden önce bahsetseler, böyle insanların var olduğuna inanmazdım.

–Öyle evlâdım, mâneviyâtın güzelliği işte bu. O güzellik, bizim gördüğümüzden daha güzeldir.

–İnşâallah Rabbim bize hisseler nasîb eyler.

–İnşâallah evlâdım.

–Doktor Amca; Yûnus Dede’nin hem söyledikleri hem de şahsiyeti, yıllardır boşlukta çırpınan rûhumu da gönlümü de doldurdu. Ne olur doktor amca, haftaya da gidelim!

–Elbette evlâdım, aynı şekilde buluşur, gideriz inşâallah!

–Doktor Amca, size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.

–Aman evlâdım! Her şey Allâh’ın lutfu, hepimiz O’na şükredeceğiz.

Muhabbetle kucaklaştılar. Her ikisi de evlerinin yolunu tuttuğunda gönülleri bambaşka huzur içindeydi.

Orhan, Doktor Selim bey gözden kaybolana kadar arkasından seyretti. Ona bir kat daha minnetle doluydu. Onunla karşılaştırdığı için Allâh’a şükretti. Onun sayesinde gaflet uykusundan uyanmış, uçurumun kenarından dönmüştü ve bugün katıldığı sohbetle de gönlü bambaşka bir kıvam almıştı. Öyle ki, kendisine kâbus gibi gelen amcasının evine bile huzurla gidecekti artık. Çünkü bir karar vermişti.

“Doktor Selim amcanın bana yardımcı olduğu gibi ben de akrabalarıma yardımcı olmalı, yol göstermeliyim. Onlar da benim eski hâlim gibi hidâyete muhtaç.”

Bu düşünce ile âdetâ o da bir mâneviyat doktoru olmuş gibiydi. Bu tefekkür, rûhuna ferahlık vermişti. O vakte kadar dayısının da yengesinin de amcasının da kendisine yaptıklarının acısı içinden silindi. Yüreğini acıtan diken gibi hâdiseler ve hâtıralar bertarâf oldu. Akrabalarına karşı olan öfkesi, artık acımaya dönüşmüştü.

Sakin sakin yürüdü.

Bugün arabaya binmek istemiyordu.

Yürüdü, yürüdü.

Bir sokak köşesinde dikkatini çekti:

Tombul bir kediyle iri bir köpek boğuşuyordu. Kedi, acı sesler çıkararak pençe atmaya çalışıyor, köpek de öfke ile havlayarak onu ısırmaya uğraşıyordu. Bağırtıları birbirine karışmıştı. Öylece gırtlak gırtlağa bir başka sokağa daldılar.

Orhan, onların kaybolduğu yere dalgın dalgın bakarken ellerini semâya kaldırdı:

“Yâ Rabbî; beni kedi olarak da yaratabilirdin, köpek olarak da yaratabilirdin. Fakat lütuf ve kereminle, Sen beni insan olarak yarattın. Ama yazık ki şimdiye kadar şu mahlûkat gibi yaşadım. Oysa insan olarak yaşamak ne kıymetli imiş. Yûnus Dedeler gibi, Doktor Selim amcalar gibi yaşamak, ne büyük şerefmiş. Bundan sonra ne olur Allâh’ım, beni hep onlar gibi yaşat.”

Yürüdü, yürüdü.

Hafif yağmur çiseliyordu. Damlaları seyretti. Onların yere düşüşüne baktı. Toprakla kaynaşmasını izledi. Toprak her damlayı hemen yudumluyordu. Fakat sadece kendine değil, üzerinde kim varsa hepsine de kana kana içiriyordu. Bitkilere, börtü böceklere, kurda kuşa, insanlara, her varlığa ikrâm ediyordu. Hele şu küçük solucanın hâli. Düşündü:

“Rabbim; devâsâ varlıklara ayrı bir hayat, küçücük varlıklara da ayrı bir hayat vermiş. Karıncanın da solucanın da bir hayat tarzı var. Allah onların rızkını da veriyor. O ufacık varlıkları da unutmuyor. Ne muhteşem bir kudret! Ne muazzam sanat ve saltanat! Allâh’ım, sen ne büyüksün!”

Rûhunda yeni bir ferahlık duydu.

Yürüdü, yürüdü.

Bir çiçekçi dükkânının önünden geçiyordu. Çiçekçi, büyük bir îtinâ ile işini yapıyordu. Birine buket hazırlıyor, birine de çelenk hazırlıyordu. Îtinâlıydı, fakat elindeki çiçeklerin sanatkârından belki de habersizdi. Orhan, rengârenk çiçeklerin güzelliklerine hayran hayran bakarak mırıldandı:

“Acaba bu adam, hiç düşünüyor mu ki; bu çiçekler topraktan nasıl çıkıyor, bu güller nasıl açıyor? Onlardaki renk renk desenleri kim tasarlıyor, boyaları kim hazırlıyor, kim üretiyor? Kim bu muhteşem sanatın sanatkârı? Acaba bu çiçekçi bunun farkında mı? Yoksa on kuruş kazanayım diye, güzelim çiçeklere sadece madde ve menfaat gözüyle mi bakıyor? Para kazandıran bir çakıl yığını ile çiçek buketlerinin arasında acaba fark görebiliyor mu, göremiyor mu?”

Yürüdü, yürüdü…

Bir hastahâne gördü. Âcil servisin önünde bir sürü insan vardı. Telâşlı koşuşturmalar, heyecanlı ve endişeli hareketlilikler ve sakin doktorlar vardı. Hastalar inliyordu. Yine Doktor Selim Beyi hatırladı:

“Burada inleyen hastaların da acaba bir Doktor Selim beyleri var mıydı? Şefkat ve merhametleri ne kadardı? Buradaki doktorlar, tıp ilmini, daha doğrusu Allâh’ın koyduğu şifâ için gerekli sıhhat kāidelerini okurlarken ruhlarını da eğittiler mi, gönüllerini de incitmeyecek ve incinmeyecek bir kıvamda incelttiler mi? Yoksa hastalara karşı kasap edâsı mı içindeler?”

Yürüdü, yürüdü…

Biraz dalgınlaşmıştı ki acı bir fren sesiyle irkildi.

Sol tarafında bir araba, yol kenarındaki direğe çarpmıştı. Allah’tan ki, yavaş olduğu için az darbe almıştı. İki kişi vardı içinde. Şoför indi. Diğeri kaldı. Arabada kalan şahıs, oturduğu koltukta garip bir şekilde sağdaki camı silip duruyordu. Yaşadığı kaza umurunda bile değildi. Şoförün de ondan farklı tarafı yoktu. İndiği arabayı iki saniye seyretti, sonra anahtarını bir kenara fırlattı ve rastgele yürümeye başladı. Ne kendisinin ne arabasının farkında idi. Bir sağa devriliyor, bir sola devriliyordu.

Anlaşılan, ikisi de zilzurna sarhoştu. Zavallılar, hiçbir şeyin farkında değildiler. Yaptıkları kazayı dahî idrâk edemiyorlardı. Ayıkken bilememişler, sarhoşken hiç bilmiyorlardı ki; Yolculukları nereye? Gidişleri nereye? O sarhoş adımları nereye?

Orhan, ibretle düşündü:

“Bu adamların hâli, benim eski hâlim. Bir zamanlar ben de böyleydim. Anlıyorum ki; Doktor Selim amcanın bana yaptığı gibi bunlara acımak lâzım. Acımak için de günaha olan nefreti, günahkâra taşırmamak lâzım. Çünkü bunların çoğu, ellerinden tutacak Doktor Selimleri olmadığı için bu vaziyette. Doktor Selimleri olsa, belki de böyle olmazlardı. Meğer bu dünyanın Doktor Selimlere ne kadar çok ihtiyacı varmış…”

Yürüdü, yürüdü…

Gördüğü her köşe ayrı bir ibretti. İnsanların heyecanları, hevesleri, telâşları ve ihtirasları farklı farklıydı. Kimisi gün ışığında güneşi kaybetmiş, şaşkın şaşkın dolaşıyordu. Kimi sefâletini saâdet zannetmiş; sımsıkı sarılıyor, hidâyet ikliminden kaçıyordu.

Yürüdü, yürüdü…

Güzergâhı Bağdat Caddesi’nden geçiyordu. Bir araba, yüksek sesle çaldığı müzik kirliliği ile kulaklarını patlatırcasına yanında geçerken âniden korktu. İrkildi ve hızlandı. Buradan çabuk geçmeliydi. Bir sürü garip yerler ve insanlar vardı. Çılgınca eğlenenler, yarı çıplak sefiller… Sanki bu insanlar, gözlerinin önüne parmaklarını koymuş, hakikat nûrunu hiç görmek istemeden yaşıyorlardı.

Önceleri imrendiği kız-erkek karmakarışık tablolara Orhan, şimdi bir mânâ veremiyordu:

Yarın bunlar nasıl anne olacak? Nasıl baba olacak?

Bu insanlar, niçin dünyaya geldiklerini, niçin yaşadıklarını, nereye gideceklerini, azıcık da olsa düşünmüyorlar mıydı? Yolculuğun hangi tarafa olduğunu hiç anlamıyorlar mıydı?

Yüreği acıdı;

“Güya bunların çoğu tahsilli!” diye düşündü.

Belki kimisinin iki-üç üniversite bitirmişliği vardı. Ama her şeyleriyle behîmî bir hayatın zebûnu idiler. Esas tahsilden ve esas eğitimden hiçbir nasipleri yok gibiydi. Çıkmaz sokakların perişan yolcularıydı. Hayatın hangi girdabında helâk olacakları meçhuldü. Okyanus ortasında dümeni kırılan bir gemiden farksızdılar.

Düşündü:

“Eğitim dediğin, Doktor Selim gibi insanlar yetiştirmeli. İnsanı insan yapmalı. Diğer varlıklar gibi yaşamayı körükleyen tahsil, gerçek bir tahsil değildir. Zengini şımartan, fakiri isyana sürükleyen tahsil; eğitim değil, ancak tehlikedir. Maddeten olsun, mânen olsun; yetimleri, kimsesizleri, muhtaçları ve muzdaripleri unutturan tahsil, ıstıraplarla doludur.”

Karar verdi:

“O hâlde ben esas tahsilin peşinde olmalıyım. Yoksa hâlim, eskisi gibi bunlardan farksız olur. Doktor Selim amcanın dediği gibi liseyi açıktan bitirme imkânım var. İki kanatlı bir eğitim için vakit geçmeden esas tahsile «Bismillâh!» demeliyim. Sonra ilâhiyat, edebiyat, tarih veya tıp… Bakalım kabiliyetim hangisine elverişli? Ancak illâ esas tahsil. İllâ Doktor Selim gibi şahsiyetli yetişmek… Etrafıma yüreğimden merhamet ve rahmet tevzi etmek.””

Orhan; bu düşünceler içinde kaldırımları adımlarken, eğri sokaklarda gördüğü daha nice manzara ile rûhen sıkıldı. Yûnus Dede’nin sohbetinde tattığı feyzi ve yaşadığı huzûru kaybetmemek için bazı yollardan kaçarcasına geçti. Çünkü nice köşeler ve yerler, insanların mâneviyat mezbelesi gibiydi. Üst üste yığılmış çöp yığınları gibi. Şekil şekil tipler. Kılıktan kılığa girmiş tipler. Saâdeti, sefâlette arayanların şeytanca hâlleri.

Yürüdü, yürüdü, yürüdü…

Farkında olmadan çok tanıdık bir yerden geçmek üzereydi. Bir an tereddüt etti. Sonra kararlı bir şekilde yürümeye devam etti. Bir zamanlar sıkça uğradığı bir yerdi. Kalben düzelmeye başladığı andan sonra uğramak istemediği bir mekân. Olacak ya, Tilki Şevket de kapıdaydı.

Onu görünce birden sıçradı Tilki:

‒Orhan, aşk olsun sana! Hoş geldin diyeceğim ama kırgın ve kızgınım. Kaç sefer ektin bizi! Ayıp ettin…

Orhan kararlı cevap verdi:

‒Ben artık bu mekânlara elveda dedim. Kendimi yeşertecek asıl ve gerçek toprağımı bulup sizi değil, gönlümü oraya ektim. İnşâallah bir gün siz de o toprağın fidanı olursunuz.

Tilki şaşırdı:

‒Ne oldu sana böyle? Sözlerin de hâlin de bir değişik. Hele gel içeri şöyle.

Orhan, kıpırdamadı:

‒Orası içeri girilecek değil, sadece dışarı çıkılacak bir yer!

Tilki sesini yükseltti:

–Sen aklını kaybetmişsin!

Orhan;

“–Hayır, kaybetmedim. Asıl şimdi aklım yerine geldi.” dedi ve Tilki ile arkadaşlarına acıyarak baktı. Sonra sordu:

–Şu benim alnımda aptal mı yazıyor? Zamanında hakikaten aptalmışım. Kendimi boş sevdalarda neredeyse helâk edecektim. Ebedî hayatın âhiret hayatı olduğunun ve dünyanın da bir imtihan mekânı olduğunun farkında değildim. Bugün ise, yeni uykudan uyanan bir kişinin mahmurluğu ve silkinişi içinde ayrı bir dünyaya göz açtım.

‒Ooo, sen sofu olmuşsun Orhan! Nasıl oldu yahu! Rüyada görsem inanmazdım. Öyle değil mi arkadaşlar?

Toplu bir kahkaha yükseldi.

Bunun üzerine Orhan, onlara cevap vermeyi gereksiz gördü. Acıyarak baktı. Yine kararlı adımlarla yürüyüp gitti.

Yürüdü, yürüdü…

Son geçtiği yerde içi hayli darlanmıştı. Bir zamanlar koştuğu sefil kimselerden şükür ki bugün kaçarcasına ayrılmıştı. Onlarla geçirdiği yıllara hayıflandı. Onlarla yazık ettiği günlerini kahırla hatırladı ve yüreği bir daha burkuldu.

Ferahlamak ihtiyacı hissetti. Yûnus Dede’nin sohbetinde teneffüs ettiği havayı tekrar tekrar yüreğine doldurmak için derin derin nefes aldı. Biraz rahatladı. Fakat geçtiği yerden üzerine yansıyan gafleti iyice defetmek istiyordu.

Vakit de ilerlemişti. Doktor Selim Beyi bu saatte rahatsız etmek olmazdı. Mütereddit bir hâlde düşünürken uzaktan gördüğü Süleymaniye minareleri, âdeta ona muhabbetle el sallıyor ve kendisini buyur ediyor gibiydi.

Karar verdi:

“Yatsıyı Süleymaniye’de kılayım…”

Kalbini Allâh’a yöneltti ve yürüdü…