Hissî ve Aklî Kontrol AKIL ALMAZ İŞLER

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz sene İstanbul’un lüks semtlerinden birinin çöp kutusunda bir gitar kutusu bulundu ve böylece günlerce gündemi meşgul edecek bir cinayet ortaya çıktı. Cinayetin henüz on sekizini doldurmamış bir delikanlı tarafından işlenmiş olması kafaları karıştırmıştı.

Çünkü cinayetin işlenişi ve suç delillerinin ortadan kaldırılışı, onun önceden tasarlanarak ve gayet soğukkanlılıkla işlendiğini düşündürüyordu. Acaba akıllara durgunluk veren bu plânı bu genç iddia ettiği gibi tek başına ve bir anlık öfkesine kapılarak işlemiş olabilir miydi? Yoksa bu taammüden ve iş birliği ile işlenmiş bir cinayet miydi?

Aslında bu vâkıa, geçtiğimiz yılın tek dehşet verici cinayeti de değildi. Hattâ geçtiğimiz yılın akılda kalan haberlerinden birkaçını saymamızı isteseler, bunlardan en az birkaçı cinayet olurdu. Ve ne yazık ki bu cinayetlerin en dehşet verici olanlarını, kanunen henüz çocuk sayılan yaşlarda gençler işlemişti.

Katillerinin;

“Bir anda öfkeye kapıldım, kontrolümü kaybettim. Nasıl yaptım bilmiyorum!” diye anlattıkları olaylar, hiç de alışkanlıkla ve kolayca yapılıverecek şeyler değildi.

Öyleyse nasıl olmuştu da senelerce okullarda eğitim-öğretim görmüş gençler böyle birer cânîye dönüşüvermişlerdi?

Bir genç kızın öz annesini bıçaklayışı, bir ablanın kızgınlık ânında öldürdüğü kardeşinin cesedini bizzat kendi yatağının altında saklayışının ve günlerce kameralar karşısında soğukkanlılıkla yalanlar söyleyişinin açıklaması neydi?

Hiç şüphesiz bu yürek yakan manzaralar karşısında;

“İnsanın Allah korkusuyla ve âhiret cezasıyla terbiye edilmeye ihtiyacı yoktur. Kendi vicdanına karşı duyduğu sorumluluk hissi insanı terbiye etmeye yeter.” diyen, hümanist eğitimcilerin nasıl bir açıklama yaptığını bilmiyoruz. Ama bilim adamlarının bu kan dondurucu vâkıalarla alâkalı şöyle bir açıklama yaptıklarını okuyoruz:

Normalde ne yapacağımıza karar vermeden önce, beynimize giren bilgi sinyalleri, «profrontal lob» denilen, «önce düşün-sonra yap» merkezinden dolaşıyor. Sonra «talamus» denilen şuur bölgesine gelip, son karar veriliyor ve faaliyete geçiliyor. Ancak ânî duygulanma anlarında bilgiler bu akılcı değerlendirme merkezlerini dolaşmayıp, direk «amigdala» denilen kısma atlayabiliyor. Bu durumda da akıl tarafından kontrol edilmemiş hissî kararlar birden bire uygulamaya konuluveriyor.

İnsan beyninin duyguları işlemekle vazifeli bölgesi olan limbik sistemin hemen üzerinde bir merkez bulunuyor. Bilim adamlarının «amigdala» dediği bu merkez, bilhassa korku, öfke, panik gibi ânî duygulanmalar sırasında, aklın yerine yönetimi ele alabiliyor. Bu durumda da kişi kendi kontrolünü kaybedip, fevrîleşebiliyor ve sonradan pişman olacağı şeyleri yapıverebiliyor. Özellikle de öfke, nefret gibi duygularını zaptetmeye alıştırılmamış, «önce düşün sonra yap» merkezlerini kullanacak şekilde terbiye edilmemiş, hesap verme şuuruyla birazcık olsun korkutulmamış kişilerde bu fevrî hareketler son derece acı neticeler verebiliyor.

Bu noktada belki akla şöyle bir soru gelebilir? “Peki neden beynimizde böyle bir devre var? Neden duygu merkezinin aklı atlayarak devreye girmesi mümkün olabiliyor? Allah neden böyle bir imkân yaratmış?”

Aslında bu sorunun cevabı; «Neden terbiyeye muhtaç bir nefis sahibiyiz?» sorusunun cevabıyla da alâkalı…

Bilim adamları, bu duygu merkezinin bazen aklı devre dışı bırakıp ânîden vaziyete el koymasının hayat kurtarabildiğini söylüyorlar. Meselâ büyük bir hızla üzerinize gelen kamyonu son anda fark ettiğinizi düşünün. O anda;

“Bu kamyon bana çarparsa beni öldürür. Öyleyse en akılcı davranış kaçmak olur…” diye düşünmek bize sadece vakit kaybettirir. Oysa ölüm korkusuyla kendimizi kaldırıma atmak, canımızı kurtarır. İşte düşünmeye gerek kalmadan, ânî bir kararla ve büyük bir enerjiyle hareket edilmesi gerektiği anlarda bu duygu merkezi akıldan daha eli çabuk ve becerikli olabiliyor.

Hem aynı merkez, eğer kişi ulvî duygularla dopdolu, yüksek gayelere yönelmiş biriyse ona büyük fedâkârlıklar ve kahramanlıklar yapma gücü de sağlıyor. Meselâ Çanakkale Harbi’nde, kullanmakta olduğu top mermisi vincinin arızalanması üzerine 275 kg ağırlığındaki top mermilerini kendisi kas kuvvetiyle sırtlayıp İngiliz gemisini batıran Seyit Ali Onbaşı’nın hikâyesi buna bir örnektir.

Savaş bittikten sonra gazeteciler sırtında mermiyle Seyit Onbaşı’nın fotoğrafını çekmek isterler. Ancak Seyit Onbaşı ne kadar uğraşsa da mermiyi bir türlü kaldıramayınca ancak tahtadan yapılmış bir mermiyle fotoğrafını çekmeleri mümkün olur. Seyit Onbaşı ise durumu şöyle özetler:

“Ama yine savaş çıksa, yine kaldırırım!”

Zaten bizim tarihimiz, akıl meyvesi tekniklerden ziyade böyle yüksek hislerin meyvesi olan kahramanlıkların tarihidir. Kültürümüz de gençlerimizi böyle birer kahraman yapacak yüce gayeler ve ulvî duygularla donatan bir kültürdür.

Ancak bizler gençlerimizi böyle yüksek duygularla teşvik etmeyi terk ettiğimizden beridir, gençlerimizin kalpleri behîmî hislerle yanıp tutuşur olmuştur. Bunun sonucunda da kahramanlıklarıyla akılları hayrete düşüren gençler yerine, cinayetleriyle akıllara durgunluk veren gençler ortaya çıkmıştır.

İyi düşünelim; hiç eline silâh almamış, «bir adam nasıl öldürülür?» diye eğitim görmemiş 15 yaşında bir gencimiz, bu yaşına kadar filmlerde, dizilerde yüzlerce cinayet sahnesi seyrederek yetişmiyor mu?

Üstelik seyrettiği bu cinayetlerin çoğunda katillerin, hiç tanımadığı kişilere, sırf yoluna çıktığı için kurşun sıktığını; hak edip etmediğini hiç düşünmeden, bir an bile tereddütsüz bir şekilde tetiği çekip, öldürüp, geçip gittiğini görmüyor mu?

Günümüzde bilgisayar oyunu oynamayan çocuk yok gibi. Bir kere sorun o çocuğa, oyun boyunca karşısına çıkan herkese vurup kırmasının, çeşitli silâhlar fırlatmasının ve yok etmesinin sebebi nedir? Bütün bu oyunların mantığı aynıdır;

“Karşına çıkan herkesi devir, öldür, yok et, böylece puan topla; hedefine ulaş, bir sonraki bölüme geç…”

Bu kadar şiddetle; hem de gayesiz, sebepsiz, mantıksız, ölçüsüz bir şiddetle dolu kültür ürünleri, nasıl bir gençlik çıkarabilirdi ki ortaya?

Sertlik de hayatın bir parçasıdır. Hak edene, hak ettiği kadar; caydırmak ve terbiye etmek gayesiyle münasip bir sert tedbir uygulanabilir. Günümüzde terbiye gayesiyle, ölçülü ve haklı şiddete karşı olanlar; gayesiz, ölçüsüz ve haksız bir şiddete; sırf anlık duygularla yöneltilmiş şiddete, yeterince karşı durmakta mı?

“Onlar sanal şiddet, gerçek değil ki…” diye önemsemeyenler, gençlerin şuuraltlarında biriken şiddet fotoğraflarının, bir anlık duygu patlamalarında nasıl gerçeğe dönüşebildiğini göremiyorlar mı?

Çare?

Düşünerek yapma, kendini hesaba çekme, otokontrol melekesini geliştirme ve ânî hissî patlamaları da hayırlı adreslere yönlendirme…