ÜÇ GÜNÜNÜZ KALDI!

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Diyelim ki Azrâil hiç yapmadığı bir iyilik yaptı. Ecelinize üç gün kaldığını size fısıldayıverdi.

Gerçek, sağlam bir haber:

Üç gününüz var.

Ne yaparsınız?

Ne yaparız?

Hani anketlerde, mülâkatlarda sorarlar;

Issız bir adada kalacak olsanız yanınıza üç şey alabilecek olsanız ne alırsınız diye… Bu daha ciddî bir soru…

Son üç günümüzü nelerle ve nasıl değerlendirirdik?

Âhiret inancı olmayan batı dünyasında türemiş bir lâf var:

Ölmeden yapılması gereken 100 şey; ölmeden önce izlenmesi gereken 10 film ve benzeri… Dünya hayatını tek hayat gören ahmaklar belki üç günleri kaldı diye, «hayatın tadını» daha fazla çıkarmaya çalışırlar?!. Kim bilir! Şaşılmaz da… Çünkü dünya kâfirin cenneti…

Ama ben bizden bahsediyorum, âhirete, mahşere, hesaba, cennet ve cehenneme inanan bizlerden…

Üç günümüz kalsa ne yaparız?

Her hâlükârda kalan vakti en güzel şekilde değerlendirmek isteyeceğimiz kesin. Zaten dünya imtihanını, dünya imtihanlarından ayıran en önemli fark, sürenin ne zaman biteceğinin bilinmemesi…

Dünya imtihanları son günlerinde, son dakikalarında yapılacak vaziyeti kurtaracak bir çalışmayla hallediliverir. Yahut halledildiği zannedilir. Son nefes imtihanının ise final tarihinin belirsizliği bizim için gaflet sebebi olur.

Üç günün kaldı!

Gaflet perdemizi kaldıracak bir haberdir bu…

Bu üç günde;

Herhâlde yemekten içmekten kesiliriz. Ne ağız tadı kalır, ne açlık hissi… O üç günü oruçlu geçireceğimiz de kesin… O günlerde Hazret-i Mevlânâ’nın;

“Bedenini aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur!” şeklindeki îkazını tam anlamıyla iyi anlarız.

Bedenimizin, enerjimizin, malımızın, her şeyimizin fakat bilhassa ömrümüzün sadece ve sadece bir sermaye olduğunu müthiş bir şekilde anlarız.

Ömür takvîmi yaprak yaprak eksilmekte ey yâren!
Omuz kaydında sağ yapraklar artırmak… Budur çâren…

(Tâlî)

Çoklarının aldandığı, kazıklandığı, sonsuz görünen zaman sermayesinden topu topu yetmiş iki saatimizin kalakaldığını gördüğümüz hâlde, «boş zaman» geçirebilir miyiz? Gözlerimiz mâlâyânîye kayabilir mi?

Elimiz zaman törpüsü kumandaya yahut fareye uzanabilir mi?

Ne boş zamanı?

Vakit az, yapacak iş çok…

Hangisinden başlarız?

Allah Gafûr ve Rahîm…

Yoksa önce kul hakları mı aklımıza gelir?

Ana-babamızın duâsını almak mı gelir ilk önce aklımıza?.. Vicdanımızda bir çukura gömdüğümüz kul hakları mı gündeme gelir?

Borçlarımız, üzerimizdeki emânetler, haklar…

Ne utanma belâsı kalır, ne erteleme hastalığı…

Yalvarırcasına gider miyiz gideriz…

Kaç günü kaldığını bilmeyenler hiç umurumuzda olmaz o zaman. Çünkü bizim üç günümüz vardır.

Helâllik almak…

Ne de çok kimsenin üzerimizde hakkı çıkar!..

Ana-babadan akrabaya, hocalarımız, öğretmenlerimiz, komşularımız, arkadaşlarımız, patronlarımız, işçilerimiz, eşimiz-dostumuz…

Geçmişin, onca uçmuş gitmiş takvim yaprağının muhasebesini üç günde tutmak kolay mı? Daha doğrusu mümkün mü? Ne gezer!

Fakat o üç günde yeni ziyanlara da düşmeyiz herhâlde… Tıpkı, kısacık ömründe güzele konan, konduğunu incitmeyen, güzel ve tatlı bir netice ortaya koyan arılar gibi hassas, titiz ve temiz olmaz mıyız?

Kul cephesi böyle…

Ya Allah hakkı…

Namazlar…

Kıyamlarda, secdelerde sabahlarız o üç günde… Dilimizde zikir, gözümüzde yaş eksik olmaz.

Ne para gelir aklımıza, ne pul…

Ne borsa, ne kur, ne parite…

Ne makam, ne mevki…

En yükseği kaç günlük ki?

«Ölüm arzulara güler!» demiş ya şair. Arzular küçük düşer ölüm hakikatinin karşısında, rezil-kepaze olur.

Ama dünyevî arzular tabiî…

O üç gün içimizi yakıp kavuran uhrevî arzular ve arzulara yeterince yatırım yapamamış olmanın pişmanlığı olmaz mı?

Ölümün gülmeyeceği, ileri ufuklu arzuları gerçekleştirmek için artık çok mu geçtir?

“Ölümü gelip de malımın üçte biri filân yere diye vasiyet yetiştirmeye çalışanlar gibi olmayın! Hayattayken yapın yapmanız gerekenleri…”

Son üç günümüzde;

«Ne üçte biri? Tamamı!» diyecek oluruz fakat dinler mi torun-evlât?

O zaman da Hakk’ın Vâris ismini bütün iliklerimizle hissetmez miyiz?

«Mal da yalan mülk de yalan» diye dilimize dolanmış bir şarkı gibi söyleyip geçtiğimiz, emânetçiliğimizi duymaz mıyız kalbimizin derinliklerinde?

Bir köpeğe su vererek, onca fısk u fücûru affedilen kadıncağızın nasibiyle nasiplenmek niyazıyla, yana yakıla bir gönlü kırık mı ararız? Kaç günümüzün kaldığını bilmediğimiz günlerde gözlerimizi kaçırdığımız o gönlü kırıkları…

Üç günümüz kaldı diye depresyonlara girer, kilitlenir miyiz, yoksa fırsatı ganimet mi biliriz?

Fırsatı ganimet bilmek fırsatçılık değil!

Yadırgamayın bu hâli…

Kur’ân’da Cenâb-ı Hak, Peygamber’ine söyletiyor:

“De ki: «Eğer ben gaybı bilseydim (bir tefsire göre; öleceğim zamanı bilseydim) elbette daha çok hayır yapmak isterdim.»” (el-A‘râf, 188)

Başlangıçta yaşanmaz bir hayat gibi görünüyor bu kulluk maratonu… Uykusuz, aç-sefil, dünyadan hiç kâm almadan, habire uhrevî yorgunluklar… Fakat son üç günün sonundaki tatlı yorgunluk, yaratılış gayesine uygun yaşamanın verdiği huzur, elinden geldiğince şükreden bir kul olma gayretinin getirdiği rahatlama;

«Ne var bir ömrü böyle yaşasaymışım!» dedirtmez miydi?

Bütün bu garip tefekkür-i mevte vesile, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’yi anlatan bir dostunun şu cümlesi oldu:

Ebu’l-Ahvaz diyor ki:

“Ebû Hanîfe Hazretleri’ne eceline üç gün kaldığı haber verilseydi, yapmakta olduğu sâlih amellerin üzerine koyacak, artıracak bir amel-i sâlih bulamazdı!”

Yani mûtat hayatını sürdürmekten öte bir şey yapamazdı. Çünkü zaten yirmi dört saatiyle, her an son nefesini verecek bir huzur hâlinde yaşıyordu.

Ebû Hanîfe Hazretleri dünyanın üç günlük olduğunu idrak etmişti demek ki…

Mis‘ar bin Kıdâm şöyle anlatıyor:

“İmâm-ı Âzam’ın günlük hayatını izledim:

Kuşluk namazını kıldı ve ilim meclisine oturdu. Ta öğleye kadar. Öğle namazından ikindiye, ikindiden akşama yakın bir zamana, sonra da yatsıya kadar aynı şekilde mescidde talebesiyle, ilimle meşgul oldu. Kendi kendime;

«Bu adam nâfile ibâdete ne zaman vakit bulacak? Takip etmeye devam edeceğim!» dedim. Ortalık sakinleşince İmam, mescide çıktı. Fecir vaktine kadar namaz kıldı. Sonra evine girip günlük elbiselerini giydi ve sabah namazını kılmaya geldi. O gün de evvelki gün gibi geçti. Kendi kendime dedim ki:

«Bu adam bu gecelik böyle dinç olmuş olabilir, ben takip etmeye devam edeceğim!» İnsanlar çekildi, İmam yine çıktı evvelki gecesi ve gündüzü evvelki gün gibi ihyâ etti. Ben yine;

«İki geceyi ihyâ etti ama ben yine takibe devam edeyim!» dedim. Üçüncü gün de aynı şekilde ihyâ edince kararımı verdim. Ben veya o ölünceye kadar Ebû Hanîfe’den ayrılmamaya söz verdim.”

Böyle bir hayata ne ilâve edebilirsiniz, ölüm geldi diye?

Üç günlük hayat ana hatlarıyla böyle… Fakat ayrıntılara eğilirsek İmâm-ı Âzam’ın ciddî mânâda ticaret, bugünkü vakıf hizmetleri çapında geniş hayır-hasenat, hattâ siyasetle de alâkadar olduğunu hatırladığımızda, onun hayatı da hiç ıskalamadığını görürüz.

Sadece İmâm-ı Âzam değil, bizim medeniyetimizi kurmuş, ilim, sanat, idare, terbiye ve hizmet adamlarının hepsi aynı zaman şuuruna sahip…

Onlar;

Allah Rasûlü’nün «Müveddi‘» hâli dediği vaziyette yaşadılar bir ömrü…

Müveddi‘… Vedâ eden… Her namazı, son namaz gibi kılmak… Her günü son gün gibi yaşamak…

Onlar büyük adamlardı, büyük potansiyelleri ve kabiliyetleri doğrultusunda vakitlerini en güzel şekilde değerlendirdiler bahanesine sığınmamalı… Çünkü onların hiçbiri sırf dâvâ, makam, mevki uğruna yapmadı bu fedâkârlıkları… Aksine her biri, bir kul olarak Hakk’ın kapısına yapıştı…

Çünkü bildiler ki iki yol var:

Ya üç gün imtihan!

Ya ebedî hüsran!..

Saat saat eriyen harc-ı râhı meydanda…
Zamâna and içerim insanoğlu hüsranda…
İnandığıyla amel eyleyenler istisnâ…
Sabır ve hakla nasîhatleşenler istisnâ…

(Asr Sûresi’nden Trc: Tâlî)

Sadece son üç gün değil, her gün… Az da olsa devamlı…

«Hû!» deyip ölmek dilersen her nefes temrin gerek,
Bir ticârettir hayât, ukbâ için ömrün gerek… (Tâlî)

Fakat; «Üç gün kaldı!» gibi bir ihtar gelmeden idrâk edemiyoruz, üç günlük dünyanın, ebedî âlem karşısında bir kuşluk vakti kadar değersiz olduğunu…

Dünyanın süsü…

Şeytanın zehirli süngüsü…

Nefsin gaflet sürgüsü…

Gelmez mi bir ihtar?

Üç gün kaldığı yönünde değilse de, dünyanın üç günlük olduğunu hatırlatma yönünde ihtarlar, yani hatırlatmalar gelip duruyor aslında…

Onlardan biri de bu ayın ortalarında kapımızda:

Kula, Hak türlü inâyet veriyor,
Bir vesîleyle hidâyet veriyor…

Recebü’l-Ferd ile Şâban, Ramazan…
Afva her yıl sebebiyyet veriyor…

Dokuz aydır büyüyen sancılara,
Nur doğuşlarla nihâyet veriyor…

Üç günün derdine sabret Tâlî,
Hak Teâlâ ebediyyet veriyor…

Son beyti tekrarlayarak bitirelim yazıyı…

Üç günün derdine sabret Tâlî,
Hak Teâlâ ebediyyet veriyor…