DÜNYAYA MI KAPILIYORUM?

Şanlı Mâzîmizden Seçme Nükteler

Handenur YÜKSEL

 

İslâm halîfelerinin ilki olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Fil Vak’ası’ndan üç yıl sonra Mekke’de doğdu. Kureyş’in ileri gelenlerindendi. Sevgili Peygamberimiz’in mânevî boyasıyla boyananların başında geliyordu. Doğruydu, samimiydi, inandığını sonuna kadar savunurdu. Mîrac hâdisesinde;

“Eğer bunları O söylüyorsa, şek ve şüphem yok ki doğrudur.” demiş ve Allah Rasûlü’nden «Sıddîk» pâyesini almıştı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den Medine’ye onunla hicret etti. Üstün insan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, 634 yılında 63 yaşında iken vefat etti.

***

 

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, nefsini hesaba çeker ve öteki âlemde nasıl hesap vereceğini düşünürdü. Dünyaya yöneldiği an, ona; «Dur!» demesini bilenlerdendi. Bir keresinde susamış, dostlarından birazcık su istemişti. Ona, suyun yanında biraz da bal şerbeti ikram ettiler. Tam içecekken birden durduğu ve şerbeti içmeden hıçkırarak ağlamaya başladığı görüldü. Çevresindekiler şaşkınlık içinde sordular:

“Ey Allah Rasûlü’nün halîfesi! Neden bu kadar derinden ağlıyorsunuz?”

Hıçkırıkları boğazında düğümlenmişti. Bir süre bekledikten sonra şöyle konuştu:

Bir gün Allah Rasûlü’nü, eliyle bir şeyi yanından kovuyorken gördüm, ama ben bir şey göremiyordum.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, uzaklaştırmaya çalıştığınız nedir?” diye sordum. Bana şöyle cevap verdi:

“–O, dünyadır Ebûbekir, şekillenip bana göründü; ona;

«–Defol başımdan!» dedim. Bunun üzerine yanımdan uzaklaştı. Ancak, az sonra yeniden geri dönüp;

«–Sen beni yanından uzaklaştırdın, ama Sen’den sonrakiler bunu yapamayacaklar!» dedi.”

İşte ben, şimdi bu olayı hatırladım ve dünyanın kendisini bana kabul ettirdiği korkusuna kapılarak ağladım.

SENİ, ÖNCE GİYDİRMELİ!

18. asrın en büyük şairlerinden Şeyh Gālib, 1758 yılında İstanbul’un Topkapı semti civarında doğdu. Zengin bir Mevlevî kültürüyle yetişti. Türk şiirinin zirvelerinden sayılan dîvânını henüz 24 yaşında iken tamamladı. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk’ı 26 yaşında, -altı ay gibi kısa bir sürede- yazdı. Eserini tamamlamasının ardından Konya’ya gitti. Âsitânede bin günlük çileye soyundu. Çile devresini İstanbul Yenikapı Mevlevîhânesi’nde tamamladı. Sonraki yıllarda Galata (Kule Kapısı) Mevlevîhânesi’ne postnişin oldu. Vefatına kadar, bu hizmete on yıl devam eden Şeyh Gālib, 3 Ocak 1800’de 42 yaşında iken vefat etti.

***

Galata Mevlevîhânesi’nin en parlak dönemini yaşadığı günlerdi. Dergâhın postnişini meşhur Dîvan Şairi Gālib Dede idi. Onun zamanında tekke, bir çeşit imâret vazifesi de görürdü. İstanbul fukarâsı buraya uğramayı âdeta alışkanlık hâline getirmişti.

Bir kış günü, Mevlevîhâne’nin kapısına bir fakir gelerek, Gālib Dede ile görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine efendiye haber verildi; o da;

“Buyursun gelsin!” dedi. Gelen kişi hırpanî kılıklı, solgun yüzlü, garip birisiydi. Ellerini iki yana açtı ve tarîkat ıstılahınca, derviş olmak istediğini anlatmak için şöyle dedi:

“Şeyhim, müsaade et, soyunmaya geldim!”

Şeyh Gālib, adamı tepeden tırnağa iyice süzdükten sonra, dudaklarında gayri ihtiyarî bir tebessüm belirdi; ama ona hissettirmedi. Adamın bedava aşa konup, ense yaparak, kışı tekkede geçirmek istediğini anlamıştı. Gayet ciddî bir tavırla;

“Soyunmak kolay, fakat önce seni giydirmeli.” dedi.

Sonra da el çırparak meydancıyı çağırdı.

“Götür şu cânı. Bir kat elbise alıp, kendisini giydirsinler; sonra da münasibiyle tekkeye yerleştirsinler!”

ÇAYA KANAAT EDİYORUZ!

Osmanlı devlet adamı, eğitimci ve mütefekkir Münif Mehmed Paşa 1830’da Antep’te doğdu. Babası Hoca Abdülhâdî Efendi’dir. Tahsilini Şam’da Emeviyye Medresesi’nde tamamladı. Bâb-ı Âlî Tercüme Odasında Arapça ve Farsça mütercimliği, Berlin Sefâret Başkâtipliği, Tahran Sefirliği, toplam dokuz yıla yakın maârif nâzırlığı yaptı.

6 Şubat 1910’da İstanbul’da vefat etti. Altı lisanı hem konuşur, hem yazardı. Mecmûa-yı Fünûn’un neşri, onun fikir ve kültür alanında yaptığı en önemli hizmetlerden biridir. Osmanlı Devleti’nin 600. yılı münasebetiyle kaleme aldığı «Dâstân-ı Âl-i Osman», isimli manzum eseri dikkat çekicidir. Bu çalışma, Osman Gazi’den Sultan II. Abdülhamid’e kadar 34 padişah dönemindeki önemli hâdiseleri ihtivâ eder.

***

Tanınmış maârif nâzırlarımızdan Münif Mehmed Paşa’nın, Tahran’da sefir olarak bulunduğu günlerdi. Şah tarafından saraya davet edilmişti. Davette, biraz sohbetten sonra çay ikram edildi. O sırada Şah, Münif Paşa’ya dönerek, alaycı bir ifade ile şöyle dedi:

“Sefir Hazretleri, çay üzerine bir şeyler söylemez misiniz?”

Paşa, Şah’ın bu teklifinde, çayı İran vasıtası ile tanıdığımızı îmâ eden kurnazlığı anlamıştı. Kavuğunu düzeltecek kadar düşündükten sonra, hemen oracıkta irticâlen şu kıt‘ayı okuyuverdi:

Ne keşâkeşte kalırdık, o kaşı yây ile biz
Düşmesek hançer-i ebrûsuna ger rây ile biz
Bir zaman Rûm’da dürdâ-keş idik ey sâkî
Şimdi Îran’da kanâat ederiz çây ile biz1

Acem Şâh’ı, bu ince dokundurmadan sonra, herhâlde hem ikram ettiği çaya, hem israf ettiği söze bin pişman olmuştur.2

YARISINI ÖĞRENEBİLDİM!

Son devrin büyük hattatlarından Ahmed Kâmil AKDİK, 1861 yılında İstanbul’un Fındıklı semtinde doğdu. Babası Hacı Süleyman Efendi’dir. Yazıya babasından ders alarak başladı. 1894’te Dîvân-ı Hümâyun mühimme kalemine, ayrıca Hutût-ı Mütenevvî hocalığına tayin edildi. Birçok mushaf-ı şerif, hilye, murakka ve kıt‘a yazdı. Bir ara çalışmalarını Mısır’da sürdürdü. 1941 yılında Eyüp’te vefat eden Akdik’in kabri Bahariye Tepesi Mezarlığı’ndadır.

***

Meşhur tarihçi İbnülemin Mahmud Kemal Bey, Reîsü’l-Hattâtîn (hattatların başkanı) olarak vasıflandırılan A. Kâmil AKDİK’le ilgili olarak şu ifadeleri kullanır:

“O, yazıya çok düşkün ve sanatına fevkalâde âşıktı. Bir gün Nûruosmaniye civarından geçerken kendisine tesadüf ettim. Koynuna soktuğu şeyin düşmemesi veya onu kimsenin görmemesi için, eliyle göğsünü bastırıyor, bir şeye sevinen çocuklar gibi gülümseyerek gidiyordu. Arkasından kovalayanlar varmış gibi kaçarcasına süratle yürüyordu.

Birkaç gün sonra kendisine bu davranışının sebebini sordum. Bedesten bitişiğindeki Eski Sahaflar Çarşısı’nda, Şeyh Hamdullah merhumun bir murakkaını bulup ucuza aldığını, bu hâle son derece sevindiğinden nefsini gülümsemeden men edemediğini söyledi. Bir müfsit, duruma vâkıf olur da; eseri, satan sahafa iade ettirir düşüncesiyle oradan süratle uzaklaştığını anlattı.”

Bir gün Kâmil AKDİK Hoca’ya sordular:

“–Hüsn-i hat ilmini nasıl kazandınız?”

Şu cevabı verdi:

“–Bu fakîr-i âciz, şimdiye kadar aldığım maaşın yarısına yakın bir kısmını «hat sanatı» uğrunda sarf ettiğim ve gecemi gündüzümü cenk ederek geçirdiğim hâlde, hüsn-i hattın ancak yarısını tahsil edebildim!”3

______________________
1 Eğer kendi istediğimizle kaşının hançerine meyletmemiş olsaydık, o yay kaşlı güzel ile biz şimdi ne maceralar yaşıyor olacaktık. Ey sâkî! Bir zamanlar Anadolu’da şarabın âlâsını içiyorduk, şimdi ise İran’da çay ile kanaate mecbur kaldık.
2 İ. Pala, Dîvan Edebiyatında Müstesnâ Güzeller, İstanbul, 1995, s. 77.
3 Güzeli Bulmak, Ahmet EFE, Konya, 1994, s. 19.