HAYÂ, HAYATTIR;

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanlık Haysiyetidir; Îmandandır.

Yeni yetme bir tâvus kuşu vardı. Karma bir hayatın olduğu bir ağaçlıkta dilediğince dolaşıyor, sadece hemcinsleriyle değil, herkesle tanışıyor, görüşüyordu. Ailenin büyükleri her ne kadar;

“–Kendi cinslerinle yoldaş ol, yabanlar sana zararlı…” dese de o;

“–Hayır, ben görgü ve tecrübemi artırıyorum. Zarar değil fayda görüyorum…” diye itiraz ediyordu.

Çünkü her gittiği yerde ve ortamda kendisinin başkalık ve güzelliği ön plânda oluyordu. Bu da ona iftihar vesilesi idi. Bu yüzden hiçbir öğüt, kendisine tesir etmiyordu.

Tattığı bir şey vardı. Kertenkele hayranlıkla beğeniyor, baykuşlar ayrıca beğeniyor, maymunlar bilhassa beğeniyordu. Beğenmeyen yoktu.

Hepsi diyordu ki:

“–Ne kadar güzelsin!”

“–Senin gibi değerli olmak için neler vermezdim neler!”

Dostluklar ilerledikçe de bu beğenme cümleleri değişmeye başladı. Kimi hasedinden kimi câhilliğinden kimi kendine daha yakın görmek istediğinden kimi de bilgiçlik taslamak için ısrarla tavsiyelerde bulunuyordu:

“–Ey varlığın gözdesi tâvus! Bir de şöyle şöyle yapsan, inan ki güzelliğin iki kat daha artacak.”

“–Evet evet. Hele şunları da yapsan var ya, güzelliğine kimse kusur bulamaz.”

“–Ey tâvus, bütün bunlar gerçekten doğru. Eğer bir gerçekleştirecek olursan diğer tâvuslar bile senin yanında çirkin kalır.”

Nihayet bu can eriten sözlere dayanamayan yeni yetme tâvus, denilenlere boyun büktü.

İşe tüylerini değiştirmekten başladılar.

Dillere destan o güzelim tüylerini yoldurdular. Efsânevî kıyafetini sırtından söktüler. Şekilden şekle soktular.

Heyhat!

Her denemede eski güzelliği bir kat daha bozuldu. Bunu hazmededi. Huyu da bozuldu, hayâsı da ahlâkı da. Şirret ve yolunmuş bir tâvustu artık. Tosbağadan daha çirkin görünüyordu.

Kendi kendine;

“–Âh!” dedi; “Büyüklerim doğru söyledi, fakat anlayamadım. Şimdi de iş işte geçti. Bu hâlimle ne yapacağım?” diye hayıflanıyordu.

Meğer;

Onun tüyleri, o güzelim cennet kıyafeti, bütün güzelliğinin sırrı imiş. Dillere destan olması, efsânelerin baş köşesinde yer alması hep kıyafetinin hatırına imiş. Meğer o güzellik sırrı, huy ve ahlâkının, hayâ ve edebinin de en büyük sırrı imiş.

Zavallı yeni yetme tâvus!

Güzelliği, kendi kaftanını bırakıp da yaban gözlerin kılıksızlığına dalmak zannetti de beş paralık oldu. Sonra da güzelliği sadece içte farz edenler kervanına katıldı. Dışı gözden düşürerek berbat ederken içini de harap etti.

Anlamadı ki;

Onun kendi tabiî kıyafeti, ona güzellikler bahşeden haysiyetiydi. Hayâsıydı. Hayatıydı.

Bunu anlamadı da;

Kendi eliyle, sadece güzelliğini değil; hayat ve haysiyetini de mahvetti. İçindeki işkembeden bağırsağına kadar bütün hâllerini gizleyen güzellik perdesini kendi eliyle paramparça ederek perişan oldu.

Bütün bunları, hayâ ve idrâkinin zayıflığından yaptı. Tıpkı şeytan gibi.

Çünkü şeytan, kibir ve hırs çukurunda makam ve mevki adına bin bir heveslere kapılarak Hakk’a karşı bile utanma duygusunu kaybetti, isyan etti. Belki utansaydı, isyana kalkışamazdı. Fakat utanmadı. Sonunda arsızlaştı ve şeytan kesildi. Bütün meleklerin başıyken kulluk iffetini yitirdi de ifrit oldu. Kendi utanmazlık parmağıyla kendi gözünü çıkardı.

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi;

“Kâfir olsun, fâsık; yani ahlâksız kişi olsun, bu zamanda, bu kötülükler âleminde her mücrim, günahlarını örten perdeleri, kendi elleri ile yırtar.”

“Zulüm ve haksızlık, can sırları arasında örtülü iken zâlim; tutar, onu halkın gözü önüne serer.”

Bilmez ki;

Hayatın temeli ve güzelliği, hayâ ve edeptir.

Eğer hayat, hayâ çizgisinde yaşanıyorsa; huzur ve sıhhat, bereket ve rahmet vesilesidir. Eğer hayâ ile yaşanmıyorsa; gönüller, ağrı ve sızı içinde kıvranan hastalar misâli perişandır. Akıl da perişandır. Eğitim de çıkmazdadır.

Yani;

Hayâ bozulunca her şey bozulmaktadır. İçin de dışın da güzelliği çöpe dökülmektedir.

Çünkü;

Doğruluğun ve dürüstlüğün güzelliği de hayâ iledir.

Namazın güzelliği de niyâzın güzelliği de hayâ iledir.

İnsanın güzelliği de hayâ iledir.

Onun için;

Hayâ düzgün olunca her şey düzgün, bozuk olunca da her şey bozuk.

Hayâ nedir?

Yanlış mevzubahis olunca titremek. Ahlâksızlıktan korkmak. Günaha karşı cesaretsiz olmak.

Hayâ nedir?

Güzellikleri ayakta tutan çelik omurga.

Hayâ nedir?

İnsanlık haysiyetidir.

Bu sebeple Hazret-i Peygamber buyurur:

“Hayâ, îmandandır…”

Bütün güzelliklerin mayasıdır.

Nitekim;

Yûsuf’un asıl güzelliği, hayâ ve ahlâkının güzelliği olmuştur.

Peygamberler Sultanı’nın da göklerde takdir edilen en büyük özelliği, ahlâkıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen en yüce ahlâk üzeresin!” (el-Kalem, 4)

Çünkü;

Bütün fazîletler, güzel ahlâk ile kıymetlidir.

Bir bakıma;

Namaz bile bir hayâdır, en güzel ahlâktır, Hak’tan utanmadır. Yani en güzel utanma hâli, namazdaki hâldir.

Hazret-i Mevlânâ, bu hâli ne güzel anlatır:

“Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi, Allâh’ın huzûrunda saflar hâlinde dururlar; sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar.

Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak; kıyâmet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh’ın huzûrunda ayakta durmaya benzer.

Cenâb-ı Hak;

«Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın ve bana ne getirdin?» diyecek.

Diyecek ki;

«Ömrünü ne ile, ne işlerle, ne gibi ibâdetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin?

Gözünün nûrunu nerede tükettin? Beş duyunu nerelerde kullandın?

Gözünü, kulağını, aklını, irâdeni, bileğini; Arş’a ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın?

Sana el, ayak verdim. Onları sana Ben bağışladım; onlar ne oldular?»

Allâh’ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.

Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur rükûya varır.

Utancından ayakta durmaya gücü kalmaz, rükûda Allâh’ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler.

Sonra o kula Hak’tan ferman gelir;

«Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver!» denir.

Kul utana utana başını rükûdan kaldırır; fakat, dayanamaz; o günahkâr, utancından yine yüz üstü yere kapanır.

Ona tekrar;

«Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver!» diye ferman gelir.

O bir kere daha utanarak başını kaldırır, ama dayanamaz yine yüz üstü düşer.

Cenâb-ı Hak; «Tekrar başını kaldır da söyle; yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım…» diye buyurur.

Allâh’ın heybetli hitabı, onun rûhuna tesir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır.

Bu ağır yük yüzünden kādeye varır, dizleri üstüne çöker.

Cenâb-ı Hak ise;

«Haydi söyle, anlat!» diye buyurur; «Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermâye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster!»

Kulun gönlü, yüz parça olur. Sağdan ve soldan medet beklercesine selâmdan sonra iki elini açar ve duâya başlar:

«Allâh’ım, evvel ve âhir kulunun başını vuracağı, sığınacağı Sen’sin; Sen’in rahmet ve mağfiretine son yoktur.»

Hâsılı;

Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla!..”

İşte;

Bugün bu şekilde bir ibâdet ve kulluk hayâsı ve utanma hâli içinde olanları Allah, yarın utandırmayacaktır. Ancak;

Utanmayanlar ise, ebediyyen utanacaklardır. Şimdi yüzü kızarmayanlar, yarın kömür gibi olacaklardır.

Zaten;

İlâhî ceza da, daima utanmayanlar hakkında gerçekleşmiştir.

Hazret-i Ömer, arsız bir hırsızı cellâdın eline teslim etmişti. Hırsız itiraz etti:

“–Ey halîfe! Daha önce hiç suça bulaşmadım, niye bu ceza?”

Mü’minlerin emîri, dedi ki:

“–Ey arsız! Yalan söyleme! Merhamet sahibi Allah, hiç kimseyi daha ilk suçta cezaya çarptırmaz. O, daima kuluna şefkat gösterir de, durmadan suçları örter, bağışlar. Fakat kul, illâ suçta ısrar ederse bu defa adâlet-i ilâhî tecellî eder.”

Yine Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Yüce Rabbimizin merhamet eseri olarak tatlı yemişler veren fidan, eğer biz hırsızlık edersek bize darağacı olur.

Sevgilimizin zülfü misk kokulu iken, eğer akılsızca davranırsak, bize zincir olur.

Allâh’ın lütuf ve ihsânı, Nil Nehri gibi akıp gidiyor. Fakat biz, Firavun ahlâklı olursak, o nehir bize kan kesilir.

Yüksek mevkîleri ele geçiren ahlâksızların, bilgisizlerin yaptıkları kötülükleri, yüzlerce arslan bir araya gelse yapamaz!

Yüksek bir mevkîye gelmeden, üstün bir makama ulaşmadan önce o bilgisiz kişinin ayıpları, kusurları gizlidir fakat; bir fırsat bulunca, yani makama oturunca güçlenir! Onun kötü huyu, yılanı yuvasından dışarı çıkarır da, onu bunu sokmak için ovaya doğru süzülür!”

Bu gerçek ekseninde millî şairimiz M. Âkif, hayâ ve ahlâkı, ilimden daha öncelikli görerek der ki:

Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsîli, evlâdım, sen ilkin bir hayâ öğren!

Çünkü şu tesbiti yapmıştır:

Hayâ sıyrılmış, inmiş; öyle yüzsüzlük ki her yerde…
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!

Bu mânidar ifadelerle ellerini semâya kaldırır:

Göster, Allâh’ım, bu millet kurtulur, tek mûcize:
Bir «utanmak hissi» ver gâib hazînenden bize!

Bu duânın «âmîn» sadâsı, çok kuvvetli, ama çok kuvvetli olmalı.