MÜBÂREK VÜCUDLARI*

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

Secde nûruyla müzeyyen nesebi,
O’nu bambaşka yaratmış Rabbi…

Benzemez hiç, O Beşer, bir beşere,
Nûrunun gölgesi düşmezdi yere…

O Nebî, «Vahy-i İlâhî Güneşi»1
Önceden sonraya dek, yoktur eşi!

Özü âlâ, yüzü âlâ, gözü nûr,
Oldu bir lâhza görenler mesrûr!..

Enbiyâ hakkı için nâm idi O,
Hâli bambaşka bir endâm idi O.

Öyle mevzundu ki, eşsiz ve özel,
Sanki tek parça güherdir O Güzel!

Cisminin yok kılı, sümbül yapılı,
Nur vücûd; ince, zarif, gül yapılı.

O; ne dolgun, ne zayıf tenli idi,
Gül beden, rûhunun emsâli idi.

Bütün âzâları düzgündü O’nun,
Bütün âşıkları süzgündü O’nun!..

Bir nazif kuldu, eden dildâde,
Mis denen hoş kokular sürmese de,

Teni gül ıtrına on şedde idi,
Yaşı hep tâzelenir hâlde idi.

Vermiş Allâh, O’na, uygun olanı,
Eylemiş dost, içi sevdâ dolanı..

Mekke’nin Nur Dağı’nın nur söğüdü,
İç ve dış hisleri, çok güçlüydü.

O’nda bir taçtı edep, hem de azim,
O’nda zindeydi bu hâl üzre cisim.

O’nda en dengeli, mümtaz bünye,
O’ndan öğrendi letâfet, gönye.

O latif sûreti, heybetliydi,
Sırf asâletti, mehâbetliydi!

Düştüler dehşete düşman kişiler,
Tattılar rahmeti cânan kişiler!

İlle rahmet bulutuyken gerçi,
Kim ki birden göre, korkardı içi…

Biri gelmişti uyurken yanına,
Kılıç eldeydi mübârek canına..

Gül uyandıysa da tek gördü denî,
Dedi: «–Kim kurtaracak şimdi Sen’i?»

Baktı hiç titremeden Gül’de yürek,
Kalktı yerden göğe; «–Allah!» diyerek.

Kör adam, böylesi heybetli özü,
Öyle fark etti ki kül oldu yüzü…

Şakıyan ağzı kilitlendi o an,
Düştü can havline tir tir heyecan.

Ve Gül’ün gözleri kor saldı acı,
Adamın düştü elinden kılıcı…

O vakit güldü Hidâyet Senedi,
«–Seni kim kurtaracak şimdi?» dedi.

Sonra bir etti tebessümle nazar,
O adam eyledi îmâna karar!

O’nu can gözle görüp seyretti,
Dedi; «Lebbeyke!» Peşinden gitti..2

O’nda heybetle berâber idi cezb,
Oldu sevdâ ile yer-gök O’na celb.

Şu yanık gönlümüzün can pınarı,
Bize tek çâre, O Cânan Baharı…

Göz hayâlen bile seyretse O’nu,
Bâğ-ı sahrâda olur mecnûnu…

Başa taçtır, sona mîrâc O Nebî,
Âlemin gãyesi, varlık sebebi..

O’nda âhengine uygundu vücûd,
Câiz olsaydı ederlerdi sücûd..

Bembeyaz elbise giydikte O Gül,
Daha bir nûrunu fark etti gönül.

Ne zaman giyse yeşil rengi O Can,
Etti cennetleri gözler seyran!

Gül Nebî, yazları atlas giydi,
Kışta yün giydi o sıhhat senedi.

Gösteriş yoktu libâsında O’nun,
O’nda çift elbise olmuş mu, sorun!

Aynı gün olmadı çift elbisesi,
O’nda böyleydi tevâzû nefesi…

Göçtü burdan ebediyyen güldü,
Hakk’a hicret bu, denilmez, öldü.

O’nu Hak, eyledi aşkın şehidi,
Tâ ezelden; «Ebedî Gonca» dedi.

Yağdı sır, meşkine âmâde öze,
Aşk, izin vermedi her sırrı söze!

Vasfıdır; mûcizeler mûcizesi,
Öyle bir nûr-i letâfet gözesi;

Ayağımdan leke sıçrar diyerek,
O mübârek Gül’e konmazdı sinek!..

Öyle ekremdi O Nûrun Senedi,
Hak katından O’na Kur’ân indi..

O’nu Allah, ne husûsî bezemiş,
Aşk-ı Mevlâ’ya dönüşmüş bu reviş!

İşte Mevlâsı; «Habîbim» demede,
Arş-ı âlâsı; «Tabîbim» demede.

Şimdi ey Sevgili Cânan, Sen’i biz,
N’eyleyip seyr u temâşâ ederiz?

Âh o ilk asr-ı saâdet dönemi,
Nerdedir? Şimdimizin yaktı nemi.

Bedenin yâre sefer kıldığı gün,
Ümmetin hâli garip kaldı bütün.

Görelim biz yine dünyâmızda,
En azından gece rü’yâmızda..

Bir nazar kıl, bizi sarsın bakışın,
Hâlimiz ney gibi içten yangın!

Arzumuz; aşk ile ümmet olmak,
Tâ kıyâmette selâmet bulmak!

Ey günahkâra şifâ timsâli,
Acı, ey hâli güzeller güzeli!

Vezni: feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)