NEREDEN, NASIL?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bir akvaryumun içinde mavi bir balık vardı. Zarifti, âhenkliydi. Ona dalgın dalgın bakan evin kedisi, kafesteki papağana dert yandı:

–Papağan kardeş, şu balıkların keyfine bak. Bu evin en rahatı onlar. En güzel konum onlarınki. Suyun dört bir tarafında istedikleri gibi yaylanıyorlar. «Şuraya çekil, buraya çekil, orada yatma, şurada yat!» diyen de yok.

Papağan da dertliydi:

–Sen ne diyorsun kedi kardeş? Ya benim hâlimi görmüyor musun? Şu daracık kafeste neler çekiyorum bir bilsen! Sen ne de olsa istediğin yerde istediğin gibi dolaşıyorsun. Oysa benim bu hapisten dolayı kanatlarım paslandı, ayaklarım kireçlendi. İyice kötürüm olmaya başladım.

Bu konuşmaları duyan mavi balık, derin bir of çekti. Suda kabarcıklar oluştu. Anlaşılan o da dertliydi. Cılız bir sesle sohbete katıldı:

–Arkadaşlar, hâlinize şükredin. Biz engin denizlerden mahrumuz. Bir avuç suda yaşayabilmek için çırpınıp duruyoruz. Unutup da suyumuzu değiştirmeseler o anda canımız çıkar. Ama siz, biriniz karada, biriniz havada, oldukça rahatsınız.

Aradan fare söze karıştı:

–Yahu hepiniz de amma nankörsünüz. Ayrı ayrı nimet içindesiniz, yine de feryat ediyorsunuz. Hâlbuki, ekmek elden su gölden. Ya ben ne yapayım? Ufacık bir yuvada tamamen gözaltında ve hapisteyim. Kafamı çıkarsam, koca bir tokmağın altında ezilecek. Üstelik size çeşit çeşit şifalı gıdalar ikram ediyorlar. Bana ise, hep zehirli lokmalar veriliyor. Kurulan ölümcül tuzaklar da cabası… Sizin yerinizde olabilmek için neler vermezdim…

Papağan öfkelendi:

–Hadi ordan! Senin kemirmediğin nesne var mı? Her delikte yuvan var.

Balık fareden önce davrandı:

–Papağan, boşa ötüp durma. İki düdük çalıyorsun diye sana yapılan izzet ikramları biz sadece ağzımızın suyu akarak seyrediyoruz.

Bu defa kedi, papağandan önce lâfa daldı:

–Hey mavi balık! Konuşma öyle alık alık! Sana gözü gibi bakıyor sahibimiz. Ona iki gösteri yapıyorsun da o, dakikalarca sana hayran hayran akvaryum karşısında oturuyor.

Fare haykırdı:

–Derdin ne senin ey kedi! Seni sütle mamayla besliyorlar. Daha ne istiyorsun?

Ortama yeni katılmış olan köpek, nihayet sessizliğini bozdu:

–Arkadaşlar! Hepiniz sersem sersem konuşuyorsunuz. Allah’tan sahibimiz, bizim konuştuğumuz dili bilmiyor. O güzel gönüllü sahip; kedi, lânet okusa bile miyavladı zannediyor. Papağan küfür etse, ne güzel şakıdı zannediyor. Fare âh çekse, keyiflendi zannediyor. Balık onun suratına doğru tükürse, kur yaptı zannediyor. Bu hususta en talihsiz benim. Ne kadar güzel şeyler de söylesem, maalesef havladı zannediyor.

O sırada pencereye bir bülbül kondu. Az evvel gülle ettiği sohbetin huzuru içindeydi. Onların hâlini görünce o da konuşmalara dâhil oldu:

–Dostlar! Nedir bu hâliniz?

Hepsi sırayla bir şeyler söyledi:

–Ey bülbül, ben balık olarak şu daracık su hapsinde perişanım, arkadaşlar ise gel keyfim gel.

–Hayır ey bülbül, asıl ben fare olarak tokmak ve zehir tuzakları tehlikesinden bıktım usandım, diğerlerine ise rahatlık belâ olmuş.

–Hayır ey bülbül, ben papağan olarak şu kafeste paslandım, feryatlarımı konser sanıyorlar. Diğerlerininki ise uydurma huzursuzluk.

–Hayır hayır ey bülbül! Asıl ben kedi olarak çatlamak üzereyim. Atıkları yemekten bıktım. Verilen kılçıklar kaç sefer boğazıma takıldı. Diğerleri de şikâyetçi ama lokum gibi gıdaları var hepsinin.

–Öyle değil ey bülbül! Bakma bunların lâkırdılarına. Asıl ben köpek olarak ne çileler çekiyorum. Sahibimin maskotu gibiyim. Hırıltısız günüm yok. En sevdiğim sadakat bile artık damarlarımın dikeni oldu. Bir de şu gürültücüler yok mu! Hepsinin yaptığı sadece kuru yaygara. Böyle el bebek gül bebek bir ortam bulmuşlar da bunuyorlar. Dışarıda tozlu ve mikroplu bir lokmacığa bile talim eden hemcinsleri kendilerine gıpta ederken onlar, bu hâllerinin nankörü.

Köpeğin bu acı sözleri üzerine bir uğultu koptu odada. Sesler birbirine karıştı. Hakem vaziyetindeki bülbül, pencereden yüksek bir tonla seslendi:

–Hey dostlar! Böyle bir yere varamazsınız. Siz hakikaten hâlinizin sağırları ve körleri olmuşsunuz. İçinde bulunduğunuz güzelliği, başkasına olan hasedinizden dolayı bir türlü göremiyorsunuz. Oysa haset ettiğinizin pozisyonu kendinize belâdan öte, âdeta intihardır. Ama anlayamıyorsunuz. İsterseniz, birkaç dakikalığına yerlerinizi değiştirin de biraz aklınız çalışsın!

Bülbülün son cümlesi hepsini susturdu. Gayet mantıklı bir teklif gibi geldi. Hep bir ağızdan:

“–Daha önce niye hiç akletmedik! Çok güzel bir fikir bu. Haydi!” dediler.

Hızlıca plân yapıp anlaştılar. Kedi akvaryuma, balık köpeğin yatağına, köpek kafese, papağan fare yuvasına, fare de kedi postuna kurulacaktı.

Hep birlikte; «Hurra!» diye sıçradılar yerlerinden.

Fakat o da ne?

Daha ilk saniyede hepsinin nefesi kesildi. Beyin zarları yırtıldı. Damarları tıkandı. «Aman!» dediler; «Bu da ne?!.»

Balık, can verme çırpınışları içinde gözleri yuvalarından fırlamış vaziyetteydi. Köpek, kafesin tellerine takılan kuyruğunun acısında inliyordu. Kedi akvaryumda boğulmak üzereydi. Papağan, kafası fare yuvasında vücudu dışarıda, sıkışmış kalmıştı. Fare de kedi postunun yanındaki zehirli kapana ayağını kaptırmış, sancılar içinde kıvranıyordu.

Meydana gelen garabetler manzarasına bülbül, pencereden mânidar mânidar baktı. Dedi ki:

–Dediklerinizin hangi biri doğru çıktı? Şimdi söyleyin!

İmdat istediler:

–Aman ey bülbül! Bizi kurtar!

Bülbül, sordu:

–Benim gücüm ne ki?

–Bir şeyler yapamaz mısın? Yoksa hepimiz helâk olacağız.

–Ama siz, böyle bir şey yapabilmek için ne kadar istekli idiniz. Önceki hâlinizi hiç sevmiyordunuz!

–Aldanmışız, çok kötü aldanmışız! Meğer, sahibimiz bizi en doğru şekilde yaşatıyormuş. Bize meğer en doğru olanı yaptırıyormuş! Nasıl da anlamadık! Yok yere bir sürü boşboğazlık ettik! Sonunda işte hâlimiz!

–Meğer birbirimizi boşuna suçlamışız!

–Biz perişan olup gitmeden sahibimiz bari imdat eylese.

–Tek temennîmiz bu!

–O hâlde sahibimiz iş işten geçmeden gelmezse yandık.

Tam o esnada içeri ev sahibi girdi. Manzarayı görünce telâşla koşuşturdu. Her birini tuttuğu gibi yerlerine koydu. Bir yandan da azarlıyordu:

–Siz biraz kendi başınıza kaldınız mı böyle akılsızlıklar mı yapacaksınız? Size bunca eğitim verdim. Hâlâ bu ne ahmaklık?

Kedi ve balık, neredeyse ölmek üzereydi. Papağan da az kalsın boğulacaktı. Köpek ise çıldırma aşamasına gelmişti. Fare de kırık ayağıyla pelte gibiydi.

Ev sahibinin yardımları sonunda kurtuldular. Epey sonra kendilerine geldiklerinde yine birbirlerine suç atıyorlardı:

–Senin yüzünden oldu bütün bunlar!

–Hayır, senin yüzünden!

Onlar gittikçe birbirlerine tekrar öfke kıvılcımlarıyla dolarken bülbül yine cama kondu. Acı acı bakışlarla kaşlarını çattı:

–Siz gerçekten de akıllanmadınız? Az evvel hepiniz can çekişirken gördüklerinizi şimdi niye görmüyorsunuz? O an neler neler görmüştünüz ve neler neler söylüyordunuz. Ya şimdi?

Hepsi mahcup olup başlarını önüne eğdi:

–Doğru söylüyorsun, ama bu neyin nesi anlayamıyoruz? Demin nasıldık, şimdi nasıl? Madem bu garâbetimizi en iyi sen anladın; ey bülbül, bu çıkmazımızı da sen çöz!

Bülbül, bir müddet sustuktan sonra tane tane konuştu:

–Azıcık basîretli düşünün. Şartlar değişince hemen değişiyorsunuz. Çünkü bakış açılarınız değişiyor. Hatırlayın; yerlerinizi değiştirince şu anki hâlinize bakış açınız ve yorumlarınız ne kadar farklıydı, şimdi yine açınız değişince tekrar farklılaştı.

–O hâlde?

–O hâlde her şeyden önce neye, nereden ve nasıl bakmak gerektiğini idrak etmeniz lâzım. Çünkü bunda ayarsızlık olunca, en doğru bile en yanlış ya da en yanlış bile en doğru görünür. Ondan sonra da ayıkla pirincin taşını!

Bu sözlerinin ardından bülbül, son kez uyardı:

–Yaşadıklarınızı ve dediklerimi sakın bir daha unutmayın! Yine unutmayın ki, adam olana bu kadar söz bile fazla!

Sonra o basîretli ve ârif bülbül, sustu. Derin bir nefes aldı. Kanatlarını çırpa çırpa güle doğru uçtu.

Odadakiler de derin bir sükûnet ve tefekküre daldılar. Bülbülün her cümlesi, gönüllerinde kök salmıştı.

O kökler filiz verirken, bülbül, hasbahçeye doğru süzülmeye devam etti.

O ârif bülbül, hasbahçesine doğru süzülürken, konuşulan mecazlardan da nice hikmetler süzüldü. O hikmetler, güllere şebnem oldu.

Şimdi, o kevser damlalarını içebilenlere ne mutlu!

Anlayabilenlere ayrıca!

Anlayıp da yaşayabilenlere bilhassa ne mutlu!

Çünkü;

Yukarıdaki mecazlarda anlatılan gerçekler, günümüz hayatının ve eğitiminin en büyük ve mühim problemlerinin aynası.

Yanlış yerden ve hatalı gözlerle bakıştan dolayı aileden topluma, eğitimden ticarete o kadar tıkanıklıklar yaşanıyor ki!

Oysa;

Bir şeyin ne olduğu elbette son derece mühim. Ama daha da mühim olan, ona nereden ve nasıl bakıldığı.

Meselâ başarı şartlarına ve çalışma ortamına tembellik perspektifinden ve uykulu bir gözle bakılırsa, görülenler hakkında tespit; sıkıcı, bunaltıcı, psikolojileri bozucu bir baskı şeklinde ve sadece olumsuz olur. İtirazların tamamı, çalışma ortamını bozmaya yönelik olarak gerçekleşir.

Aynı gerçeğe, gayret ve çalışmayı çok seven ve idealleri olan uyanık bir gözle bakılırsa, bu defa görülenler hakkındaki tespit; çok cazip, huzur verici, psikolojileri tedavi edici bir şekilde ve olumlu olur…

Bu gerçeğin bir başka ifadesi de şu:

Allah, Hazret-i Âdem’i meleklere nasıl takdim etti, malûm. Buna rağmen şeytanın perspektifi onu nasıl tarif etti, yine malûm…

Hâlbuki Âdem, aynı Âdem’di…

Yani;

Aynı adamı, sevene sor başka, sevmeyene sor başka, haset edene sor başka, hayranına sor başka, iyilik görmüşüne sor başka, kötülük görmüşüne sor başka, yani ayrı ayrı cevaplar alırsın.

Davranışlar da öyle.

Güzel bir iyilik, onun erbabına göre fazîlet, diğerine göre aptallık. Namaz, Hak âşığı nazarında bambaşka bir mîrac, gafiller nazarında ise külfet. Hayır ve hasenat, cimriye göre cinnet gibi bir şey. Cömerde ise vicdan cenneti.

Bakış açısı değişince bir anda tarif değişiyor…

Bütün değişiklik;

Nereden ve nasıl bakıldığına bağlı.

Evet;

İnsana sadece dünyadan ve materyalist bir gözle bakarsanız söyleyecekleriniz ile âhiretten ve mâneviyat perspektifinden bakarsanız söyleyecekleriniz tamamen farklı olacaktır.

Tabiî ki;

Bu topraklara ve bu millete, batıdan ve onların tarihî gerçekleriyle söylenenler ile doğudan ve onun tarihî dokusuyla söylenenler hiçbir zaman aynı olmaz. Çünkü birinde ne kadar gizlense de acı bir hasımlık aykırılığı daima mevcuttur. Diğerinde de ne kadar problemler olsa da mânâlı bir îman ve medeniyet, kader ve kardeşlik birliği vardır.

Hâsılı;

Hayat ve eğitimde;

Yüce gerçekleri görmeden gerçekleşen nazarlar, gerçekleşmeyecek iyi niyetlerin kurbanı olmaktır. Zira;

Nasıl ki Âdem, şeytanın isteğini yerine getirerek cennette kalmak gibi güzel bir niyeti gerçekleştiremediyse bu da öyle.

Soralım;

Kötülükle kucaklaştığı noktada hangi iyi niyet gerçekleşir?

Bu sualin cevabı gönüllere işlemeli iken;

Maalesef bugünkü eğitim anlayışında;

Yanlışlara, olumsuzluklara, olmayacak işlere ve âkıbeti hüsran edecek gidişata onların hepsini en güzel şekilde ve üstelik göreni cezbettirecek perspektiften bakmak, moda hâlinde.

Sonra da;

Her köşeden feryat üstüne feryat!

Hâlbuki;

Bir müddet susup da;

İnsanlığın ezelî ve ebedî bülbülünü dinlesek, herkesin aklı başına gelecek.

Çünkü o bülbül, cennet bülbülü.

Cennete uçan, kendisine gönül verenleri oraya götüren bir bülbül.

Kâinatın en büyük terbiyecisi, muallimi.

Peygamberler sultanı.

Kulaklar, O’nu tam duyabilse, neye, nereden ve nasıl bakacağını mutlaka bulacak.