İMÂM-I MÂLİK -rahmetullâhi aleyh-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

-Tarihe Yön Veren Zirve Şahsiyetler; Gönüllere Taht Kuranlar-

İlim, İbâdet ve İhlâs’ta Vakar Timsâli

İMÂM-I MÂLİK -rahmetullâhi aleyh-

«REHBERİN TAKVÂ OLSUN»

Hicret Yurdu Medine’nin büyük muhaddis ve fakîhi İmam Mâlik; devrinin halîfelerine nasihatlerde bulunur, onlara hayırlı selefleri olan hulefâ-i râşidîn efendilerimizi, sahâbe ve tâbiînin zühd ve takvâ içindeki güzel hâllerini misal verirdi. Zamanın halîfesine yazdığı bir mektubunda şöyle demişti:

“Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- 10 defa hac yaptı. Benim bildiğime göre bir haccında ancak 12 dinar harcardı. Çadırda değil, ağaç gölgesinde konaklardı. Süt kırbasını boynunda taşırdı. Çarşı-pazar dolaşır, oradakilerin hâlini sorardı. Mâlûm olduğu üzere, yaralandığı zaman ashâb-ı kiram yanına geldiler; onu methetmeye, övmeye başladılar. Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- ise onlara şöyle mukabelede bulundu:

«Böyle sözlere kapılan aldanmıştır. Eğer dünya dolusu altın olsa, mahşer gününün korkularından kurtulmak için onların hepsini fedâ ederdim!»

Hazret-i Ömer ki, her işi doğru ve adâlet üzereydi. Her şeyde muvaffak olmuştu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
onu cennetle müjdelemişti. Bununla birlikte o; yine korku içinde, üzerine aldığı müslümanların işlerini daha iyi idare edebilme gayretinde idi. O, böyle düşünürse başkalarının hâli nice olur?

Ey halîfe! Sen, Allâh’a yaklaştıracak işler yap ki, o amellerin yarın seni kurtarsın. Seni ancak amelinin kurtaracağı o dehşetli günden kork! Geçmiş insanlardan iyiler sana örnek olsun. Takvâya sarıl! Her ne iş yapmak istersen, takvâ sana rehber olsun. Sana yazdıklarımı her zaman göz önünde tut! Onlara uymayı, onları almayı ve onlara göre hareket etmeyi kendine vazife bil. Allah’tan tevfik, hidâyet ve irşad niyâz ederim.” (Kadı İyâz, Tertîbü’l-Medârik, Dâru Kütübi Mısrıyye, s. 271)

Yine İmam Mâlik buyurur:

“İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa; insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.”

“Kendisine hayrı olmayan kimsenin, başkasına hayrı olmaz.”

“Mescide girip de kalbinde nifak alâmeti olan kimse, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçar, kaçar.”

Bu gerçeğe nazar ederek cemaate iştirak etmeyenlerin durumunu düşünmek îcâb eder.

“Bir kimse kendini övmeye başlarsa değeri düşer.”

“İlmin kalkanı; «Bilmiyorum.» diyebilmektir.”

“İlim öğrenmek isteyen kimsenin, vakarlı ve Allah’tan korkar hâlde olması lâzımdır.”

İmâm-ı Mâlik, Fahr-i Kâinât Efendimiz’le nurlanan Medîne-i Münevvere’nin ulvî mâneviyat ikliminde, Efendimiz’in hadîs-i şeriflerinin tahsil ve neşriyle meşgul olan bir çevre ve ailede yetişmiş büyük bir âlimdi. İmâm-ı Mâlik, büyük bir hürmet ve titizlik içinde yaşıyordu. Çünkü O’na göre Medine, âlemde en kudsî mekân idi;

KÂBE’DEN BİLE ÜSTÜN

Bütün kâinat, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve O’na ithâf edilmiştir. Bundan dolayı İmâm-ı Mâlik, Varlık Nûru Efendimiz’in kabr-i şerîfinin bulunduğu Ravza-i Mutahhara’yı Kâbe-i Muazzama’dan daha üstün, yeryüzünün en mukaddes mekânı kabul ediyordu. (Kadı İyâz, Şifâ, II, 95-96)

Muhabbet ve samimiyetten kaynaklanan büyük hürmeti ile İmâm-ı Mâlik;

«Allah Rasûlü’nün bastığı yeri bilemem.» diye Medine hudutları içinde binek üzerine binmezdi. Abdest tazeleme ihtiyacı olduğunda Medine’nin dışına çıkardı. Çünkü Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi; hayatta iken olduğu gibi, vefâtından sonra da Ravza-i Mutahhara’dadır. Vefâtından sonra Ravza’yı ziyaret eden, O’nu sağlığında ziyaret etmiş gibidir. Ümmetinin salât ü selâmları ve amelleri Fahr-i Kâinât Efendimiz’e arz edilir. Bu sebeple, âyet-i kerîmelerde Efendimiz’e gösterilmesi emredilen hürmet, vefâtından sonra da Ravza-i Mutahhara’da sergilenmelidir.

Zira şehidler için de Cenâb-ı Hak;

“Allah yolunda öldürülenler için, ölüler demeyin. Onlar diridirler fakat siz hissedemiyorsunuz.” (el-Bakara, 154) buyurmaktadır.

Hazret-i Âişe -radiyallâhu anha-
Vâlidemiz’in şu davranışı da bu hakikati teyid eder mâhiyettedir:

“Ben, Allah Rasûlü’nün ve babamın medfun olduğu odama girdiğimde örtümü rahatça çıkarır; «Biri kocam, diğeri babam.» derdim. Ama Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- onların yanına defnedildikten sonra Allâh’a yemin ederim ki odama ancak, Ömer’den hayâ ettiğim için elbiseme iyice bürünerek girdim.” (Ahmed, VI, 202; Hâkim, III, 63/4402)

Şehidlerin bizim görmediğimiz bir buudda hayat üzere oldukları gibi elbette, varlığın uğrunda yaratıldığı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz de mübârek Mescid-i Nebevî’sinde, vefatlarından sonra farklı bir hayâtiyet içindedirler ve elbette pâk huzurlarında hürmet ve tâzim üzere bulunmak şarttır.

Nitekim bir gün İmam Mâlik Hazretleri Mescid-i Nebevî’nin mihrâbında talebeye ilim tedrîsiyle meşgul iken, devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur mescide geldi. Bazı sualler sordu. Aralarında ilmî bir müzâkere başladı. Ancak Ebû Câfer Mansur, konuşmanın heyecanına kapılıp sesini yükseltince, İmam Mâlik Hazretleri;

“–Ey mü’minlerin emiri! Burada sesini yükseltme! Zira Allah Teâlâ bu hususta bir topluluğa edep öğreterek şöyle buyurmuştur:

«Seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin!» (el-Hucurât, 2)

Başka bir topluluğu medhederek şöyle buyurmuştur:

«Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında seslerini kısanlar…» (el-Hucurât, 3)

Diğer bir topluluğu da zemmederek şöyle buyurmuştur:

«(Rasûlüm) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.» (el-Hucurât, 4)

Vefât ettikten sonra O’na hürmet göstermek, aynen hayattayken hürmet göstermek gibidir.”

Şâhid olduğu bu yüksek edep karşısında Halîfe;

“–Ey İmam! Duâ ederken kıbleye mi, yoksa Rasûlullâh’a mı döneyim?” diye sordu.

İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyurdu:

“–Yüzünü niye O’ndan çevireceksin ki?!. O, senin ve ceddin Hazret-i Âdem’in kıyâmete kadar Allâh’a mağfiret ve necat vesilesidir. Bilâkis sen; Peygamber Efendimiz’e yönel ve O’nun şefâatini iste ki, Allah Teâlâ da O’nu sana şefaatçi kılsın!..” Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

«…Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman Sana gelip de Allah’tan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve esirgeyici bulurlardı.» (en-Nisâ, 64)” (Kadı İyâz, Şifâ, II, 41)

İmam Mâlik Hazretleri’nin bu yüksek edebinden bizler de dersler almalı ve kendimize sormalıyız:

YA BİZ?..

Bizim ziyaretlerimizde Ravza’da ve Mescid-i Nebevî’de hattâ Medîne-i Münevvere’nin herhangi bir yerinde, Efendimiz’in huzûr-i âlîlerinde olduğumuzu asla unutmamamız gerekmektedir. O en mübârek mekânda; gerek huzûr-i Peygamber’i, gerek ümmet-i Muhammed’den herhangi bir ferdi, en ufak bir şekilde dahî incitmekten, rahatsız etmekten hicap duymalı, zirve bir edep sergilenmelidir. Sesler asla yükseltilmemeli, bilhassa lüzumsuz konuşmalardan kaçınarak sükûtun tefekkür derinliği tercih edilmelidir. Diller ve gönüller, o mukaddes beldede daha bir iştiyak ile salât ü selâma meftun olmalıdır.

İşte bu fevkalâde edep ile temâyüz eden İmam Mâlik; Medine’de Abdullah bin Mes‘ûd -radiyallâhu anh-’ın oturduğu evde ikamet eder, Mescid-i Nebî’de de Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-’ın oturduğu yere otururdu. İmâm-ı Mâlik de İmâm-ı Âzam gibi derslerini mescidde verirdi. Mescid-i Nebevî’de geçen günlük hayatında; beş vakit namaz ve cenaze namazlarında cemâate katılır, hastaları ziyaret eder, şahsî işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı.

İmam Mâlik; o şerefli mekânda ve bu ulvî vazifede büyük bir titizlikle, yüksek bir edeple hareket ediyordu. Abdullah bin Mübârek’in anlattığı şu hâdise buna ne güzel bir misaldir:

“İmam Mâlik’in yanındaydım. Bize Allah Rasûlü’nün hadîs-i şeriflerini naklediyordu. Bu esnada ona bir hâl oldu. Istırap içinde olduğu yüzünden okunuyordu. Rengi değişiyor, sararıyor ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şeriflerini bırakmıyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıklarında ona dedim ki:

«–Ey imam! Bugün sende bir gariplik gördüm?»

O da şöyle cevap verdi:

«–Evet, ders esnâsında bir akrep gelip beni defalarca soktu, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh’a olan tâzim ve hürmetimden dolayı dayandım.»” (Münâvî, III, 333; Süyûtî, Miftâhu’l-Cennet, s. 52)

İmam Mâlik İslâm şahsiyetinin mühim bir unsuru olan vakar ve heybet ile temâyüz etmişti. Okuttuğu ilmin ve bulunduğu mihrabın îcâb ettirdiği ciddiyet ve vakar ile hareket eder ve şöyle derdi:

“İlim tahsil edenlere vakarlı, ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sahiplerinin, bilhassa ilmî müzakereler sırasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekir. Sesli bir şekilde gülmemek ve sadece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdabdandır.”

HADÎS-İ ŞERÎFE BAŞLAYINCA…

Bir talebesi şöyle der:

“İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sâde bir şekilde katılırdı. Fakat hadîs-i şerif okumaya ve anlatmaya başlayınca, onun sözleri bize heybet verirdi. Sanki o bizi, biz de onu tanımıyorduk.”

İmâm-ı Mâlik; Peygamber Efendimiz’e hürmeti sebebiyle, hadis ilmine ayrı bir hassâsiyet gösterirdi. Fetvâ sormaya, fıkıh öğrenmeye gelenlere normal davrandığı hâlde; hadîs-i şerif hakkında sual soracak bir misafir geldiği vakit; abdest alır, sarık sarar, güzel koku sürünür, yüksek bir yere oturur, ondan sonra kabul eder, suâli huşû içinde cevaplardı. İçeride öd ağacı yakılır, hadîs-i şerif dersi bitinceye kadar buhurdanlık etrafa güzel râyihalar saçardı.

Böylece kendini Allah Rasûlü’nün rûhâniyetlerine hazırlar, O’nun mübârek kelâmını nakledeceği için edebe son derece îtinâ gösterirdi. Hadîs-i şerifleri dinlerken de huzur ve sükûnetle dinlemeye çok ehemmiyet verirdi. Bu sebeple ayakta iken dinlemez, sıkıntılı, üzüntülü, kararsız bir hâlde iken hadis dersi vermezdi. Hadîs-i şerifler husûsunda bir hataya düşmekten de son derece korkardı.

İmam Mâlik, heybetli olduğu kadar bütün ahvâlinde mütevâzı idi ve dersinde de son derece huzur tevzî ederdi. Gerek meseleler hakkında fetvâ verirken, gerekse de Hazret-i Peygamber’den hadîs-i şerif naklederken yüzü parlak bir hâl alırdı.

İmâm-ı Mâlik’in Allah Rasûlü’ne olan büyük hürmet ve tâzîmine eşsiz bir misal de; sırf Fahr-i Kâinât Efendimiz’in akrabası olduğu için, kendisine zulmeden bir idareciyi affetmesi ve hakkını helâl etmesi olmuştu:

«HAYÂ EDERİM!»

Medine Valisi, İmâm-ı Mâlik’ten, bir ictihâdından vazgeçmesini istedi. Kabul etmeyince, ona eziyet ile zulmetti. Her eziyet gördüğünde İmam Mâlik;

“Yâ Rabbi! Onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar.” diyordu. Nihayet bayılıp düştü.

Sonra ayılınca da;

“Şâhit olunuz, ben hakkımı bana cefâ edenlere helâl ettim.” dedi. Durumdan haberdar olan halîfe, ziyaretine geldi. Özür dileyerek valiyi cezalandıracağını söyleyince büyük imam şöyle buyurdu:

“Hayır, ben onu affettim.”

Sebebi sorulduğunda ise;

“Rasûlullâh’ın torunu olan bir zâttan mahşerde dâvâcı olmaktan hayâ ederim!..” dedi.

Halîfeler ile iyi münasebetler kuran İmâm-ı Mâlik, hulefâ-i râşidîn devrinden sonra, tekrar o kıvâmı elde etmeye yönelik kıyâm hâdiselerinin üzücü neticeleri de görüldükten sonra, mevcut idarecileri nasihatleri ile istikamette tutmayı daha hayırlı görüyordu. Mânevî otoritesiyle, kendisine yönelen halîfelere hakkı tavsiye ediyordu. Bu faaliyetlerinde ne maddî ne de mânevî menfaati düşünmüyor; tek gaye olarak, ümmetin felâhını görüyordu.

Nitekim kendisine;

“Ey imam! Senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emir edeceğim.” diyen Harun Reşid’e;

“Ey halîfe, hadîs-i şerifte;

“Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı (ilmî farklılıkları) rahmettir.” buyuruldu. Âlimlerin ihtilâfı Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Her biri hidâyet üzeredirler. Müslümanlar bu rahmetten mahrum bırakılamaz.” diyerek, halîfeyi niyetinden vazgeçirmişti.

Büyük imam, halîfelere nasihat ederken ilmin haysiyet ve izzetini onlara çiğnetmemeye büyük dikkat gösteriyordu.

Nitekim Harun Reşid; İmâm-ı Mâlik Hazretleri’nden her gün evine gelip, oğlu Emin ile Me’mun’a ders vermesini istedi. İmâm-ı Mâlik Hazretleri halîfeye şu mânidar cevabı verdi:

“Ey halîfe, münasip olan, çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allah Teâlâ, sizi daha azîz etsin! İlmi azîz ederseniz azîz olursunuz; zelîl ederseniz zelîl olursunuz. İlim bir kimsenin ayağına gitmez, ilmin yanına gidilir.”

Bunun üzerine halîfe, İmâm-ı Mâlik’ten özür diledi ve çocuklarını bir süre imâma göndererek ders aldırttı.

İmam Mâlik ilmin ciddiyetini ve mes’ûliyetini derinden hisseder ve her sorulan soruya cevap vermezdi. Sorulan bazı sorulara ancak araştırıp tefekkür ettikten sonra cevap verirdi. Bir gün bir şahıs İmam Mâlik’e bir şey sordu ve sorduğu meselenin kolay olduğunu söyledi.

İmam Mâlik buna gazaplandı ve;

“Kolay öyle mi! İlimde kolay bir şey yoktur! Sen Cenâb-ı Hakk’ın;

«Doğrusu Biz Sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz.» (el-Müzzemmil, 5) âyetini işitmedin mi? İlmin hepsi zordur. Bilhassa kıyâmet günü mes’ul olunan ilim!” cevabını verdi.

İmâm-ı Mâlik’in heybeti, yaşadığı takvâ hayatı ve öğrettiği ilmin vakarından doğuyordu. Yine bir gün halîfenin yanındayken, halîfenin oğlu, imâmın heybetinden yanlarına çıkamamış, korkmuştu. Onun bulunduğu mecliste sultanların, valilerin sahip olamadığı bir mehâbet ve tesir olurdu. Muâsırı olan bir şair İmam Mâlik’in heybetini ve bu heybetin sırrını ne güzel açıklar:

Vakarlı, edeplidir;
Takvayla izzetlidir;
Sultan değildir amma,
Şah gibi heybetlidir.

Böyle bir kıvâmın temeli elbette; rûhî eğitim idi… Bütün İslâm büyüklerinin ihmâl etmediği;

MÂNEVÎ TERBİYE

Diğer imamlar gibi, İmâm-ı Mâlik de mânevî ilimleri ihmâl etmemişti. İmâm-ı Âzam’ın ömrünün son iki yılında sohbetinde bulunduğu Câfer-i Sâdık Hazretleri’nden İmâm-ı Mâlik de ilim ve irfan tahsil etmiş, o büyük Allah dostunun sohbetinde bulunmuştu. Kendisi Câfer-i Sâdık Hazretleri’ni şöyle anlatır:

“Câfer bin Muhammed’e giderdim, o çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Yanında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
anılınca yüzü sararırdı. Onun meclisine uzun zaman devam ettim. Onu her görüşümde ya namaz kılıyor ya oruç tutuyor veya Kur’ân-ı Kerim okuyor olurdu. Abdestsiz hadîs-i şerif rivâyet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. O takvâ sahibi, zâhid, âbid ve âlimlerdendi. Yanına geldiğim zaman yaslandığı yastığını alır, mutlaka bana ikrâm ederdi.”

İmâm-ı Mâlik, ömrünü Hakk’a kulluğa ve O’nun rızâsı için ilim tahsiline vakfetmişti. İlim uğrunda her türlü zorluğa katlanmış ve her şeyini harcamış, hattâ evini satmıştı. Hadis ve fıkıh ilimlerinde tâbiînin çok büyük şahsiyetleri olan Abdullah İbn-i Ömer -radiyallâhu anhüma- ’nın âzadlısı Nâfi‘ ve İbn-i Şihab ez-Zührî gibi zatların kapısında güneşin altında bir soru sormak için saatlerce beklerdi.

Fakat o henüz küçük bir çocuk iken, kendi istîdatlarının farkında değildi. Güvercinlerle oynuyor, vaktini boşa geçiriyordu. Bunu fark eden babası, ağabeyi ile birlikte Mâlik’e fıkhî bir soru sordu. Cevabı ağabeyi bildi, fakat Mâlik bilemedi. Bunun üzerine babası;

“Mâlik, galiba seni güvercinler oyaladı!” diyerek îkāz etti ve gönlüne ilim arzusunu saldı.

Yine büyük bir âlim olmasa da, büyük bir âlimin yetişmesine vesile olan büyük bir eğitimci olduğu anlaşılan babası; İmâm-ı Mâlik’in ilme alışması ve feyz alması için, ezberlediği her hadîse karşılık bir hediye verdi. Bu güzel uygulamanın meyvesi olarak İmâm-ı Mâlik, yıllar sonra bile;

“Hâlâ hadîs-i şerif rivâyet ettiğimde babamın hediyesini alıyor gibi sevinç duyuyor ve lezzet alıyorum.” derdi. Bu büyük âlimin yetişmesinde de bizler için nice örnekler vardır. Evlâtlarımızı, dünyanın zehirli ve oyalayıcı oyun ve oynaşları bin bir nefsânî câzibe ile davet ederken; onların hiçbir teşvik, hediye ve yönlendirme olmaksızın âhiret yolunun terletici yolunu seçmelerini beklemek doğru değildir. Bilhassa zamanlarının müsait olduğu şu yaz mevsiminin verimli günlerinde, çocuklarımıza ilmi, ibâdeti, takvâyı sevdirecek Nebevî eğitim metotlarını bizler de sîret-i Nebî’den çiçekler gibi devşirmeli ve hayata geçirmeliyiz.

Hak dostları kervanında geleceğin İmam Mâlikleri, Fatihleri, Sinanları ancak böyle gayretlerle yetişecektir.

TAKVÂ VE İLMİN FEYZİYLE…

İlmi hem zâhirî hem bâtınî, hem maddî hem mânevî olarak kalbine nakşeden ve fevkalâde bir edep ve hürmetle yaşayan İmâm-ı Mâlik, bu sûretle öyle bir kıvâma ulaşmıştı ki, rüyaları bile Allah Rasûlü’nü temâşâ ile doluydu.

Böyle bir feyiz ve rûhâniyetle; Allah Rasûlü’nün hadîs-i şeriflerini, sahâbe ve tâbiînden Medîne-i Münevvere ehlinin fıkhını, takvâ hayatını anlatan rivâyetleri bir araya getirdiği Muvattâ adlı meşhur eserini meydana getirdi.

Fıkhî görüşlerini takip edenlerce kurulan Mâlikî Mezhebi, bilhassa Afrika ve Endülüs’te milyonlarca müntesibe ulaştı. Bu mezhebde İmam Karâfî gibi nice âlimler yetişti.

Allah Rasûlü’ne fevkalâde edebi ve hürmeti sayesinde ulaştığı bu büyük sadaka-i câriye nimeti bizler için ne güzel bir örnektir.

Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlü’ne, O’nun sünnet-i seniyyesine, O’nun şehrine, Ravza’sına ve Mescid’ine hürmet ve muhabbette selef-i sâlihînin mübârek hâlleriyle hâllenmemizi bizlere nasîb eylesin.

Sünnet-i seniyye istikametinde faydalı ilimle, amel-i sâlihle, hizmetle dolu bir ömür yaşayıp, son nefesi İslâm üzere huzur içinde verebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn!..