İlim, İbâdet ve İhlâs’ta Zirve Şahsiyet İMÂM-I ŞÂFİÎ –rahmetullâhi aleyh-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

-Tarihe Yön Veren Zirve Şahsiyetler; Gönüllere Taht Kuranlar-

HİKMET KALBİ DİRİLTİR

İlmî eserleri yanında tefekkür ve duygu derinliğine sahip şiirler de yazan İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-, hikmetli sözlere duyulan ihtiyacı şöyle ifade ederdi:

“Toprağın canlılığı, sükûnet içinde yağan bereketli yağmurlar iledir. Nefislerin canlılığı da, arzu ve iştiyaklarladır. Kalplerin feyiz ve rûhâniyet canlılığı ise, hikmetli sözler ile kıvam bulur.”

Bu bakış açısıyla Şâfiî Hazretleri, hikmetli sözler vadisinde oldukça zengin mânevî bir dağarcığa sahiptir. Çünkü hikmetli sözler; onun, ölümsüz hakikatleri dile getirdiği yegâne vasıtalardır. İşte onlardan bir demet:

“Allâh’ın akıllı kulları şunlardır ki; dünyanın boş hevâ ve heveslerine aldanmazlar. Diğer taraftan da dünyanın ve âhiretin belâ ve imtihanlarından korkarlar. Dünyaya ibretle nazar ederler ve bilirler ki, o asla bir fânîye vatan olamaz! O Hak dostları; dünyayı bir deniz, sâlih amelleri de onun üzerinde (âhirete intikal edecekleri) gemiler sayarlar.”

“Serâbın kendisini görene hıyânet ettiği ve kendisine bel bağlayanların umudunu boşa çıkardığı gibi; nefsânî emel ve ihtiraslar, dünyevî arzu ve emeller de nicelerini perişan etmiştir.”

“Amellerin husûsunda ucba ve kibre yani kendini beğenmişliğe ve gurura düşmekten korkarsan, bunu başarmak için, dost olmaya gayret ettiğin Zât’ın rızâsını tefekkür et. Bu amellerin ile hangi nimetleri arzu ettiğini, hangi cezalardan korktuğunu, hangi âfiyetlere şükrettiğini ve hangi musîbetlerden ibret aldığını iyi bir düşün. Bunlardan biri üzerinde dahî hakkıyla tefekkür edebilirsen, amelin gözünde küçülecektir.”

“İnsanların kıymetçe en yükseği, kendinde bir kıymet görmeyenlerdir.”

Yani dünyaya bir hiç sermâye ile gelip hiçlik hâlinde yaşayanlardır. Zira her şey hiçe vardıktan sonra başlar. Bu itibarla;

“İnsanların en fazîletlisi de, mahviyet içinde yaşayanlardır.”

“Tevâzu, cömert ve asil kişilerin ahlâkındandır; kibir ise, zavallı kimselerin huyudur.”

“Tevâzu muhabbeti doğurur, kanaat ise rahatlığı ve gönül huzûrunu…”

“İnsanın şeref ve haysiyeti takvâ iledir. Takvâya ulaşmayanın hiçbir izzeti yoktur.”

Takvâsız izzet sahiplerinde ne incelik, ne zarâfet ne de duygu derinliği vardır.

Allah’tan uzaklaştıran her şeyin adı, FÜCUR’dur. Fücurun fârik vasfı ise, iblisin fârik vasfı olan benliktir.

Takvânın ise fârik vasfı, HİÇLİK’tir.

“Nefsânî arzuları kuvvetli olanlar, kendilerini ibâdete vererek fücûru bertaraf etsinler.”

Kendini ibâdete vermek ise, tam bir samimiyet ister; ilâhî kameraların altında olduğunun idrâki içinde murâkabe ister. Ancak bu samimiyet ve murâkabe hâline erenlerdir ki, nefsânî arzularını, gel-geç sevdalarını, hayatın çıkmaz sokaklarında dolaşmayı bertarâf edebilirler. İffet ve hayâ âbidesi olarak İslâm ahlâkı üzere tertemiz bir hayat yaşarlar. Bilirler ki;

“İffetli olmayan kişi, insanlık haysiyetini zaafa uğratmıştır.”

“Kâmil insanın en belirgin özelliği, acziyetinin idrâki içinde olmasıdır.”

Çünkü;

Acziyetini idrâk eden, Cenâb-ı Hakk’ı tanımış olur. İslâm büyüklerinin ifade buyurduğu üzere:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur…”

İnsanın bütün kıymeti de budur. Fakat hâl böyleyken;

“Kimin tek arzusu, midesine girecek şeyler ise; o kimsenin kıymeti midesinden çıkan mesâbesindedir!”

BEŞ HAYIRLI HASLET

“Dünya ve âhiretin hayrı beş haslettedir:

1. Gönül zenginliği.

2. Kimseyi incitmemek.

3. Helâl kazanç.

4. Takvâ elbisesine bürünmek.

5. Her hâlükârda Allâh’a güvenmek.”

“Âlimlerin ziyneti takvâ, süsü güzel ahlâk, güzelliği gönülden cömertliktir.”

“Kişi dünyada ancak dört şeyle kemâl bulur:

1. Diyânet / Dindarlık.

2. Emânet / Emin ve güvenilir olmak.

3. Sıyânet / Koruması gereken her şeyi korumak.

4. Rezânet / Vakarlı olmak.”

“Dünya sevgisi ile Allah sevgisini bir arada toplarım diyen yalan söyler.”

“Dünyada en huzursuz kimse, gönlünde haset ve kin tutandır.”

“Dört şeyin azı da çoktur:

1. Hastalık.

2. Fakirlik.

3. Düşmanlık.

4. Ateş.”

“Kullara düşmanlık beslemek, âhiret için ne kötü azıktır!”

“Ehl-i dünyânın yakınlığı, sağlam adamı hasta eder.”

“Allah’tan korkmayan sefil ruhlu insanlarla beraberlik, utanç sebebidir.”

“Kimin aklı; kendisini her türlü zemmedilmiş, kötü ve ayıplanacak şeyden alıkoyuyorsa, asıl akıllı kimse odur.”

Diğer taraftan;

“Bir adam görünüşte ne kadar güzel ahlâklı olursa olsun, bile bile vicdansız ve kötü huylu adamları dost edinirse ahlâksızlıkta onlarla müşterek sayılır.”

Çünkü gerçek mânâda;

“Doğru davranışlı vicdan sahipleri, kötü ahlâklı bayağı kimselerle imtizâc edemezler.”

“Eğer kardeşine gizlice, ihlâs ve tatlı bir lisanla nasihat edersen, hakikaten nasihat etmiş olursun. Eğer herkesin içinde dikkatsizce konuşursan, onu yıkmış olursun veya arsız edersin.”

“Kardeşlerle sohbete denk bir sürur; onlardan ayrılığa eş bir gam yoktur.”

“Sâdık dost, arkadaşının üzüntüsüne ve sevincine ortak olandır.”

“Sende olmayan bir iyilikle seni methedenin, kızdığı zaman sende bulunmayan bir fenalıkla seni kötüleyeceğinden şüphen olmasın!”

“Müdârâtta bulunmak / idare etmek için iyi davranmak zorunda kaldığın kimse dostun değildir.”

“İnsanların hepsini hoşnut etmen mümkün değildir. Sen Allah ile aranı düzeltmeye bak. Bunu gerçekleştirdikten sonra insanlara aldırma!”

“Nefsine zulmedenlerin en zâlimi, yükselince akrabalarına kabalık eden, dostlarını tanımazlıktan gelen, şerefli kişileri istihfâf edip fazîlet sahiplerine kibirlenendir.”

“Riyâsetin beş âleti vardır:

1. Sözün doğruluğu.

2. Sır tutmak.

3. Ahde vefâ.

4. Nasihatle başlamak.

5. Emâneti yerine getirmek.”

“Konuşmanın seni cezbettiği yerde, sükûta sarıl. Unutma ki, sustuğuna pişman olan pek azdır da, konuştuğuna pişman olan çok kimse vardır.”

“Ahmak bana her türlü çirkinlikte hitâb eder. Ben ise ona cevap vermeyi çirkin bulurum. Onun ahmaklığı artarken; benim de yandıkça güzel kokular neşreden bir buhur gibi hilmim / olgunluk ve sabrım ziyadeleşir…”

“İki husus için tabîbin yapabileceği bir şey yoktur: Ahmaklık ve yaşlılık…”

“Dilini muhafaza et ey insan. O bir yılandır, seni sokmasın!”

“Şu üç şeyi üç kimseden gizleyen, nefsine zulmetmiş olur: Hastalığını doktordan, ihtiyacını dostundan ve nasihatini idareciden…”

“Mürüvvetin yani insanlığın zekâtı, dâimâ hayırlara vesile olmak ve insanların ihtiyaçlarını gidermeye vesile olmaktır.”

“Mürüvvet, yani insanlık dört sütun üzerinde durur:

1. Güzel ahlâk.

2. Cömertlik.

3. Tevâzu.

4. Şükür.”

“Dâimâ hizmet ve gayret içinde ol! Çünkü hayatın gerçek lezzeti, hiç bezginliği olmayan bir yorgunluktadır.”

“İlim bir avdır, yazmaksa onun bağı… Avladığın bilgileri sağlam iplerle bağla… Bir ceylân tutup da onu serbestçe mahlûkatın arasına bırakmak hamâkatten/ahmaklıktan sayılır.”

GERÇEK ÂLİM

İnsan, yeni şeyler öğrendikçe kusurunu daha ziyade anlıyor ve tevâzûu artıyorsa işte o zaman âlim olur.

“İlmin aslı, sebat; semeresi, selâmet… Verânın yani şüpheli şeylerden kaçınmanın aslı, kanaat; neticesi, rahatlık ve gönül huzûru… Sabrın temeli, hazımlı olmak; semeresi, zafere ulaşmak. Amelin temeli, Allâh’ın muvaffak kılması; neticesi, başarmak… Her şeyin gayesi ise, doğruluk, doğruluk, doğruluk…”

Bu durumda;

“Kim dünyayı isterse ilme sarılsın, kim âhireti isterse o da ilme sarılsın.”

“Ey kardeşim, ilme ancak şu altı şeyle nâil olabilirsin: Zekâ, azim, çalışmak, maddî imkân, üstâd ile beraberlik ve uzun bir ömür…”

“Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zâyî etmiş olur. Lâyık olandan ilmi esirgeyen de zulmetmiş olur.”

“İlimde çekişmek, kalpleri katılaştırır ve gizli kinlere yol açar.”

“Kibir ve gurur ile tahsil olunan ilimde felâh yoktur.”

“İçinde sana dîninden haber verecek bir âlimin ve hastalandığında seni iyileştirecek bir doktorun bulunmadığı memlekette oturma!”

“İlim, âlimin ezberlediği değil, (mânen) fayda gördüğüdür.”

(Dîvânü’l-İmâm eş-Şâfiî, Abdurrahman el-Mustâvî; Hilmizâde İbrahim Rıfat, Meşâhîr-i Ashâb-ı Güzîn ve Terâcim-i Ahvâl-i Fukahâ, s. 131, 134, 137)

İmâm-ı Şâfiî gibi müstesnâ zatların da içine dâhil olduğu hakikî âlimler hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

ÂLİMLER…
ENBİYÂ VÂRİSLERİ…

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en büyük mûcizelerinden ve bıraktığı en kıymetli mîraslardan biri, yetiştirdiği sahâbe-i kiramdır.

Bu şanlı nesil ve onları ihsân ile takip eden tâbiîn ve etbâ-ı tâbiîn şeklindeki altun zincir; asr-ı saâdeti takip eden asırlarında İslâm’ın güler yüzünü en güzel ve mükemmel şekilde sergilerken, ilim ve irfan sahasında müesseseleşmenin de en güzel misallerini ortaya koydu.

Allah Rasûlü’nün inciler ve yakutlar misali yirmi üç senede, yüz yirmi bin ashâbına ikrâm ettiği hadîs-i şerifler; âdetâ kuyumcu titizliğinde tespit ve tedvin edildi. Muhâkeme ve istinbat erbabı olan kābiliyetler birer birer neşv ü nemâ buldu ve fıkıh ekolleri ortaya çıktı. Her birinin gayesi iki cihan saâdetine ulaştırmak olan bütün İslâmî ilimler böyle zuhûr etti.

İnsanı dünya ve âhirette huzûra kavuşturacak, sâlih amelin sağlam temeli olacak faydalı ilim yolunda gecesini gündüz eden, muttakî, ihlâslı nesiller yetişti. Sahâbe ve sonraki nesiller, faydalı ilmin tahsil ve neşri için çok büyük gayret gösteriyorlardı.

Çünkü onlar Efendimiz’den öğrenmişlerdi ki;

İlim ve irfan bir memleketin hayâtiyetini sağlayan en mühim unsurlardandır. Peygamber Efendimiz ilmin semâya kaldırılmasını da kıyâmet alâmetleri arasında saymıştı.

İşte hicrî 2’nci asırda;

İslâm hukukunda bir dâhî olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin vefât ettiği mîlâdî 150’nci yılda, Filistin’in Gazze şehrinde, asil fakat yoksul Kureyşli bir ailede, geleceğin büyük bir fakîhi dünyaya geldi:

MUHAMMED BİN İDRİS EŞ-ŞÂFİÎ…

İmâm-ı Şâfiî; ömrü, maddî sıkıntılar, idârî tazyikler ve gurbetler içinde geçen büyük bir âlim idi. İki yaşında yetim kaldı. Çocuk yaşında Mekke’ye geldi. Mescid-i Haram’da öğrenci okutan âlimlerden tahsil gördü. Yokluktan dolayı, kâğıt bulamıyor, öğrendiklerini kemiklerin üzerine yazıyordu. Fakat istîdatlı ve çok istekliydi. Kur’ân-ı Kerîm’i ve Muvatta’ adlı hadis külliyâtını ezberledi. Daha sonra Medine’de edep ve vakar timsâli İmâm-ı Mâlik’ten ilim tahsil etti. Kendi fıkhî görüşlerini müstakilleştirinceye kadar kendisini İmâm-ı Mâlik’in talebesi olarak tanıttı. Daha sonra maddî ihtiyaç içinde olduğundan vazife alarak Yemen’de idarecilik yaptı.

Adâlet ve takvâsı ile temâyüz eden İmâm-ı Şâfiî, haksızlıklara göz yummuyordu. Kirli siyaset usulleriyle birbirlerini çekiştiren kişilere itibarı yoktu. Bu hususta şöyle tavsiyelerde bulunuyordu:

“Sana başkalarından söz getiren, senden de başkalarına götürecektir. Memnun ettiğinde; seni, sende olmayan vasıflarla öven kişi, kızdırdığında da senin hakkında sende olmayan kötülükleri sayıp dökecektir.”

Haksızlıklarını ve yanlışlarını tenkit ettiği bir valinin iftirasıyla tutuklanarak Bağdat’a götürüldü. İmâm-ı Şâfiî’nin Peygamber Efendimiz’in evlâtlarına beslediği muhabbeti bilindiğinden, merkeze onun isyancı bir râfızî olduğu bildirilmiş, böylece büyük fakih iftirayla ortadan kaldırılmak istenmişti.

Hâlbuki İmâm-ı Şâfiî, Hazret-i Ali ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimiz ve evlâtlarını, Allah Rasûlü’ne olan büyük muhabbet ve bağlılığı sebebiyle seviyordu. Diyordu ki:

EHL-İ BEYT’İ
SEVMEK FARZ!

İmâm-ı Şâfiî’nin kendi nesebi de Peygamber Efendimiz’in dedelerinden Muttalib ile birleşmekteydi. Efendimiz’in akrabalarından olan bu büyük fakih, Allah Rasûlü’nün aziz hâtıraları olan âl-i beyti sevmeyi bir farz; namazda salli-bârik duâlarını okumayı da namazın bir rüknü saymaktaydı. Bunu da şöyle ifade etmişti:

“Ey Rasûlullâh’ın ehlibeyti! Sizi sevmek, Allâh’ın Kur’ân’ında inzâl ettiği bir farzıdır. Size en büyük medâr-ı iftihar olarak kâfîdir ki, size salât etmeyenin namazı kabul değildir.”

İmâm-ı Şâfiî; Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin oğlu Musa Kâzım –kaddesallâhu sirrahû-’nun feyiz ve mâneviyat iklimi hakkında da şöyle söylemiştir:

“İmam Musa Kâzım’ın kabrinde duâmın kabûl olması, bana bir tiryak hâline geldi. Bunu çok tecrübe ettim.”

İmâm-ı Şâfiî de bütün mezhep imamlarının yaşadığı imtihan ile karşı karşıya kaldı. Bağdat’a bir mahkûm olarak getirtildi. Fesâhatinin gücü ve ehl-i ilmin hüsn-i şahâdetiyle, isyancı olduğu iftirasından canını zor kurtardı.

Hapiste tutulduğu günlerde rüyâsında Hazret-i Ali Efendimiz’i gördü. Rüyada Hazret-i Ali, yüzüğünü parmağından çıkarıyor ve İmâm-ı Şâfiî’nin parmağına takıyordu. Bu rüya, Allah Rasûlü’nün ifadesiyle, İlim Beldesinin Kapısı olan Hazret-i Ali’nin temsil ettiği ilme, İmâm-ı Şâfiî’nin de sancaktar olacağını ifade ediyordu.

Nitekim kaderin böyle bir cilvesiyle geldiği Bağdat’ta İmâm-ı Âzam’ın talebesi İmâm-ı Muhammed’den de ilim tahsil ederek, zarûret içinde idareciliği seçerek uzak kaldığı ilim iklimine yeniden dönmüş oldu. Hicaz’ın nakil temelli ilmine, Irak’ın vahyin muhtevâsı içindeki akıl temelli yaklaşımını da katmış oldu.

İmâm-ı Şâfiî;

“Gözün, nasıl ötesini göremediği bir sınırı varsa, aklın da varıp dayandığı bir hudûdu vardır.” diyor, aşırıya kaçan akılcılığa karşı Hazret-i Peygamber’in sünnetini müdâfaa ediyordu.

SÜNNET MÜDÂFAASI

Allah Rasûlü’ne tam bir teslîmiyetle tâbî olmak husûsunda bambaşka bir hassâsiyeti vardı. Talebelerine, kendisinden fetvâ ve ilim alanlara defalarca şu uyarıda bulunmuştu:

“Benim görüşlerime aykırı olan ve Hazret-i Peygamber’den sahih olarak nakledilen bir hadis var ise; biliniz ki hadis benim görüşümden daha üstündür. Bu durumda benim görüşüme uymayın!”

Yine şöyle söylüyordu:

“Rasûlullâh’ın ve ashâbının yolunda olmayanı, havada uçar görsem yine doğruluğunu kabul etmem!”

İmâm-ı Şâfiî’ye bir zât;

“Şu hadisle amel ediyor musun?” diye sorunca büyük imam şu cevabı verdi:

“Allah Rasûlü’nden bir hadis duyacağım da onunla amel etmeyeceğim öyle mi! Beni kiliseden zünnarımla çıkarken mi gördün?” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, IX, 106)

Yine bir başka gün, rivâyet ettiği bir hadis ile amel edip etmediğinin sorulması üzerine İmâm-ı Şâfiî titreyip sarsıldı ve ona;

“Be adam! Rasûlullah’tan hadis nakledip de gereğince hükmetmezsem bu yer beni taşır mı, bu gökyüzü beni altında barındırır mı? Elbette onunla amel ediyorum! Onun her sünneti, benim için doyumsuz bir lezzettir, başım gözüm üstünedir!” diye cevap verdi. (Beyhakî, Menâkıbu’ş-Şâfiî, I, 475)

Yolculuklarla dolu ömrünün hitâmında, Mekke ve Bağdat’ta ilim tahsiliyle geçen yıllardan sonra Mısır’a yerleşti. Mısır’da hürmet ve ferahlık buldu. Tebdîl-i mekân sırrınca burada mezhebini olgunlaştırdı.

İslâm hukuk usûlünün temeli mâhiyetindeki eserleriyle, felsefî tercümelerin ve ehl-i sünnete aykırı siyasî ve fikrî cereyanların kuvvetle estiği bir devirde, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat yolunun, sırât-ı mustakîmin müdâfii oldu, İslâm hukuk usûlünün sistemleştiricisi oldu.

İmâm-ı Şâfiî, ilmi dâimâ takvâ ile birlikte gördü. Şu sözüyle faydalı ilim ile faydasız ilmin farkını ne güzel ifade etmiştir:

FAYDASIZ İLİM BELÂDIR!

“Bir gencin ilmi, onun kalbinde hidâyeti, hayatında istikāmeti ve ahlâkında güzelliği artırmıyorsa, ona haber verin ki Cenâb-ı Hak, ona puta tapanlarınki kadar ağır bir azap indirmiştir.”

İmâm-ı Şâfiî bu şuuru üstadlarından almıştı. Hocası Vekî’in şu telkini ne kadar mânidardır:

“Hocam Vekî‘a, hâfızamın kötü olduğundan şikâyet ettim de bana mâsiyeti terk etmemi tavsiye etti. «Çünkü» dedi: «İlim, Allâh’ın nûrudur. Allâh’ın nûru bir âsîye bahşolunmaz!»”

Yine İmâm-ı Mâlik Hazretleri de kābiliyetli bir genç olarak ilk karşılaştığı Şâfiî’ye takvâyı tavsiye etmişti.

Yokluk içinde fakat temiz ve nezih bir gençlik yaşayan İmâm-ı Şâfiî bunun sırrını da şöyle ifade ediyordu:

“Verânın yani şüpheli şeylerden kaçınmanın aslı, kanaat etmektir… Neticesi ise rahata ermektir…”

Bu mâneviyat ve ilimle öyle bir seviyeye geldi ki, ilimde dört mezhebden birinin imâmı olduğu gibi, Allâh’a dostlukta da mesafe alarak, zamanının evliyâsından oldu. Hakkında anlatılan şu menkıbe, onun «evliyâullâh»a nasîb olan kerâmetlere de eriştiğini göstermektedir:

Abbâsî devletine yüksek meblâğlarla vergi ödeyen Bizans İmparatoru, dört yüz ruhban göndererek bir münâzara teklif eder. Eğer gelen hıristiyan râhipler galip gelirse, vergi ödemeyeceklerdir.

Halîfe Harun Reşid; Bağdat’taki bütün âlimleri Dicle’nin kenarına toplar, İmâm-ı Şâfiî’yi ise sözcü tayin eder. İmâm-ı Şâfiî; seccadesini alır, Dicle’ye doğru vakarla yürür. Seccadesini suyun üzerine serip, üzerine oturur ve ruhbanlara şöyle seslenir:

“Benimle münâzara etmek isteyenler, buraya gelsin!”

Konuşulacak, tartışılacak hiçbir şey kalmamıştır. İmâm-ı Şâfiî, İslâm’ın izzetini fiilen göstermiş, muhataplarını âciz bırakmıştır.

Bu hâle şâhid olan ruhbanların hepsi, İslâm’ın hak din olduğunu kabul edip, müslüman olurlar. Durumdan haberdar olan imparator ise şöyle teselli bulur:

“İyi ki o buraya gelmedi. Yoksa buradaki râhiplerin de hepsi müslüman olurdu!”

İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- insanın zaman ile imtihanını en güzel şekilde çözmüştü. Bu sebeple, insanların lâfızları az fakat mânâsı derin mi derin olan Asr Sûresi’nden gafil olduğunu söyler, şöyle ihtâr ederdi:

ASR SÛRESİ YETERDİ…

“İnsanlar Asr Sûresi’ni tefekkür ve tedebbür etseler, onlara kâfî gelir.” (İbn-i Kesîr)

Şu kısacık dünya hayatı; insanoğlunun ilâhî âleme seyahati içinde, konakladığı bir menzil, uğradığı bir istasyondan başka bir şey değildi. Büyük imam;

“Kervanların, yolculuk esnâsında ev inşâ etmeleri akıl kârı mıdır?”

“Gideceği yere ulaşmak isteyen istasyonda uyumaz (istasyonda gaflete dalmaz).” buyuruyordu.

Elli dört senelik ömrüne büyük eserler ve fazîletli hizmetler sığdıran İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- sermâye olan ömrün bilhassa gençlik devresini, en güzel şekilde değerlendirmeye çok dikkat etmişti. Hikmetli tavsiyelerle ördüğü şiirlerinde, yeni nesillere de bunu telkin ediyordu:

“Bir müddet ilim öğrenmenin çilesini çekmeyen, acısını tatmayan kişi, hayatı boyunca cehlin perişanlığı içinde bocalar, durur. Gençliğinde tahsil fırsatını kaçıran ölmüş demektir, ona dört tekbir getir! Allâh’a yemin olsun ki bir gencin hayâtiyeti ilim ve takvâ iledir. Bu ikisi olmazsa varlığının bir kıymeti yoktur!”

Gençlik; şevk ve heyecan, bir enerji fazlalığı dönemidir. Önemli olan o enerjiyi; iyiye, doğruya ve iki cihanda faydaya yöneltmektir. O enerji hayra sevk edilmezse, şerre yol bulur. Yönlendirildiğinde bağların, bahçelerin yüzünü güldüren su; kendi hoyratlığına bırakıldığında sel olur, âfet olur, yıkar, harâb eder. İmam-ı Şâfiî bunu özetle ne güzel ifade ediyor:

MEŞGULİYETİNİ SEÇ!

“Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgāl eder.”

Gençlik gibi; ömre ömür, mânâya mânâ katmak için, bilhassa geceleri de ihyâ etmek çok mühimdir. İmâm-ı Şâfiî; her zaman geçerli olan gecelerin ihyâsı hakikatini ne güzel ifade eder:

İNSANIN İZZETİ,
UYKUSUZ GECELERDE!..

“Yüksek fazîletler, gösterilen gayret nisbetinde kazanılır. Yüksekliğe tâlip olan, geceleri uykusuz geçirir. Kim ki gayret etmeksizin yükselmeyi arzu ediyorsa; o kişi, ömrünü bir muhâlin yani imkânsızın peşinde hebâ ediyor, demektir. İzzet istiyorsun, sonra da gece uyuyorsun! (Öyle mi?!.) Hâlbuki, inci isteyen (uykuya değil) denize dalar. Kıymetin yüceliği, himmetin yüksekliğiyledir; kişinin izzeti de uykusuz gecelerde…

Yâ Rab, Sen’in rızân için geceleri uykuyu terk ettim, ey Mevlâlar Mevlâsı!.. Beni ilim tahsiline muvaffak kıl ve beni en ulaşılmaz mertebelere vâsıl eyle…”

İmâm-ı Şâfiî’nin ulaşmayı arzu ettiği ve Allâh’ın izniyle nâil olduğu yücelikler; kesinlikle, dünyaya ait yüksek görünen makamlar, mevkiler, itibarlar değildi. O Allâh’ın rızâsına tâlipti. O’nun tâlip olduğu kıymetler ve servetler, gelip geçici dünya kantarında üç-beş kuruş eden emtia değil, âhiret mîzânında hayatî değer ifade eden îman, iyilik, takvâ ve ilim gibi hasletlerdi. Yine hikmetli mısralarında şöyle söyler:

FÂNÎYE TÂLİP OLMA!

“Ey dünya ve dünyanın süsüyle şeref bulduğunu zanneden! Ölüm binaya da gelecek, bina edene de… Kimin izzeti dünya ve süsüyse, bilsin ki izzeti pek az, zâil ve fânî… Bil ki dünyanın hazineleri altındandır. Sen hazinelerini iyilik ve îmandan biriktir!..”

İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- ilim kadar ahlâkî hasletlerin tahsiline de çok riâyet ederdi. Zâhirî ilimler yanında mânevî ilmin zarûretine de derinden inanırdı.

Bu inanç ve mütevâzı şahsiyetiyle tasavvuf büyüklerinden Şeybân-ı Râî’nin önünde talebe gibi diz çökerdi. Kendisine;

“–Ey İmam, sen nerede, Şeybânî nerede? Bu hürmetin sebebi nedir?” denilince de;

“–Bu zât, bizim bilmediğimizi bilir…” cevabını vermişti.

İlmi mâneviyat ile beslemesinin bir misâli de şu idi. İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- Irak’ta bulunduğu yıllarda fıkhî bir meselede işin içinden çıkamayıp, zihni bir çıkmaza girdiğinde Ebû Hanîfe’nin kabrini ziyaret ettiğini, halledemediği müşkilin bu şekilde kendisine açılıverdiğini söylerdi.

Hakikaten İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- kalbi rakîk, sözü zarif, gözü yaşlı, hassas bir insandı. Bir âyet-i kerîme yahut hadîs-i şerîfin muhtevâsıyla kendinden geçtiği, bayıldığı olurdu.

Ömrünün büyük kısmını yokluklarla geçirdiği hâlde, engin kanaatiyle kimseye boyun bükmez, eline geçen en ufak bir imkân ile de cömertlikte en ön safta olurdu. İşte müstesnâ cömertliğine bir misal:

İmâm-ı Şâfiî Hazretleri Yemen’e bir yolculuk yapmış, ardından Mekke’ye dönmüştü. Yanında 10.000 dirhem vardı. Mekke’nin dışına bir çadır kurdurup, ziyaretçilerini orada kabul etti. Halk bölük bölük ziyarete ve ihtiyaçlarını arz etmeye koştu. İmâm-ı Şâfiî, on bin dirhemin tamamını gelen fakirlere dağıttı ve;

«Oh şimdi rahatladım!» buyurdu.

O, kendisi de muhtaç olduğu hâlde infak ediyordu. Ahlâkta gerçek kemâl için zarûrî gördüğü şu üç hasleti bizzat yaşıyordu:

“Amellerin en zorlusu şu üçüdür:

1. Azdan cömertlik.

2. Yalnızken takvâ ve verâ üzere olmak.

3. Doğruyu söylemek.”

Doğru sözlülüğünü Yahya bin Maîn şöyle ifade eder:

“Onun için yalan söylemek, faraza mübâh edilseydi bile, mürüvveti onu yalandan yine men ederdi.” (Muhammed Ebû Zehrâ, İmam Şâfiî, D.İ.B. Yayınları, s. 36-39)

İhlâsı o dereceye varmıştı ki, çok samimî bir şekilde şöyle niyâz ediyordu:

“Ne kadar isterdim ki, insanlar bu ilmi öğrensinler, bana ondan hiçbir şey nisbet etmesinler, beni övmesinler, böylece ben de ecir ve sevabına ereyim.”

Allâh’ın lutfu, ihlâs ve takvâ sahiplerine bahşı olarak, İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- inşâallah hizmetlerinin hem uhrevî ecrine nâil oldu hem de İslâm dünyasında yayılan en geniş mezheblerden birinin de imâmı oldu. Yolundan binlerce âlim yetişti. İmâm-ı Nevevî, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Süyûtî gibi pek çok âlim Şâfiî mezhebine intisâb ederek, ilme hizmet ettiler.

Kur’ân-ı Kerîm’e çok ziyade bir muhabbeti olan büyük imam, vefâtına yakın hastalığından dolayı Kur’ân tilâvetinden mahrum kalınca, bir talebesinden kendisine Âl-i İmrân Sûresi’nin son taraflarını okumasını istedi. Bereketli ömrünün son demlerinde huşû ile şu âyet-i kerîmeleri dinledi:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen’i tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 190-191)

Cenâb-ı Hak, şu âhirzaman hengâmında bizleri; hakikî, faydalı ve iki cihanda saâdete ulaştırıcı ilimden ve bu vasıfta ilim ile kâmil ve ilmiyle âmil âlimlerden mahrum eylemesin.

Rabbimiz bizleri ve evlâtlarımızı da; ilim ve irfanda, ihlâs ve takvâ ile derinleşen, tevâzu ile yücelen, kanaat ile zenginleşen, hayatın lezzetini hizmet ve ibâdette bulan, zamanın hüsranlı akışını, îman, sâlih amel, hak ve sabır tavsiyesi ile lehine çeviren bahtiyar kullarının hâlinden nasiplendirsin.

Âmîn!..