DOST DEYİNCE…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Orhan, nefes nefese hastahâneye geldiğinde Doktor Selim, çıkmak üzereydi. Zavallı çocuk bir canavardan kaçıyormuşçasına içeri dalmıştı. Doktor Selim, bir anda karşısında Orhan’ı görünce şaşırdı. Çünkü ertesi gün görüşmek üzere sözleşmişlerdi. Herhâlde önemli bir şey oldu, diye düşündü. Şefkatle tebessüm ederek Orhan’ı kucakladı:

–Hoş geldin evlâdım!

–Hoş bulduk doktor amca.

–Nasılsın görüşmeyeli?

–Doktor Amca, buradan dün çıktım. Ama sanki on yıllık macera yaşadım şu bir günde…

–Hayırdır evlâdım?

–Bütün arzum, hayır olması… Onun için sizi rahatsız ettim.

Doktor Selim, delikanlının bir günde yaşadığı bin bir kalbî çalkantısını sezdi. Gönül dergâhının bütün kapılarını açarak Orhan’ı dinledi, dinledi. Ailesinin ona yaptıklarını bütün tafsilâtıyla dinledi. Ayrıca kötü arkadaşlarının da onun bu zayıf durumundan istifâde ile onu tekrar eski bataklığa çekmeye çalıştıklarını dinledi. Sonra mezarlık ziyaretini ve orada yaşananları dinledi. Sonra çok samimî bir edâ ile Orhan’ın koluna girdi:

–Gel, bu akşam yemeğini beraber yiyeceğiz. Konuşmamıza yemekte devam edelim. Biraz da elindeki kitaptan okuruz. O kitabın müellifi çok muhterem bir zat. Yûnus Dede diyorlar. Yarınki buluşmamızda seni onun sohbetine götürmeyi plânlıyorum.

Orhan bu alâka karşısında kendini bambaşka bir huzur içinde hissediyordu. O âna kadar hiç tatmadığı huzûrun sıcaklığı rûhunu kuşatmıştı. Biraz da mahcup oluyordu. Çünkü o hep horlanmaya alışmıştı. Şimdi kendini kâh bulutların üzerinde dolaşıyor gibi, kâh rüyada gibi hissediyor ve bu rüyanın biteceği korkusuyla da yüreği titriyordu. Çekine çekine konuştu:

–Doktor Amca, sizi rahatsız etmeyeyim…

–O nasıl kelime? Bilâkis memnun etmiş olacaksın. Çünkü Allah için bir araya gelip de vakti güzelce değerlendirenler, kıyâmet gününde ilâhî gölgenin altında olacaklar.

–Peki Doktor Amca, inşâallah sizin gibi ben de o gölgenin altında olurum.

–Hepimiz inşâallah o lutfa mazhar oluruz. O hâlde buyur bakalım.

–Doktor Amca, siz önden buyurun.

–Evlâdım, sağdasın, öncelik sende. Haydi bismillâh!

Beraberce hastahâneden çıktılar. Yol boyu sükût içinde geçti. Daha doğrusu Doktor Selim, Orhan’ın düşünce ikliminde derinleştiğini gördüğü için yolda sükûtu tercih etmişti.

Orhan, farklı bir tefekkür ufkuna kanat açmıştı.

Düşünüyordu:

“Ben bu kadar değerli miyim? Şimdiye kadar kendime hiç bu gözle bakmadım. Doktor Selim Amca’nın bu alâkasına lâyık mıyım? Huzur dedikleri şey, hayalimdeki bomboş bir yalan değilmiş meğer.”

Düşünüyordu:

“Ben Allâh’a o kadar isyan ettiğim hâlde bana ne büyük lütuf kapıları açtı. Yüce Rabbim, ne kadar merhametli! Benim onca günahıma rağmen, benden vazgeçmemiş demek ki. Meğer O, kullarını ne kadar çok seviyormuş! Yeter ki kullar, O’na doğru bir adım atsın…”

Düşünüyordu:

“İnsanlar bu yüce gerçekleri niçin görmüyorlardı! Hele amcası ve dayısı, kalp gözlerini ne kadar âmâ etmiş, vicdanlarını kurutmuş ve yitirmiş kimselerdi! Âhirete yaklaştıkları hâlde dünyaya gafilâne bir şekilde sarılmalarının hem de onca bedbahtlığı tercih etmelerinin ne mantığı vardı!”

Düşünüyordu:

“Kötü arkadaşlar meğer ne büyük tuzakmış. «Arkadaş» denilen, sıcak bir kelimenin içine yılan gibi çöreklenmiş buz gibi bir düşmandan başka bir şey değilmiş!”

Düşünüyordu.

Doktor Selim Beyin evine geldiler. İçeri girdiler. Orhan’ın ayakları tutuk vaziyetteydi. Çünkü kendi evine bile girerken dışarı dışarı giden ayakları, bir başkasının evine nasıl rahat bir şekilde girecekti. Doktor Selim’e baktı. Onun yüzünde hastahânedekinden daha fazla ve canlı bir memnuniyet gördü. Sevinç gördü. Huzur gördü. Hattâ kendisine karşı minnet gördü.

İyice şaşırdı. Yarı dalgın sordu:

–Sizi rahatsız etmiyor muyum?

Doktor Selim, elini dudaklarına götürdü:

–Olur mu hiç! Bak önce şunda anlaşalım. Bir daha bu kelimeyi kullanmayacağız tamam mı? Hele ki misafirlikte… Çünkü misafir, Allâh’ın büyük bir lutfudur. Ev sahibi için berekettir. Buyurulur ki:

«Misafir, on rızıkla gelir; birini yer, dokuzunu bırakır. Ayrıca ev sahibinin günahlarını da siler süpürür.» Bu durumda, benim sana teşekkür etmem gerekiyor.

Orhan şükran hisleri içinde sükût etti. Az sonra gelen mütevâzı hazırlanmış akşam yemeğini birlikte besmeleyle, hamd ile, şükür ile yediler. Sonra içten yakarışlarla bu nimetleri veren yüce kudrete duâ ettiler.

Orhan, öyle bir mânevî haz almıştı ki. O yaşına kadar böylesine huzurlu ve sıcak bir yemek yememişti. İlk defa tatmıştı böyle bir hazzı. Her zaman içtiği su, âdetâ bir cennet kevseri gibi ferahlık vermişti. Hem vücûduna hem de rûhuna şifâ kevseri olmuştu. Her lokma birer cennet ikrâmı gibiydi. Kekeleyerek itiraf etti:

–Doktor amca, rüyada gibiyim. Bu sofra, sanki cennet sofrası… Yemeğe göklerden lezzet katılmış, sulara cennet kevseri damlamış sanki…

Doktor Selim gülümsedi:

–Evlâdım, fiziken yemek de su da aynı. Fakat içinde helâliyet, muhabbet ve şükür, bir de gönül huzûru var. Bunlar yemeğe konunca; tadı da adı da değişiyor, bambaşka güzellik ve letâfet meydana geliyor. Sadece yemeğe mi? Hayır! Bunları nerede kullanırsanız kullanın, aynı neticeleri alırsınız. Hayatın içine kattığınız zaman, o da bir cennet hayatına dönüşür.

Birlikte kahveleri içerken Yûnus Dede’nin kitabını açtılar ve okumaya başladılar:

“Akıl, idrak ve iz’an gibi fıtrî sermâyeleri ifsâd edilmemiş her insan; içinde yaşadığı hayat ve kâinâtı gönül gözü ile seyrettiğinde; onun boş, gayesiz ve hikmetsiz yaratılmadığını kavramakta güçlük çekmez. Derin hikmetler ve ciddî gayeler ile yaratılan insanın bu fânî dünyada başıboş olmadığı açıktır. Zira âyet-i kerîmelerde;

أَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ أَنْ يُتْرَكَ سُدًى

«İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder!» (el-Kıyâmet, 36)

أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لاَ تُرْجَعُونَ

«Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?!.» (el-Mü’minûn, 115) buyurulmuştur.

Her insan, «ömür» adı ile hissesine isabet eden hayat sermâyesini; yani insan ile kâinat arasındaki râbıta ve beşik ile tabut arasındaki münasebeti kavrama zarûretindedir.

Unutmamalıdır ki;

Başı dara düşen gafillerin, hayat buhranları geçiren münkirlerin; himâyesiz kaldıkları korkunç yalnızlıkta bu fıtrî sermâyenin sevk-i tabiîsiyle Allâh’a dönmeleri, ilâhî kudretten yardım dilenme ihtiyacı duymaları, insanın yaratılış gayesinin muktezâsıdır. Lâkin bu istîdâdı köreltenler, bu âlemde ilâhî kudret akışlarından ve sanat hârikalarından uzakta ve bîgâne kalanlar, bu ibretler âleminde abus ve alık yaşayanlar; dünyada oynadıkları bu körebe oyununu âhirette de devam ettireceklerdir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

«Yalnız gözler kör olmaz, fakat sadırlarda olan kalpler de körleşir.» (el-Hacc, 46)

«Bu dünyada kalbi kör olan, âhirette de kör ve hattâ daha şaşkındır.» (el-İsrâ, 72)

Allah, iki dünyada da kalbi âmâ olan âhiret şaşkınlarından eylemesin!”

Doktor Selim Bey, kitabı yavaşça kapatırken;

–Orhan evlâdım, hiç itiraz istemiyorum. Bu gece misafirimsin.

Zaten ne dese Doktor Selim’in kuvvetli ifadeleri karşısında acze düşen Orhan, bu defa itiraz etmedi. Etmek de istemedi. Çünkü her nefesi sadece ciğerlerine değil gönlüne de doya doya çektiği ilk akşamdı bu. Bu rüya bitmesin istiyordu. Boynunu büktü:

–Peki doktor amca, fakat yarın Yûnus Dede’ye de gideceğiz değil mi?

–Elbette Orhan’ım, inşâallah birlikte gideceğiz.

Ertesi sabah, hastahâneye gittiler. İkindi vaktine kadar zamanı orada değerlendirecekler, sonra da Hüdâyî Camii’ne gidip Yûnus Dede’nin sohbetine katılacaklardı.

Öğle civarı Orhan’ın cep telefonu çaldı. Arayan Tilki Şevket’ti. Orhan, açıp açmamakta hayli tereddüt etti. Sonra da; «Yakamdan düşün!» demek için açmaya karar verdi:

–Buyur Tilki!

–Aslanım, dün niçin gelmedin mekâna?

–Gelemedim.

–Bilmiyorsun neler neler kaçırdığını?

–Boş ver Tilki; artık onlardan uzak kalmak istiyorum. Yoksa ebedî saâdetimi elimden kaçıracağım…

Orhan’daki değişikliği hisseden Tilki Şevket, ağız değiştirdi:

–Yanlış anlama; kaçırdın dediysek de öyle değil. Sana her zaman başköşede yer var. Hani aramızda görmek için öyle söyledim.

–Ben artık aranızda yokum.

Tilki Şevket, bu defa farklı bir yem attı:

–Senin yerin bizim aramız. O adam olmaz dayınla amcana gidemeyeceğini sen de biliyorsun! Başka nereye gideceksin? Biz bunu düşünüp Zeki’nin dairesindeki bir odayı sana vermeye karar verdik! Tabiî yine de sen bilirsin!

Orhan, tekrar beyninden vurulmuşa döndü. Tilki Şevket, en can alıcı noktasından yakalamıştı yine. Hayır diyemeyeceği bir teklif sunuyordu. Gerçekten de içinde ne amcasına ne de dayısına gitmek için en ufak bir kıpırtı yoktu. Son yaşadığı ve tattığı güzelliklerden sonra o buz cehennemine girmeye kalbinde azıcık bile bir cesaret yoktu. Fakat Tilki Şevket’in yanı da onlardan farklı değildi ki! Ama o zaman nereye gidebilirdi? Hiçbir cevabı yoktu.

Onun tereddüdünü sezen Tilki Şevket, ilâve etti:

–Zeki yanımda, istersen; «Dairede tek başına da kalabilir.» diyor. Mâlûm onun dört-beş dairesi daha var. Buna ihtiyacı yok. Gerisi sana kaldı Orhan; düşün, taşın beni ara! Bu akşam, aynı mekânda bekliyor olacağım. Hem aramıza dönüşünü, hem de kahrolası amca ve dayından kurtuluşunu kutlarız.

Telefon kapandığında Orhan yeniden yüreğini burkan acı düşüncelere daldı. Kederlerin pençesine yenik düştü. Kalkıp gitse, Doktor Selim’e çok ayıp etmiş olacaktı. Gitmese, sonrasında nereye gidecekti?

Sonunda; «Dışarı çıkıp da kafamı bir toparlayayım.» diye düşündü. Kalktı. Tam kapıya doğru gidiyordu ki, Doktor Selim içeri girdi;

“–Belli ki sabırsızlandın. Ben de erken gidelim diye düşünmüştüm. Hazırsan haydi!” dedi.

Orhan hiçbir şey diyemeden boyun büktü. Kafası karmakarışıktı. Doktor Selim; bunu hissetmişti ki, yol boyu sessiz kaldı, üzerine gitmedi.

Büyük bir kalabalıkla ikindi namazı edâ edildikten sonra Yûnus Dede kürsüye çıktı. Orhan onu görünce gayr-i ihtiyârî;

«Allah Allah melek gibi bir insan! Böyle güzel ve nurlu birini hiç görmedim.» dedi. Gördüğü, bir îman vakarıydı. Gördüğü, ay gibi billûr bir sîmaydı. Gördüğü, Allâh’ı hatırlatan bir çehreydi. Gördüğü, gönülleri ısıtan bir güneşti. Ona baktıkça zihnini kemiren düşünceler arka plâna düştü. Her söyleneni pür dikkat dinlemeye başladı:

“Kardeşlerim, Hazret-i Mevlânâ buyurur ki:

İnsanların çoğu, insan yiyen canavar gibidir. Onların selâm vermelerine pek güvenme. Emin olma… Hepsinin gönülleri şeytan yatağıdır. Kendileri de insan şeytanıdır. O gibi insan şeytanlarının lâflarına inanma.

Şeytanın ağzından çıkan «lâ havle»ye kanan kişi, savaşta da merkep gibi tepesi üstüne düşer.

Dünyada şeytanın aldatışına kanan, dost görünen düşmanın kendisini büyük göstermesine, hilesine aldanırsa, eyvahlar ona!..

Kendine gel de, kötü dostun cilvelerine aldanma, tuzağı gör, yeryüzünde emin olarak yürüme. Lâfta yüz binlerce «lâ havle» okuyan, seni avlamak için tesbih çekiyor görünen şeytanı seyret, ey âdemoğlu! Sana gülümseyen yılanın içindeki şeytanı gör!

Dostunun postunu yüzmek için, kasap gibi, seni «canım, dostum» diye aldatır.

Derini yüzmek için seni kandırır, sana tatlı sözler söyler. Düşmanların sunduğu afyonu yutanın vay hâline!”

Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Herkesin, her şeyin kendisine muhtaç olduğu, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayan Allâh’ın zâtına yemin ederim ki, kötü yılan, kötü dosttan iyidir!

Çünkü;

Kötü yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ateşe atar, yakar yandırır! Ebedî âlemini mahveder.

İnsan; konuşmasa bile, kötü arkadaşından huy kapar! Gönül gizlice onun ahlâkını alır, benimser; onun kötü ahlâkını kendisine ahlâk edinir!

Doğruluktan nasîbi olmayan, sermâyesi bulunmayan arkadaş; sana gölgesini düşürür, senin rûhuna zehir saçarak sermâyeni de alır gider!

Fena arkadaş, aklının gözlerini kamaştırır, seni körleştirir; onun seni kınaması da, seni vebâ hastalığının eline teslim eder!

Dikkat et, aklını başına al da her karşına çıkanla, sana her yakınlık gösterenle dost olmaya can atma. Çünkü sana ne kötülük gelirse, iyi seçilmeyen dostundan, yakınından gelir.”

Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ah, tabiatı bize uymayan dostun verdiği ıstıraplardan; ah, onların kalbimizde açtığı derin yaralardan!..

Ey ulu kişiler, ey büyük insanlar; aklınızı başınıza alın da kendinize iyi dostlar, uygun arkadaşlar arayınız!”

Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Çirkini, güzeli siz akılla ayırt edin; «Bu karadır!», «Bu aktır!» diyen göze güvenmeyin!

Göz; pislikte biten, idrar birikintisinde yetişen yeşilliğe de aldanır! Akıl ona der ki:

«O pisliği kendi gözünle değil de, bir de benim gözümle gör!»

Yalnız isteği gören göz, kuş için bir âfettir, felâkettir! Hâlbuki tuzağı gören akıl, kuşu kurtarır!

Bir tuzak daha vardır ki, onu akıl da anlayamaz, göremez! İşte, gizli şeyleri gören vahiy, ilahî seziş bu yüzden bu tarafa koşup geldi!”

Kardeşlerim, bu itibarla;

Kâmil bir mü’min olabilmek için, sâdık ve sâlihlerle ünsiyet hâlinde bulunmak, yani onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak; Hakk’a muhabbetin kuvvetlenip arzu edilen neticeyi hâsıl etmesi için şarttır.

Rasûlullah-sallâllâhu aleyhi ve sellem- de sâdıklarla beraber olmanın ehemmiyetini şu misalle ne güzel ifade buyurur:

“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan ikrâm eder veya sen ondan satın alırsın.

Körük çekene gelince; o, ya senin elbiseni yakar yahut da onun pis kokusu sana sirâyet eder.” (Buhârî, Buyû, 38)

Hayatta iken sâlihlerle beraberlik ehemmiyetli olduğu gibi, kabirde bile onların kabirlerine komşu olmanın önemini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade buyurur:

“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Müsned, I, 102)

İhtiyaçların dahî, sâlihler vasıtasıyla temin edilmesinin ehemmiyetini şu hâdise ne güzel sergiler:

İbnü’l-Firâsî’nin anlattığına göre, babası;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! (İhtiyacımı başkalarından) isteyeyim mi?” diye sormuş,-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“–Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalırsan, hiç olmazsa sâlihlerden iste!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât, 28; Nesâî, Zekât, 84)

Yine büyükler bu hususta derler ki:

“Halkın amel ve ahlâkından, cansız varlıklar bile in‘ikâs alır. Bu itibarla türlü çirkinliklerin irtikâb edildiği bir yerdeki ibâdetle, amel-i sâlih ve hayırlara mekân olmuş bir yerdeki ibâdet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe hareminde kılınan bir namaz, sâir yerlerde kılınanlardan kat be kat üstündür.”

Bu gibi mübârek mekânlardaki feyiz ve rûhâniyete mukabil öyle mekânlar da vardır ki oralardan da kasvet sirâyet eder. Nitekim bin bir meşakkat dolu Tebük Seferi’nden dönüşte ashâb-ı kiram, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Hicr Vadisi’nde Semûd Kavmi’nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girmişlerdi. Bunun üzerine-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bu mekânda Cenâb-ı Hak Semûd Kavmi’ni helâk etti. O kahırdan bir hisse gelmemesi için buralardan su almayınız.” buyurdu.

Ashab;

“– Yâ Rasûlâllah! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık.” deyince normalde en ufak bir israfı bile istemeyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“– Suları boşaltın ve hamurları develere yedirin!” emrini vermiştir. (Buhârî, Enbiyâ, 17)

Şeyh Ubeydullah Ahrâr-kaddesallâhu sirrahû-, yârânına şöyle nasihat eder:

“–Ağyâr ve bîgânelerle beraber olmak; kalbe fütûr, rûha dağınıklık ve gönle perişanlık verir.”

Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî bir gün, içinde böyle bir perişanlık ve huzursuzluk hissetti. Bir türlü kendisini o hâlden kurtaramadı. Meclisindekilere;

“–Hele bir bakın, aramızda yabancı biri var mı?” dedi.

Araştırdılar, kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrâr etti:

“–Hele iyi araştırın. Asâların olduğu yere de bakın.” dedi. Tekrar araştırdılar ve gafil birinin asâsını buldular. O asâyı dışarı çıkardılar; Bâyezîd-i Bistâmî’nin gönül huzûru da yerine geldi.

Yine bir gün Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, huzûruna gelen yakınlarından birine;

“–Senden yabancılık kokusu geliyor.” dedi ve ilâve etti:

“–Galiba sen, gafil birinin elbisesini giymişsin.”

O kimse hayretle;

“–Evet öyle.” dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi.

Velhâsıl;

Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:

“Yalnızlık fena arkadaştan, kötü dosttan hayırlıdır; iyi dost ise yalnızlıktan hayırlıdır!” (Feyzu‘l-Kadîr, c. VI, s. 372)

Sanki Yûnus Dede, Orhan’a rûhânî bir röntgen cihazı olmuştu.

Onu zerre zerre okudu, okudu, okudu…

Orhan; «Acaba rüya mı görüyorum?» diye düşündü. Bu hâle şaştı kaldı.

Son cümle, Orhan’ın kulaklarında öyle yankılandı ki! O akşam, ağır hakaretler ve kötü davranışlara rağmen amcasının evindeki acı yalnızlığı, kötü arkadaşlarının kendisine hazırladığı ferahlıktan daha öne geçti.

Yengesi;

“–Sen bu saatte evde olmazdın suratsız! Hangi dağda kurt öldü?” deyince bu defa hiç sinirlenmeden şu cevabı verdi:

–Daha hayırlı olanı anladım artık…

Yengesi hiçbir şey anlamamıştı. Kendi kendine; «Bizim yeğen delirdi galiba…» diye söylenmeye başladı.

Orhan da yengesine acıyarak baktı:

–Doğru söyledin yenge. Ben deli idim, ne yazık ki sefâletimi saâdet zannetmiştim. Daha önce kaybettiğim aklım, çok şükür ki şimdi başıma geldi. Artık gönlümde doğruyla eğri, hayırla şer, sefâletle saâdet, güzellikle çirkinlik netleşti…