ÇOBANLIKTAN ÖĞRETMENLİĞE

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Abdullah bin Mes‘ûd adlı gence;

“Sen, muallim olacak bir gençsin! Sen, mutlaka öğrenecek ve âlim olacaksın.” buyurmuştu.

Büyük, çok büyük bir ufuktu bu. Herhangi bir çoban Abdullâh’ı, öğretmen-muallim yapacak bir ufuk. Yeni, yepyeni kalıba sokacak, güzeller güzeli bir gülistanın gülü olacak bir ufuk.

Bu büyük ufuk Hazret-i Abdullâh’ı Kâbe’nin yanında ilk defa açıktan Kur’ân okuyan ilk sahâbî olma şerefine erdirmişti.

Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e öyle bir bağlandı ki, O’nun gölgesi gibi sürekli O’nunlaydı artık. Rasûlullah’tan hiç ayrılmaz oldu. Öyle ki, Mekke ve Mekke dışında gittiği her yerde hep O’nun yanındaydı. Hattâ o; «Rasûlullâh’ın sırdaşı» diye isimlendirilmişti.

Peygamberler Peygamberi’nin tedrisâtında eğitim gören Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh-, O’nunla doğru yolu bulmuş, O’nun ahlâk ve nitelikleriyle ahlâklanmış ve O’nun o güzel özelliklerini almıştı. Şekil ve şemâil itibarıyla olduğu gibi, huy ve ahlâk olarak da Rasûlullâh’a en yakın olanlardandı.

Rasûlullâh’ın dizi dibinde öğrenim gördüğü için, sahâbe arasında Kur’ân’ı en iyi okuyan, içindeki mânâları en iyi anlayan ve Allâh’ın dînini en iyi bilenlerden biriydi.

Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh- müslüman olduktan sonra, çobanı olduğu azılı İslâm düşmanı Ukbe bin Ebû Muayt’ın yanından ayrıldı ve kendini dîne ve Hazret-i Peygamber’in hizmetine adadı. Bundan dolayı Mekke’de diğer müslümanlarla birlikte o da müşriklerin eziyet ve işkencelerine mâruz kaldı…

İslâm ile şereflenince, ilk işi o âna kadar nâzil olan âyet ve sûreleri öğrenmek olmuştu. Öğrendiklerini bir yandan hayatına yansıtırken, bir yandan da öğretme sevdasına kapılmıştı. Bu yönüyle bir yandan öğrencilik yaparken, bir yandan da öğretmenlik yapmaya başlamıştı. Hem talebe olmuştu yani, hem de hoca…

Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh- müslüman olduğu sıralarda müslümanlar Hazret-i Peygamber ile açıktan açığa ibâdet edemiyor, istedikleri yerde yüksek sesle Kur’ân okuyamıyorlardı. Müslümanların böyle bir hareketi, müşriklerin bütün câhilî duygularını kabartır, onları müslümanlara karşı şiddetli ve cânîce saldırılarda bulunmaya sürüklerdi. Bunun içindir ki müslümanlar, bu gibi tehlikelerden sakınmaya çalışıyorlar, müşrikleri aleyhlerinde harekete teşvik ve tahrik edecek hareketlerden kaçınıyorlardı. İşte bu zor günlerde Abdullah bin Mes‘ûd, Kâbe’de Kur’ân okuyarak yeni bir destan yazmıştı.

Bu sırada Kureyş müşriklerinin büyükleri toplanmış, Harem’de bir meseleyi görüşüyorlardı. Onlar konuşurlarken, Hazret-i Abdullah da en içten gelen güzelliği ile yüksek sesle besmele çekip Kur’ân-ı Kerim’den bir bölüm okumaya başladı.

Oradaki herkes bu güzel sese hayret ederek, bu cesur adamın kim olduğunu öğrenmek üzere ona yöneldiklerinde Abdullah bin Mes‘ûd olduğunu görmüşlerdi. Gönül ve ağız dolusu ile okuduğu âyetler etrafa dalga dalga yayılırken, şaşkınlığı atan müşrikler yerlerinden fırlayıp Abdullâh’a saldırdılar.

Büyük bir öfkeyle saldıran müşrikler, tekme-tokat ve ellerine geçirdikleri sopalarla Hazret-i Abdullâh’ı öyle şiddetle dövdüler ki, her tarafı yara-bere içinde kalarak, düşüp bayıldı. Bayıldığı hâlde hâlâ tekmeleyenler vardı. Akrabalarından birkaçı koşarak ayakaltından çekip almış, ölmekten zor kurtarmıştı.

Nasipsiz müşriklerin bu hâince hareketleri yüzünden, ağır bir şekilde yaralanan Hazret-i Abdullah, o hâle gelmişti ki, neredeyse ölecekti. Müslüman kardeşleri sahip çıkmışlar, Hazret-i Erkam’ın evine götürmüşlerdi onu. Kendine geldiğinde, yerinden kalkmak bir yana, doğrulacak hâli bile kalmamıştı. Buna rağmen; «Ah!», «Of!» gibi inleme yerine;

“Bana bu büyük fırsat ve imkânı lutfeden Rabbime hamd olsun.” diyerek, asâletine asâlet ekliyordu.

Her şeyi ile İslâm insanı olan, İslâm ile inşa olan Hazret-i Abdullah, günlerce acı içinde kıvrandığı halde, asla inlememiş, çok ağır bir şekilde hasta olduğu hâlde içinde yanan îman ateşi zerre kadar sönmemiş, mâneviyatı asla sarsılmamış, hele hele isyan bataklığına asla düşmemişti.

İslâm Nûru ile pür-nûr olan Hazret-i Abdullah, birazcık kendine geldiğinde, ilk fırsatta aynı hareketi tekrarlamış; yine Kureyşliler’in toplandıkları yerde Allah kelâmını en yüksek sesle okuyup Hazret-i Peygamber’den sonra ikinci kez Kâbe’de Kur’ân okuyarak müşriklere İslâm mesajını tebliğ etmişti. Onun bu îman ve cesareti; müşrikleri öfkelendirmenin yanında, onların önü alınmaz, amansız düşman kesilmelerine sebep olmuştu. Yine fecî şekilde dayak yemişti tabiî.

Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh-, Kur’ân ile öyle bütünleşmişti ki, her hâl ve hareketinde mutlak bir âyet arz-ı endam ediyordu.

Hem çok güzel okuyor ve hem de çok güzel okutuyordu.

Öyle ki, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun için şöyle buyurmuştu:

“Kim, Kur’ân-ı Kerim’i indiği andaki tazeliğiyle okumaktan hoşlanıyorsa, Abdullah bin Mes’ûd gibi okusun.”

Kur’ân onun ruh ve bedenine öyle tesir etmiş, Kur’ân ile öyle bütünleşmişti ki, oturması-kalkması bir âyet, yemesi-içmesi bir âyet, konuşması-susması bir âyet; her hâl ve her şeyinde bir âyet yansıyordu. Âyetlerle şekillenmişti çünkü.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den öğrendiği her âyeti önce hayatına geçiriyor, hemen sonra da başkalarına öğretiyordu. Bir yandan öğreniyor, bir yandan da öğretiyordu.

Öğretmen olmuştu o, muallim olmuştu… Öğretiyordu, talim ediyordu…

Öğrenmek ve öğretmek her sahâbînin en öne çıkan vasfıydı. Sahâbe, sadece kendi zaman ve çağının öğretmen ve örneği değil, bütün zaman ve çağların öğretmen ve örneği idi. Hazret-i Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh- bunlardan sadece biriydi. Allah ve Rasûlü’ne îman ile beraber İslâm gülistanı içinde öyle bir gül oldu ki, etrafını güllük-gülistanlık hâle getirmek için geceli-gündüzlü çalıştı.

Herhangi bir çoban iken, çağlar üstü bir öğretmen oldu. Önüne konan o büyük ufka yöneldi. Her fırsatı çok iyi değerlendirdi. Bana gelsinler diye oturup beklemedi; kalkıp o gitti. Ulaşabildiği herkese ulaşmaya çalıştı. Sahâbe vasfı buydu işte…

Aynı şekilde her müslümanın da vasfı bu olmalıydı. Peygamber ve sahâbe yolunda olan her müslüman, ne ile mükellefse onu hemen öğrenecek ve başkalarına da öğreterek İslâm insanı inşasında, üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getirecektir.

Peygamberler Peygamberi’nin ümmetine de bu yaraşır işte…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-