BU TESPİT!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Ormanda toplantı vardı.

Sinsi çakal, kartalı orada göremeyince gözüne ilk ilişen horoza seslendi:

–Onun işini sen de yapabilirsin. Senin de kanatların var!

Horoz, memnuniyet gururundan sarhoş oldu:

–Teveccüh ediyorsun.

–Yok yok, öyle.

–Peki, yapılacak iş ne?

–Şu yan taraftaki uçurumda ölü bir ceylân var. Onu arslanın akşam yemeği için alıp getireceksin. Haydi, şöyle bir kanat çırp yukarıdan aşağıya, kartaldan daha hızlı ol, yere süzülüp ceylânı kap ve getir!

Yapılan iltifatlardan sarhoş olan horoz, heyecanla kabardı. Hiç düşünmeden küt diye uçuruma bıraktı kendini. Heyhat, üç-beş kanat bile çırpamadan zemini boylamış ve yere indiğinde paramparça olmuştu.

Yukarıdan manzarayı seyreden çakal, dudak büktü:

–Şapşal, beceremedi. Ben de onu bir şey zannetmiştim. Neyse, arslanın akşam yemeğine ilâve olarak çerezi de hazırlanmış oldu.

Sonra diğer hayvanlara döndü:

–Kartal hâlâ gelmedi, arslanın sofralığını aşağıdan kim getirebilir?

Kurt atıldı:

–O kime derse, o getirir.

Çakal, sinsice güldü:

–Sana dedi. Çünkü senin sıçramaların meşhur. Boynun da kalın. Haydi bakalım, davran! Horozu da sana ödül olarak ikram edecek.

Ödülü duyunca kurdun ağzı sulandı. O da hiç düşünmeden uçurumdan aşağı sıçradı. Küüüt! O zavallı da paramparça olmuştu.

Çakal, diğerlerine döndü tekrar:

–Arkadaşlar, iş inada bindi. Kim başaracak bu işi? Onun ödülü daha büyük olacak!

O atladı, şu atladı, bu atladı. Derken aşağısı mezbele hâline döndü.

Kurnaz çakal, bu defa arslana döndü:

–İş size kaldı.

Arslan:

“–Haklısın galiba…” deyip uçurumun kenarına yürüdü.

Tam o esnada kartal geldi:

–Aman! Bu iş sizin işiniz değil. Kanadınız yok!

Arslan kükredi:

–Cesaretim var ya.

Kartal, îkaz etti:

–Burada cesarete de kanat lâzım! Kanatsız cesaret, diğerleri gibi ölümle biter.

–Ne kanadı? Horoz kanatlıydı da ne oldu?

–O yanlış kullanıldı. Çünkü onunki kümes kanadıydı. Bu işte gökyüzü kanatları lâzımdı.

–Çakal böyle demiyor ama.

–Onun dedikleri yaldızlı kurnazlık. Oysa başarı için istekler ile gerçekler paralel olmalı.

–Anlamadım.

–Ey arslan, yapılmasını istediğin işin ne gerektirdiğini tespit etmeli önce. Bu tespit doğru yapılmazsa bütün adımlar ve atılımlar, yanlış olur! Sadece zâyiatla neticelenir. Bak aşağıdaki manzaraya ve anla!

O manzara gerçekten ibretli.

Aynısı, mecâzen insanlar âleminde de oldukça çok değil mi? Çok. Çünkü günü ve geleceği inşa ederken atılan adımlar ve atılımlar, bazen kabul edilemeyecek kadar çok yanlış tespitlerle ve tercihlerle dolu. Böyle olunca neticeler de, sıkıntı, hata ve şikâyetlerle dolu. İstenilen ve ortaya çıkan tamamen tezat hâlinde. Adımlar ve atılımlar; belki istek olarak doğru maksatlı, fakat ortaya çıkan netice bakımından tam zıddı. Zira tespitler kusurlu. Tespitleri belirleme noktası da bazen çakal mantığı ile yaldızlı, yanıltıcı ve kuru gazlar, hevesler ve moda hatalar etrafında uçuruma yuvarlayıcı.

Oysa;

Her meselede tespit, ama doğru tespit, çok mühim. Hele bazı sahalarda çok daha mühim. Meselâ tıpta. Çünkü tespit, yerli yerince olmadan asla yerinde bir tedavi mümkün değil.

Bunlar tamam.

Fakat;

İnsanı değerlendirirken bunun nasıl olacağını tespit ise, tam bir can damarı, hattâ eğitim itibarıyla işin canı.

Çünkü;

İnsan öyle bir varlık ki kan grubu farklılığından binlerce kat fazla ruh grubu var. Hepsi de yapısı ekseninde inkişaf ediyor veya ziyan oluyor.

Bu;

İnsanı gerek eğitirken gerek değerlendirirken dikkat edilecek en kilit nokta.

Çünkü bir insan;

A ortamı ve yaklaşımında üst seviyede verimli olur; B ortam ve yaklaşımında orta seviyede netice verir; C ortam ve yaklaşımında alt seviyede semere sergiler; D ortam ve yaklaşımında hiç verimsiz olur; E ortam ve yaklaşımında ise sadece düşmanlık üretir.

Diğer bir insanda bu harflerin yeri değişiktir. Bir diğer insanda da bu harflerin dizilişi daha farklı.

Bu diziliş farkının hayli çeşitleri var.

Bunu; bu fıtrî gerçeği görmeden insanı ne eğitmek mümkün, ne de değerlendirmek.

Nitekim;

Eğitim ve değerlendirmede çok iyi bir malzemeden / büyük veya küçük kaliteli insanlardan bile istediği neticeyi alamayıp da sürekli şikâyet edenlerin en büyük noksanı bu!

Hakikaten şu cümleleri çok duyarsınız:

“Neler yaptık, okumadı.”

“Her türlü eğitimi verdik, yine boş!”

“Ne kadar emekle yetiştirdik, ama işe yaramadı.”

“Onca imkân, onca değer vermenin karşılığı böyle mi olacaktı?”

Uzayıp gider bu cümleler. Aslında hepsinin sebebi, fıtrî harflerin dizilişine bîgâneliktendir.

Bir kimse bu basîrete sahip olduğu an en çürük malzemeden bile nice cevherler üretir. En tembelden bile çalışkanlık örneği bir kimse ortaya çıkarır.

Buna göre;

Çapsız bir insanı çaplı farz edip de davranmak sadece onu azdırmaya yarar. Câhile âlim muamelesi yapmak da cinayettir. Öğütülmemiş buğdaya ekmek muamelesi yapmak, diş kırar.

Yani herkesin gerçeğini çözmek ve görmek, sonra da ona göre hareket; şart, şart, şart.

Gerisi eğitimde de organizede de sadece hayal…

Bu gerçeği görmeyen idealler de hayal, hem de belâlı bir hayal…

O hâlde;

Küçük küçüktür. Bize büyük lâzım diye küçüğü büyük makamına koymak, ona büyük muamelesi yapmak, can dayanmaz sahte bir gidişatın gerçek acılarında perişan eder.

C dizilişli olan C dizilişlidir. O dizilişe göre hareket şarttır. Aksi durum sadece ziyan.

Anlayışı kıt kişi anlayışı kıttır. En güzel anlatımlara muhatap oldu diye ondan anlayış beklemek nâfile! Ona anlayışı kıt olmasının gerçeği etrafında yaklaşım zarurî.

Samimiyetsiz olan kimse, kapasitesi de olsa samimiyetsizdir.

Şuursuz olan kişi zekâ küpü de olsa şuursuzdur.

Bu son cümleler daha ince basîret ve dikkat ister. Çünkü tespiti yanıltacak bir mahiyeti vardır. Dolayısıyla bir kişinin ve işin mahiyetine bakmakla gerçeğine bakmak arasında insan çoğu kere bocalar. O bocalama, yanlışa sevkeder. Eğitimi de organizeyi de değerlendirmeyi de iflâs ettirir.

Eğitim, özetle işte;

Bu tespit!

Bir de şu:

RUTİN BOZULUNCA…

Köpek, uslu uslu uyuyordu. Etrafında dolaşan sineklere de aldırmıyordu.

Fakat sineklerden biri kulağını ısırınca hırlayarak yerinden fırladı ve başladı havlamaya. Sinek sordu:

“‒Seni uslu demişlerdi.”

“‒Usluyum da, kulağım ısırılınca iş değişir.”

Sinek;

“‒Değişirse ne olurmuş?” deyip lâkayt davranınca olan oldu.

Köpek daha bir öfkelendi.

Öfkelendikçe havladı. Hırsla havaya sıçrayıp sineği ağzıyla yakalamaya çalıştı. Sinek uçtu, o havladı.

Biraz sonra;

Köpeğin havlamasına yan tarafta kümesteki hayvanlar da karıştı. Orada da bir curcuna başladı. Tavuğun cırtlak sesi, birazdan ahırdakileri de harekete geçirdi. Oradan da möö sesleri yükseldi.

Sesler artınca hantal inek, kendi hâlinde yem yiyen atın sağına doğru şiddetli bir boynuz salladı. Canı acıyan at, hemen inekten tarafa döndü ve;

“‒Sen kaşındın.” diyerek iyi bir çifteyle cevap verdi.

Çifte öyle sertti ki ineğin nefesini kesmişti. Ayrıca eşeğin gözüne de gübre sıçratmıştı. Gözü sancılanan eşek de, o anda bed sesiyle kargaşanın ortasına daldı. At sordu:

“‒Sana ne oldu yahu? Dur durduğun yerde!”

“‒Görmüyor musun gözüme gübre sıçrattın!”

“‒Ne yapayım? Sen de biraz uzak dursaydın.”

“‒Dediğin lâfa bak, asıl sen biraz sağına soluna dikkat etsen ya!”

“‒Haddini aşma ey eşek, yoksa bir çifte de sana gelir.”

İnatçı eşek, bu tehdidin altında kalmamak için dişlerini sinsi bir sür’atle atın bacağına geçirdi. Canı bir daha yanan at, hışımla şahlandı. İpini kopardı. Sonra da eşeği çiğnemeye başladı.

Ortalık, iyice savaş alanına dönmüştü. Zavallı koyunlar ve keçiler de, uygun kenarlara kaçmaya çalışıyordu. O hengâmede bir koyun bir keçinin ayağına takıldı. Ânında okkalı bir boynuz yedi. İniltiyle yere devrildi. Sordu:

“‒Ne oldu keçi kardeş, bu ne hışım?”

“‒Onu kendine sor. Ayağıma bastın, az daha atla eşeğin ortasına düşecektim. Dikkat etsene!”

Koyun cevap verecekti ki arkadaşı olan enseli bir koç, hemen keçiye doğru fırladı. Öyle bir tos vurdu ki, keçiyi iki metre ötedeki duvara yapıştırdı.

Artık;

Koca ahırda düzen bozulmuş, her şey karmakarışık olmuştu. İçerideki herkes birbirine bağırıyor, birbirini suçluyor, birbirine saldırıyordu. Hepsi suçsuz, hepsi suçlu bir hâldeydi. Hiçbiri işin aslını astarını araştırmıyor, hepsi habire kargaşayı körükleyici bir öfke ve nefretle karşısındakine saldırıyordu.

Yarım saat önceki sükûnetleri kalmamıştı. Durulmak bilmiyorlardı. Çünkü;

Rutinleri bozulmuştu.

Ahır camında durumu seyreden iki kuş, olanlardan ürkerek havalandı. Biri sordu:

“‒Yahu bunlar az evvel kendi hâllerinde ne güzel bir arada huzur içindeydiler.”

Diğeri tasdik etti:

“‒Evet öyleydiler. Kimse kimseye kötü bakmıyordu. Hepsi gayet güzel geçimliydi. Her biri kendi hâlinde, kendi rızkıyla meşguldü?”

“‒Peki o hâlde ne oldu da böylesine bir kargaşaya düştüler?”

“‒Ben anlamadım. Oysa bunlar, dağdakilerden farklı mahlûkat. Farklılar, çünkü eğitilmişler. Evcil hâle getirilmişler. Birbirleriyle uyumlu bir şekilde yaşamaya dair iyi bir terbiye almışlar. Mahir seyislerin ve çobanların ellerinde kalite kazanmışlar. Buna rağmen şu an dağdaki yabanî, eğitilmemiş ve cahil hemcinsleriyle aynı davranış içinde oldular. Anlamak gerçekten mümkün değil.”

Bu iki kuş, hâdiseyi anlamaya çalışırken biz gelelim meselenin aslına.

İşin özü şu:

Mahlûkat ne kadar eğitilse de, rutinleri bozulunca eğitilmemiş hâlleriyle nasıl iseler o vasıfta davranış sergilerler. Bir köpek, ne kadar güzel yemekler ve gıdalarla beslense de kemik görünce veya kediye rastlayınca rutinini bozabilir. Bir kedi de ne kadar eğitilse, yoluna bir fare çıkınca rutinini bozabilir. Çünkü fıtratları bunu gerektirir.

Yani onlar, rutin düzgünse düzgün, bozuksa bozuk olurlar.

Fakat asıl çap, kabiliyet ve eğitim; rutin bozulduğunda da düzgünlüğü ve güzelliği, denge ve huzuru devam ettirebilmektir.

Eğitimin de zaten en temel özelliği ve gayesi, bu kıvamı kazandırabilmektir. Eğitim, bunu kazandırabildiği nisbette vardır; kazandıramadığı nisbette de yoktur.

Eğitilen kimse için de aynı ölçü geçerli. Bir şahsın ne kadar eğitimli olduğu rutinler bozulduğu anda ne kadar hakkaniyetli, düzgün, güzel, dengeli ve huzura faydalı şekilde hareket edip edemediğine bağlıdır.

Yazık ki genelde;

Çokları, her şey normal ve kendi istedikleri istikamette gidince ve ancak kendi vitrinleri oranında güzel davranışlı, akıllı, sabırlı, ahlâklı ve fazîletli…

Fakaaaat;

Bütün özellikleri, rutinlerine göre. Hem de sadece kendi anladıkları mahiyette rutinlere göre.

Eğer o rutinler bozulmazsa problem yok. En azından ciddî problem çıkmaz. Çıkmaz ama bir de rutin bozulunca dikkat edin; nice durulmaz kasırgalar kopmaya başlar. Savaşlar, kavgalar, cidaller, münakaşalar, alır başını gider.

Herkesin aslî çehresi, olgunluk ve hamlığı da o zaman barizleşir. Herkes, kendisini olduğu şekliyle o zaman gösterir.

Dolayısıyla;

İnsanı tanımanın en güzel ve sağlam yollarından biri de budur. En çözülmeyen insan bile rutin dışına çekildiğinde az veya çok mutlaka çözülür.

Bu sebepledir ki;

Cenab-ı Hak, ham insan ile olgun insanın gerçek yönlerinin belirginleşmesi ve ona göre bir değer ve muameleye tâbî tutulması için sürekli olarak rutin bozmaktadır. Hele ki çok kuvvetli ve kıymetli olarak yetiştirmek istediği kullara yönelik olunca rutinleri daha yoğun ve köklü bir şekilde bozmaktadır.

Bakın Hazret-i Peygamber’in hayatına…

Hayatının her köşesinde ve aşamasında rutindışı neler olmuştur neler! Neler olmuştur, ama her bir rutin dışı imtihan ve çile, hakikatte O’nun güzellik ve özelliğinin daha belirgin olması için pürüzsüz bir ayna vazifesi görmüştür.

Dolayısıyla;

Hazret-i Peygamber’in bütün özellikleri, bilhassa rutin bozulduğunda hiç sarsılmayan bir mahiyette insanlık için en eğitici yegâne özellikler olarak ümmete en güzel şahsiyet nümûnesidir.

Çünkü;

O çok merhametli, hem de, kendisine zulmedildiği anda da aynı seviyede merhametli, hattâ gerekiyorsa o esnada daha merhametli.

O çok sabırlı, hem de, sabırtaşı çatladığı anda da aynı seviyede sabırlı, hattâ gerekiyorsa o esnada daha sabırlı.

O çok edepli, hem de, edebin para etmeyip bir de öfkesi alevlendirildiği anda da aynı seviyede edepli, hattâ gerekiyorsa o esnada daha edepli.

O çok doğru ve dürüst, hem de, doğruluk ve dürüstlük sebebiyle başına iş açıldığı anda da aynı seviyede doğru ve dürüst, hattâ gerekiyorsa zor vakitlerde daha doğru ve dürüst.

O çok gayretli ve fedakâr, hem de, imkânsızlık sardığı ve hiçbir şeyi olmadığı anda da aynı seviyede gayretli ve fedâkâr, hattâ gerekiyorsa o esnada daha gayretli ve fedâkâr.

O çok vefâkâr, hem de, bütün cefâlar başına yağdığı anda da aynı seviyede vefâkâr, hattâ gerekiyorsa o esnada daha vefâkâr.

O çok azimli, hem de, ümit ışıklarının söndüğü anda da aynı seviyede azimli, hattâ gerekiyorsa o esnada daha azimli.

İşte emsalsiz örnek şahsiyet.

İşte o şahsiyet ekseninde insanlar için en başarılı eğitim harmanı olan tasavvufun gerçekleştirmeye çalıştığı terbiye kıvamı. Tasavvuf ki, bu kıvamı yakaladığı için minhac/nurlu yol olarak isimlendirilmiştir.

O nurlu yolda kıvamını bozmayanlar da velâyet mertebesine erişmişlerdir.

İşte bir de bunu temin için;

Dikkat edilirse;

Cenab-ı Hakk’ın bütün imtihanları, aslında rutin bozmaktan başka bir şey değildir. Hastalıklar da öyle, musibetler de öyle, çileler de öyle, yokluklar da öyle, daralmalar da öyle, karanlıklar da öyle, kazalar da öyle, aşırı soğuklar da öyle, aşırı sıcaklar da öyle, âfetler de öyle…

Bütün bunlar acı hâdiselerdir, ancak insanın kemâlinin aynası olarak cennet kapıları olabilmektedir. Allah, bu acı hâdiseleri rutin dışı olarak dünyada sık sık tecellî ettirir ki, doğru ile eğri belli olsun.

Çünkü;

Gerçek kulluk, rutin dışı anlarda belli olur.

Ayrıca;

Başarılar da, rutin bozulduğu zaman gerçek mânâda ortaya çıkar. Bu itibarla bir kimseyi hangi noktada deneyecekseniz, o noktada mutlaka rutin dışına çıkmalısınız.

İnsanları, mutlaka rutin dışında tanımalısınız. Çünkü rutin dışında tanımadığınız kimseleri kesinlikle gerçek mânâda tanımanız mümkün değildir.

Aslında;

Sanat da, rutin dışı bir ayarla rutini muhafazadan ibarettir.

Dolayısıyla;

Rutin dışı derken unutmamalı ki, işleyiş ve akışla alâkalı olan yön ifade edilmektedir. Yoksa maksat, şahsın kendi şahsiyetinin rutin dışına çıkması değildir.

Yani;

Hâdiseler rutin dışı olacak fakat onlara karşı davranış şekli makul ve ulvî rutin içinde kalacak…

Yani;

İşleyiş ve akışın rutini bozulabilir, fakat şahsiyetin asla!

Ortamın ve olayların rutini bozulabilir fakat îmânın ve ahlâkın, doğruluk ve hakikatin asla!

Eğitimin en birinci varlık sebebi de;

İşte bunu gerçekleştirmektir! Yoksa adı eğitim olmaz, sadece kuru ve başarısız bir organize olur.