Hicret Yurdunda Açan İlk Gül ABDULLAH İBN-İ ZÜBEYR
Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com
Bizim takvimimizin başlangıcı…
Hicret…
İslâm’a gönül veren Mekkelilerin kendilerine rahat vermeyen müşrik akrabalarını bırakarak, yerlerini yurtlarını terk ederek, îman kardeşlerinin fedâkâr ve muhabbet dolu sînelerine ilticâ etmeleri…
İnsanlık tarihi; cân u gönülden fedâkârlığın ve muhabbetle kucaklaşmanın böylesine emsalsiz bir örneğine yalnızca 622 yılında şahit oldu…
Muhâcirler, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den aldıkları işaretle; Muharrem ve Safer aylarında hicret seferine çıktılar… Aileleriyle beraber, küçük kafileler hâlinde, geceleyin ve gizlice yola koyuldular…
Ensar, gelen her bir muhâciri, bağrına basıyor; aziz misafirlerini Medine’nin civarında ‘Avâlî denilen, suları güzel, hurması bol mahallelerine ve en güzel evlerine yerleştiriyorlardı… Medine’ye beş kilometre mesafedeki Kuba Mahallesi de bunlardandı.
Nihayet Rasûlullah Efendimiz de, hicret arkadaşı Hazret-i Ebûbekir’le birlikte, 1 Rebiülevvel Pazartesi günü, dört gece kaldıkları Sevr Mağarası’ndan ayrılarak, Medine yoluna revân oldular. Bir haftalık yolculuktan sonra Kuba’ya vâsıl olmaları, gözleri yollarda kalan mü’minleri, içlerini burkan endişelerden âzâd etmiş ve sürûra gark eylemişti.
Burada üç gün misafir olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, 12 Rebiülevvel Cuma günü Medîne-i Münevvere’ye teşrif ettiler.
Aynı günlerde Kuba’da doğan bir çocuk, mü’minlerin sevincine bir başka sevinç kattı. Çünkü o, Medine’de dünyaya gelen ilk muhâcirdi. Kuba’ya varır varmaz, annesi Esmâ’yı doğum sancısı tutmuş ve ana rahmindeki yorgun muhâcir de Medine topraklarına inmişti.1
Mü’minleri bir çocuğun doğumuyla bu kadar sevindiren şey, asılsız bir yaygaranın daha ilk günlerde iptal olmasıydı.
Çünkü Medine yahudileri;
“Muhâcirlere sihir yaptık, bundan böyle çocukları olmayacak.” diyerek fitne çıkarmışlardı. Yaptıkları bu mâneviyat bozucu propagandalar; memleketlerinden ayrılmış, maddî sıkıntılar içinde, üstelik Medine’nin rutubetli havasına henüz intibak edememiş muhâcirleri olumsuz etkilemişti. Bu doğum, yahudilerin iftira ve yalanlarını iptal eden bir vesika oldu. Menfi havayı fevkalâde kırarak, müslümanlar safında büyük bir sevinç ve rahatlama hâsıl etti.2
Mekke’den Kuba’ya ana karnında gelen küçük muhâcir, Kuba’dan Medine’ye de eller üzerinde dolaştırılarak getirildi. Tekbirler ve kelime-i tevhidler eşliğinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in misafir kaldığı evine getirdiler. Rasûlullah Efendimiz, onu kucağına aldı ve öptü. Adını Abdullah, künyesini Ebûbekir koyduktan sonra hurmayla tahnîk yapıp mübârek tükürüğünü ağzına sürdüler.3
Abdullah ne kadar da talihli bir çocuktu. Çünkü Sıddîk-i Ekber Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- gibi eşsiz yüce bir kāmetin torunuydu.
Zübeyr İbn-i Avvâm -radıyallâhu anh- gibi daha hayatta iken cennetle müjdelenenlerden (Aşere-i Mübeşşere) büyük bir sahâbînin oğluydu.
Annesi, Hazret-i Esmâ bint-i Ebîbekir; teyzesi, mü’minlerin Annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhümâ- idi.
Babaannesi Hazret-i Safiyye -radıyallâhu anhâ- ise, Rasûlullâh’ın halası ve Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ın kız kardeşi olup, elinde kılıcıyla savaşa katılan ilk İslâm mücâhidesiydi.
Çocukluğu Rasûlullah Efendimiz’in ve dedesi Hazret-i Ebûbekir’in terbiyesi altında geçti. Allah Rasûlü onu defalarca omuzlarında gezdirmişti.
Beş yaşlarındayken bir gün sokakta arkadaşları ile oynuyordu. Sokağın başında bütün heybetiyle ve ihtişamıyla Hazret-i Ömer göründü. Onun geldiğini gören bütün çocuklar kaçıp saklandılar. Abdullah ise orada öylece durarak bekledi. Onun sakin, vakarlı ve edepli tavrı, Hazret-i Ömer’in dikkatini çekti. Yanına varıp merakla sordu:
“–Arkadaşların benden kaçtılar, sen niye kaçıp gizlenmedin?”
Cevap mükemmeldi:
“–Suç işlemedim ki sizden kaçayım, yol dar değil ki siz geçesiniz diye yolu boşaltayım, açayım!”
Bu sözlerden memnun olan Hazret-i Ömer, dudaklarında tebessüm yoluna devam etti.
Babası tarafından getirilip Allah Rasûlü’ne biat etme şerefine nâil olduğu zaman yedi yaşındaydı.
Bir gün Rasûlullah Efendimiz hacamat yaptırmıştı. İçinde kanının bulunduğu kabı, henüz sekiz yaşındaki Abdullâh’a vererek toprağa gömmesini istemişti. Abdullah ise oradan ayrılıp tek başına kalınca, kanı gömmek yerine içiverdi. Oradan geçen Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- bunu görmüştü. Abdullah döndüğü zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Ne yaptın ey Abdullah?” diye sordu.
Cevap kinâyeliydi:
“–Onu kimsenin ulaşamayacağı bir yere döktüm.”
Selmân-ı Farisî -radıyallâhu anh- o anda az evvel gördüğü şeyi arz etti:
“–Ya Rasûlâllah, Allâh’a yemin ederim ki, bu çocuk elindeki tastan bir şey içiyordu.”
Peygamber Efendimiz;
“–Herhâlde onu içtin. Neden böyle yaptın?” diye sordular. Abdullah -radıyallâhu anhümâ- şu cevabı verdi:
“–Vücudumda Rasûlullâh’ın kanı bulunsun istedim.”
Peygamber Efendimiz tebessüm ederek şöyle buyurdular:
“–Kanı kanıma karışana ateş temas etmez. Lâkin yazık ki, insanların senden, senin de insanlardan çekeceğin var!”4
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sözleriyle 65 yıl sonra vukû bulacak şehâdetini haber veriyordu.
Babasıyla birlikte Yermük Savaşı’na gittiğinde henüz 13 yaşındaydı. Muharebe esnasında babasını at üzerinde savaşırken seyretti. Dört yıl sonra Mısır’ın fethine katıldı. Ashâbın en gençlerinden olmasına rağmen cesareti ve yiğitliğiyle öne geçti. Tunus’un fethinde, sayıca üstün Bizans kuvvetleri karşısında kahramanca savaştı. Roma bölge valisi Gregor’u (Cercire) öldürerek düşmanın bozulması ve zaferin kazanılmasında büyük pay sahibi oldu.
Âsîler toplanıp Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın evini kuşattığında Abdullah İbn-i Zübeyr -radıyallâhu anhümâ- Horasan seferinden yeni dönmüştü. Hazret-i Osman’ın şehid edildiği âna kadar, kapısının önünde, onu muhafaza ve müdâfaa için gayret gösterenlerdendi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- zamanında çıkan ihtilâfta Hazret-i Aişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanında yer aldı. Talihsiz Cemel Vak’ası’ndan sonra teyzesi ile birlikte Medine’ye döndü. Bir süre hâdiselere karışmadan Medine’de ikamet etmeye devam etti.
Yezîd’in veliaht tayin edilmesine, kendisi başta olmak üzere Hazret-i Hüseyin, Abdullah İbn-i Ömer ve Abdullah İbn-i Abbas -radıyallâhu anhüm- karşı çıktılar. Hazret-i Muâviye onları ikna etmek gayesiyle Mekke’ye kadar gitti. Mezkûr sahâbîler sözcülüğü Abdullah İbn-i Zübeyr’e verdiler. Hazret-i Muâviye; oğluna destek olmaları hâlinde tüm emirlerinin yerine getirileceğini ve Yezîd’in de sözlerinden dışarı çıkmayacağını bildirdi. Hazret-i Abdullah ise bu işin mahzurlarını zikrederek net bir şekilde yapılması gerekeni beyan etti:
“İsterseniz Rasûlullâh’ın yaptığı gibi yapınız. Vefat ettiği zaman kimseyi yerine veliaht tayin etmedi. İsterseniz Hazret-i Ebûbekr’in yolunu tercih ediniz. Bu iş için kendi akrabasından olmayan bir Kureyşliyi vasiyet etti ve onu halef bıraktı. İsterseniz Hazret-i Ömer’in yaptığını tatbik ediniz. Kendisinden sonra kimin halîfe olacağını oğlu ve kardeşinin içinde yer almadığı altı kişilik şûrâya havale etti.”
Görüşmeden bir netice alınamadığı gibi tarafların tutumunda da herhangi bir değişiklik olmadı. Yezid, babasının yerine geçip halîfe olduktan sonra Hazret-i Hüseyin ve üç Abdullâh’ı Medine valisi vasıtasıyla kendisine biate zorladı. Dördü de Medine’yi terk ederek Mekke’ye yerleştiler. Kûfe’ye giden Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’daki şehâdet haberi üzerine İbn-i Zübeyr -radıyallâhu anhümâ- Mekke’de duruma hâkim oldu ve Harem’in hurmetine sığındı. Ona Âizu’l-Beyt (Beytullâh’ın mültecisi) denildi. Yezid, Medine’deki adamlarına haber göndererek İbn-i Zübeyr’e karşı asker göndermelerini emretti. Bunun üzerine Medineliler, Yezîd’in hilâfetten azli hususunda görüş birliğine vararak Mekke halkı gibi Hazret-i Abdullâh’a biat ettiler. (62/681)
Emevîler, elîm Harre Vak’ası sonunda, Medine’yi kanlı bir şekilde ele geçirdi. Bu savaşta Medine halkından ve ashâb-ı kiramdan pek çok kimse şehid oldu. Peygamber şehri üç gün yağmalandı. Harre Vak’ası Emevî hilâfetini tartışılır hâle getirmişti. Daha sonra Emevî ordusu Muharrem ayında Mekke’yi 64 gün muhasara etti. Mekkeliler de çok sıkıntı çektiler. Fakat Yezîd’in ölüm haberiyle birlikte muhasara kaldırıldı. (64/683)5
Bu tarihten itibaren Abdullah İbn-i Zübeyr -radıyallâhu anhümâ-, âdil bir idareci olarak dokuz yıl halîfelik makamında bulunmuş; Şam ve Mısır hariç, Hicaz, Yemen, Basra, Kûfe, Horasan ve Suriye’nin tamamını idaresi altına almıştı. Bütün, bu bölgelerin halkı ona biat etti.
Mekke’yi hilâfet merkezi yapınca, muhasarada ciddî hasar gören Kâbe-i Muazzama’yı tamir ettirdi. Hacerü’l-Esved’in kırılan parçalarını bir gümüş çerçeve içerisine yerleştirerek Kâbe’nin içine aldırttı. Peygamber Efendimiz’in türbesini tamir ettirip Mescid-i Nebî’yi genişletti. İdaresinde bulunan yerlere, sâdık kimseleri göndererek hükûmetini kuvvetlendirdi. Bir yüzünde “Allah, vefâlı ve adaletli olmayı emretti.” diğer yüzünde “Muhammed Allâh’ın Rasûlüdür.” yazılı gümüş bir para bastırdı. Habeşistan hükümdarı Necâşî, Efendimiz’e bir harbe yani kısa bir mızrak hediye etmişti. Allah Rasûlü her zaman kumandan asâsı olarak onu yanında taşır, namaz kılarken sütre olarak önüne koyardı. Dört halîfenin de yanlarında taşıdığı bu harbe Allah Rasûlü’nün bir emaneti olarak Abdullah -radıyallâhu anh-’ın eline geçti ve şehid oluncaya kadar onu yanından ayırmadı.
Cesaret ve kahramanlıkta olduğu gibi zühd ve takvâda da zirveydi. Onun ne soyu, ne makamı, ne malı ve ne de gücü, bütün bunların hiçbiri; gündüzünü oruçla, gecesini namazla geçiren ve akıllara durgunluk verecek derecede Allah korkusu duyan bir âbid olmasına engel olamadı. Bir hafta boyunca sadece su ile iftar ederek oruç tutar, açınca da çok cüz’î bir şey yerdi. Gecelerini namazla ihyâ eder, namazlarında vecd ile huzura dalar, ağlardı. Bir gece sabaha kadar kıyam, diğer bir gece sabaha kadar rükû, bir başka gece de sabaha kadar secde ederdi. Farz namazlarını daima Mescid-i Haram’da kıldığından «Mescid Güvercini» mânâsına gelen «Hamâmetü’l-Mescid» lâkabıyla anılmıştı. Bunun sebeb-i hikmeti, Rasûlullah Efendimiz’den rivâyet ettiği şu hadîs-i şerifle bilindi:
“Benim mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha üstündür. Mescid-i Haram’da kılınan bir vakit namaz ise, Mescid-i Nebî’de kılınan 100 vakit namazdan efdaldir.”6
Ömer İbn-i Abdülaziz bir gün İbn-i Ebî Müleyke’ye; “Bize Abdullah İbn-i Zübeyr’i tarif et.” demişti. O da şöyle söyledi:
“Vallâhi, onun gibisini görmedim. O, namaza girer; âdeta her şeyden çıkardı. Rükû ve secdede sırtına ve omzuna kuşlar konardı. Bir gün mancınıktan atılan bir gülle, namaz kılarken onun sakalıyla göğsünün arasından geçtiğinde, onu hissetmedi. Onun yüzünden ne sarsıldı, ne de okumasını kesti.”7
Abdullah İbn-i Zübeyr’in hilâfeti çok uzun sürmeyecekti. En mühim kumandanlarından Dahhâk el-Fihrî’nin Merd-i Rahit Savaşı’nda mağlûp olup şehid edilmesi, iktidarları zayıflayan Emevîleri rahatlattı. Abdülmelik bin Mervan başa geçince Şam ve Mısır’da hükûmeti kuvvetlendirdi. Emevî ordusu Irak’a sevk edildi ve kardeşi Mus’ab İbn-i Zübeyr şehid edildi. Son olarak Haccac bin Yûsuf es-Sekafî büyük bir orduyla Hicaz’a gönderildi. (692)8
Ömer İbn-i Abdülaziz’in, hakkında:
“Her kabîle bütün hatalarını getirse, biz de sadece Haccâc’ı getirseydik hepsini geçerdik!” dediği Haccâc-ı Zâlim, Mekke-i Mükerreme’yi korkunç bir şekilde muhasaraya aldı. Ebû Kubeys Dağı üzerine mancınıklar kurarak, Mescid-i Haram üzerine taşlar atıp şehri tahrip etti. 6 aydan fazla süren kuşatma esnasında Hazret-i Abdullâh’ın gösterdiği kahramanlık ve yiğitlik dillere destandı.
Askerleri arasında Habeşlilerden müteşekkil kalabalık bir topluluk vardı. Onlar en usta okçular ve savaşçılardı. “Hazret-i Osman’ın takvâsı ve adâleti yoktu.” diye ileri geri sözler sarf ettiklerini duyunca onları şiddetle azarladı ve;
“Vallâhi, Zinnûreyn’e buğzeden bu yalancı ve iftiracıların yardımıyla düşmanıma galip gelmek istemem.” diyerek ihtiyacı olduğu hâlde, onları kendinden uzaklaştırdı. Bu ölüm-kalım savaşında bile, dinlerine güvenmediği en usta okçularını kaybetmeye aldırmayacak kadar inanç ve prensiplerine bağlıydı. Hâlbuki bu okçuların yanında kalmasıyla savaşın yönü değişebilirdi.9
Şehid olmadan bir gün evvel taraftarları dağıldı. Aralarında oğulları Hamza ve Hubeyb’in de bulunduğu on bin kadarı Haccâc’a teslim oldu. Yalnız Zübeyr ismindeki oğlu yanında kaldı. Yanındakiler; Allâh’ın evine, Kâbe’ye sığınmışlardı. Hazret-i Abdullah, şehâdetinden birkaç saat önce duâsını almak ve helâlleşmek maksadı ile âmâ olan annesini ziyaret etmişti. Ana ve oğulun bu son görüşmesi, âdeta bir izzet ve şeref levhasıydı:
“–Ey Abdullah! Zalim Haccâc’ın mancınıkları Harem’deki askerlerinin üzerine taş fırlatırken, senin bu vakitte buraya gelmene sebep nedir?
“–Seninle istişârede bulunmak için geldim.”
“–Benimle mi! Hangi konuda?”
“–Muhterem vâlidem, ordum dağıldı. Can korkusu veya dünyalık arzusu için, beni terk ettiler. Hattâ çocuklarım ve akrabalarım dahî benden ayrıldı. Yanımda sebat edip kalanlar da çok az dayanabilirler. Ümeyyeoğulları’nın elçileri, eğer teslim olup İbn-i Mervan’a biat edersem, ne istersem vereceklerini söylüyorlar. Sen ne dersin?”
Sıddîk’ın kızı Esmâ -radıyallâhu anhümâ-’nın verdiği cevap, âdeta Allâh’ın rızâsını talep ederek yaşayan bir annenin, oğlunu şerefli bir ölüme göndermesiydi:
“–Oğlum, senin için düşünülecek tek bir nokta vardır. Sen Hak üzere misin, yoksa bâtıl üzere mi? Mühim olan budur!
Eğer şimdiye kadar olan mücadelende dünyayı kastetmiş isen; senden fena bir evlât, benden de bedbaht bir anne yok demektir. O takdirde hem kendini, hem de seninle çarpışan bunca şehidleri heder ettin.
Eğer hak yolda olduğuna ve Hakk’a hizmet ettiğine kânî isen, tereddüt ve vesveseleri bırakıp bütün gayretinle yolunda devam et. Senin sancağının altında öldürülen arkadaşlarının sabrettiği gibi sen de sabret. Ben senin ya zafere kavuşup müslümanları kurtardığını, ya da inandığın dâvâda şehid olduğunu işitmek istiyorum! Böylece yarın Huzûr-i İlâhî’de bir mücâhid annesi olarak seninle iftihar edeyim.”
Annesinin bu mütevekkil hâlini gören Abdullâh’ın yüzünde memnuniyet ifadesi belirdi:
“–Muhterem vâlidem, ne mübârek hasletlerin ve nasihatlerin var. İşte ben, bunları senden işitmek için geldim. Allah biliyor ki; ne gevşedim, ne de gücümü kaybettim. Yaptıklarımı dünya ve ziyneti için yapmadığıma Rabbim şahittir. Hiçbir şey; Azîz ve Celîl olan Allâh’ın rızâsından daha üstün değildir. Öldürüldüğümde cesedimi asacaklar! Buna üzülme!”
“–Ey oğlum! Ben sana ancak bâtıl uğrunda öldürülürsen üzülürüm. Seni, kendisinin ve benim istediğim şey üzerinde kılan Allâh’a hamdolsun.”
Abdullah, annesinin ellerini öptü. Annesi de oğlunun başını kokladı ve öptü. Kollarıyla vücuduna sarıldı. Sonra ellerini çekip şöyle dedi:
“–Abdullah! Bu giydiğin nedir?”
“–Zırhım!”
“–Yavrum! Bu, şehid olmak isteyenin elbisesi değildir. Onu çıkar. Böylesi senin hamiyetin ve cesaretin için daha sağlam ve hareket etmen için daha hafiftir.”
Abdullah İbn-i Zübeyr -radıyallâhu anhümâ- zırhını çıkardı. Harbe devam etmek için Harem’e giderken annesinden duâ istedi. Annesi ellerini semâya kaldırıp şöyle yalvardı:
“Allâh’ım! Gece karanlığında insanlar uyurken onun namaz kılmak üzere uzun süre ayakta kalmasına ve ağlamasına acı… Mekke sıcaklarında oruç tutarak aç ve susuz kalmasına acı… Onun anne ve babasına itâat etmesine acı… Allâh’ım! Onu Sana emânet ettim. Onun için takdir ettiğine râzı oldum. Bana ondan dolayı sabredenlerin sevabını ver.”
Annesinin hayır duâsıyla hücum ettiği düşman kuvvetlerini darmadağın ediyordu. Bir aralık Makām-ı İbrahim’de iki rekât namaz kıldı. Sonra yeniden harbe girdi. Tam bu esnada alnına isabet eden bir mancınık taşı ile ağır yaralandı. Yüzünden kanlar akmaya başladı. Her tarafını saran Şamlılar üzerine atılıp onu şehid ettiler. O gün henüz akşam olmadan arzu ettiği şehâdete nâil olmuştu.10
Büyük mücâhidin tahmini doğru çıktı. Haccac uzun müddet onun mübârek cesedini asılı bekletti. Bir gün Hazret-i Esmâ -radıyallâhu anhâ-,11 oğlunun asılı olduğu yere geldi. Uzun boyuyla oğlunun karşısında eğilmeden dağ gibi dimdik durdu. Haccac alçakça ona yaklaşıp şöyle dedi:
“–Anneciğim! Mü’minlerin emîri Abdülmelik bin Mervan sana iyi davranmamı tavsiye etti. Bir ihtiyacın var mı?” Hazret-i Esmâ ona şöyle haykırdı:
“–Ben senin annen değilim. Ben ancak şu tepede asılı olan süvarinin annesiyim.”
Haccac;
“–Abdullâh’ı nasıl mağlûp ettiğimi gördünüz mü?” dedi. Hazret-i Esmâ, zalime boyun eğmedi ve bu müstehzî sualine şu mukabelede bulundu:
“–Hayır, vallâhi mağlûp olan o değil, sensin. Sen onun dünyasını mahvettin, o da senin âhiretini. Ben Sakîf Kabîlesi’nden bir yalancı, bir de fesatçı iki şerîr adamın çıkacağını Rasûlullah’tan işitmiştim. Yalancı olanın Muhtar-ı Sakafî olduğunu gördük. Bozguncunun da sen olduğundan artık şüphem kalmadı.”12
Tefsir ilminde önemli bir konuma sahip olan Abdullah İbn-i Zübeyr -radıyallâhu anhümâ-, kurrâ hâfız olması sebebiyle Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- tarafından Kur’ân-ı Kerîm’in nüshalarının çoğaltılması ve muhtelif beldelere gönderilmesi maksadıyla teşkil edilen dört kişilik ilmî heyetin içinde yer almıştı. Bize ulaşan 33 hadîs-i şerif rivâyeti mevcut olup, İmam Buhârî ve İmam Müslim Sahih’lerinde, Ahmed İbn-i Hanbel de Müsned’inde bu hadislerin tamamını tahrîc ettiler.
Ashâbın içinde iki yüzden fazla Abdullah adında sahâbî bulunduğu hâlde fıkıh ve hadiste «Abâdile» yani «Abdullahlar» denilince hep şu dört sahâbî akla geldi:
Abdullah İbn-i Abbâs (ö. 68/687), Abdullah İbn-i Ömer (ö. 73/692), Abdullah İbn-i Amr (ö. 65/684) ve Abdullah İbn-i Zübeyr (ö. 73/692) -radıyallâhu anhüm-
Onlar, hem âlim hem de âbid idiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in genç, zekî, gayretli ve gözde talebesiydiler. Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu olarak bereketli ve uzun ömürlerinde, Allah Rasûlü ve diğer büyük sahâbîlerden öğrendikleri ilmi, sonraki nesillere ulaştırıp öğrettiler. İslâm fıkhına olan vukûfiyetleri sebebiyle herhangi bir fıkhî meselede verdikleri ortak fetvâya usûlde yerleşmiş bir tabir olarak Abâdile’nin görüşü denildi.
Dilimiz döndüğünce onların yüz akı hayatlarını arz etmeye çalıştık. Müttakîler ve sâlihler arasında, onlara selâm olsun…
Allah şefâatlerine nâil eylesin…
_______________
1 Sahâbe Hayatından Tablolar, Abdurrahman Rafet El-Başa, Uysal Kitabevi.
2 İbrahim CÂNAN, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541.
3 Tirmizî, Menâkıb, 3826.
4 Târihul-Hamis, I, 354; el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4/21; el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, 2708; el-Hâkim, 3/554; Ebû Nuaym, Bezzar, Ebû Yâlâ, İbn-i Ebû Hayseme, Beyhakî ve Taberânî´nin rivâyetleri.
5 İbrahim CÂNAN, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541-542.
6 Buhârî, Fazlu’s-Salât 1; Müslim, Hacc, 505.
7 Sahâbe Hayatından Tablolar, El-Başa, Uysal Kitabevi.
8 İbrahim CÂNAN, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/542-544.
9 Sahâbe Hayatından Tablolar, El-Başa, Uysal Kitabevi.
10 İbnü’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve, I; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih.
11 En son vefat eden muhâcire hanımdı. Oğlunun şehâdetinden 20 gün sonra, 97 yaşında iken vefat etti.
12 El-Bidâye ve’n-Nihâye, 8/289.