Dâhî’nin Âbid ve Âlim Oğlu… ABDULLAH İBN-İ AMR İBN-İ’L-ÂS

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

Hicretten yedi sene evvel dünyaya gelmiş, babasından önce müslüman olma şerefine ermişti. Mekke fethinden evvel babasıyla birlikte hicret ederek son muhâcirler kâfilesine yetişip girmişti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Âs olan ismini değiştirip, ona Abdullah ismini verdiler. Genç Abdullâh’ın tek bir hedefi vardı:

“İsmine lâyık olup, itâat ve kullukta zirveye çıkmak.”

Evvelâ çok kısa bir zaman zarfında hıfzını tamamladı. Her gün hatmettiği Kur’ân’ın feyziyle, Allah korkusuyla sabahlara kadar ağlardı. Gündüzleri oruç tutar, geceleri sabaha kadar namaz kılardı. Mescid onun evi gibi olmuştu. Her fırsatta mescide koşar ve orada günlerce ibâdet ederdi. Âdeta âbid olmak için yaratılmıştı.

Son derece cömert olup, eline geçeni dağıtır ve herkesi memnun etmeye çalışırdı. Sabah namazlarından sonra kesinlikle uyumaz, uyuyanları da uyandırırdı. Bu vakitlerin berekete vesile olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın bu vakitlerde bazı kullarını cennetle mükâfatlandırdığını belirterek ehemmiyetine dikkat çekerdi. Haramlardan son derece sakınır, bu yüzden mubahların çoğunu da terk ederdi.

Abdullah İbn-i Amr -radıyallâhu anhümâ- uzun boylu, yakışıklı bir zât idi. Babası, onu Kureyş’ten güzel ve asil bir kız ile evlendirmişti. Fakat o devamlı ibâdetle vakit geçirdiği için hanımıyla ilgilenememişti.

Bir gün babası, gelinini ziyarete gelerek ona oğlunun ailesine karşı ilgi ve alâkasını sordu. Hanımı;

“Kocam, sûreten ve sîreten erkeklerin en şereflilerinden biridir. Fakat bizi arayıp sorduğu yok!” diyerek şikâyette bulundu. Babası üzülerek Efendimiz’e geldi ve oğlunun durumunu arz etti. Hâdisenin devamını Abdullah İbn-i Amr -radıyallâhu anhümâ-’dan dinleyelim:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, babamı dinledikten sonra beni çağırdılar. Huzûr-i âlîlerine vardığımda beni şu sözlerle îkaz ve irşâd eylediler:

“–Bana senin gündüzleri dâim oruç tuttuğun, geceleri de devamlı namaz kıldığın haber verilmedi mi sanıyorsun? Sen buna güç yetiremezsin. Hem oruç tut, hem iftar et; hem uykunu al, hem ibâdet et! Şüphesiz senin üzerinde vücudunun ve iki gözünün hakkı vardır. Hanımının ve çocuklarının da senin üzerinde hakları vardır. Her aydan üç gün oruç tut; çünkü her iyiliğe on misli ecir ve sevap vardır. Bu ise bütün zamanını oruçlu geçirmek gibidir.”

Ben ise;

“–Anam, babam Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter.” dedim. Rasûlullah Efendimiz;

“–Haftada iki gün (Pazartesi-Perşembe) oruç tutman sana yeter.” buyurdular.

“–Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter.” deyince Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdular:

“–Öyleyse bir gün oruç tut, bir gün tutma; bu Dâvud -aleyhisselâm-’ın orucu olup, oruçların en ölçülü olanı, en fazîletlisidir. Allâh’a en sevimli namaz da Dâvud -aleyhisselâm-’ın namazıdır. Dâvud -aleyhisselâm- gecenin yarısını uyuyarak geçirir, sonra üçte birinde namaz için kalkar, altıda birinde yine uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Düşmanla karşılaştığında kaçmazdı.” buyurdular.

“–Bundan daha fazîletlisine de gücüm yeter.” deyince. Peygamber Efendimiz:

“–Bundan daha fazîletlisi yoktur. Bütün zamanını oruçlu geçirenin orucu yoktur! Çünkü her âbidin, ibâdette feyze daldığı bast anları vardır. Arkasından bunu bir kabz (daralma ve bezginlik) hâli takip eder. O zaman insan ya sünnete doğru gider, ya bid’ate. Bezginlik ânında sünnete doğru giden hidâyete ermiş demektir. Başka bir yola giden ise helâk olur. Ben bazen oruç tutarım, bazen yerim. Hem namaz kılarım, hem uyurum. Zevcelerimle de ilgilenirim. Benim sünnetim budur. Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”

Sonra Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tavsiyelerine devam etti:

“Her gün hatmettiğin Kur’ân’ı da ayda bir kere hatmet!”

“–Fakat bu hususta kendimi daha kuvvetli hissediyorum.” dedim.

“–O hâlde on günde bir kere hatmet!” buyurdular.

“–Fakat ben daha fazla da okuyabilirim.” dedim.

“–O hâlde üç günde bir hatmet, artık bunun üzerine artırma! Şüphesiz ki sen bilmiyorsun, belki ömrün uzun olur! Meşakkate girmen ve böylece usanmandan endişe ediyorum! Sana emrettiğim şeyi yap ve babana da itâat et!” buyurdular.1

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bu hâl üzere ayrıldım. Hayatımın serlevhası kıldığım tavsiyelerini asla terk etmedim. Güçlenip toparlanmak için birkaç gün orucuma ara verir, sonra tutmadığım günleri sayar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verdiğim sözden dönmüş olmamak için, eksik olan günleri kazâ ederdim. Lâkin ihtiyarlığımda, O’nun ruhsatını kabul etmiş olmayı çok arzu ettim. ”2

Sahâbenin Allah Rasûlü’nün tavsiyelerini tutmaktaki hassâsiyetleri, O’na verdikleri söze sadâkatleri böyle tavizsizdi.

Abdullah İbn-i Amr -radıyallâhu anhümâ-, Peygamber Efendimiz’den bizzat işiterek çok ilim öğrenmişti. Yaşının genç olmasına rağmen sahâbe içinde en fazla hadis yazan kimse olarak liste başıydı. Her şeyi yazdığını gören sahâbî efendilerimiz onu, şu sözlerle ikaz etmişlerdi:

“Sen Rasûlullah Efendimiz’in ağzından çıkan her şeyi kaydediyorsun. Ama O da bir beşerdir. Yumuşak olduğu an da olur, öfkeli olduğu an da… Sen ise ayırt etmeksizin her şeyi yazıyorsun.”

Bu ikaz neticesinde tereddüde düşen Hazret-i Abdullah, hemen durumu Allah Rasûlü’ne arz eyledi. Rasûlullah şöyle buyurdular:

“Yaz Abdullah! Canımı kudret elinde tutan yüce Allâh’a yemin ederim ki, bu ağızdan hak ve hayırdan başka bir şey çıkmaz.”3

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vahy-i Kur’ân’la karıştırılabilir endişesiyle hadisleri yazmayı yasakladığı bir dönemde, ona bu konuda böylece özel izin vermişti.

Peygamber Efendimiz devrinde birçok gazâya katılan Abdullah İbn-i Amr -radıyallâhu anhümâ-, İslâm ordusu ne zaman cihad için yola çıksa, şehidlik arzusuyla safların en önünde yer alırdı. Genellikle süvarilerle birlikte hareket eder, piyade olduğunda iki kılıç birden kullanırdı. Bir defasında Allah Rasûlü, gazâya çıkan mücahidlerin teçhizi görevini ona vermişti. Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde henüz 18 yaşındaydı. Yermük Harbi’nde ordunun önünde bayraktarlık yaparak büyük kahramanlıklar göstermişti.4

Malûm fitne hâdiseleri sırasında, babası Arabın Dâhîsi olarak anılan Amr bin el-Âs -radıyallâhu anh- Hazret-i Muâviye tarafındaydı. Oğlunun kendi yanında yer almasını arzu etti. Hazret-i Abdullah, ne kadar arzu etmese de babasının iknâ edici sözleriyle harp etmemek ve eline kılıç almamak şartıyla Sıffin’e doğru yola çıktı. Tek gayesi babasına itâat etmekti…

Hazret-i Ammar da Sıffîn’deydi. Fakat Hazret-i Ali tarafında… Hazret-i Peygamber yıllar önce, Hazret-i Ammar için,

“–Yazık sana ey Ammar! Seni âsî bir topluluk öldürecek!” buyurarak şehâdetini haber vermişti. Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh-’ın bir okla şehid edilmesi üzerine, Abdullah bin Amr bin el-Âs, askerlerin arasına girerek;

“–Ammar öldürüldü mü? Onun katilleri sizsiniz! O halde siz âsî topluluksunuz! Siz sapıklık üzere savaşanlarsınız! ” diye haykırmaya başladı.

Hazreti Abdullah bu talihsiz olaydan sonra fitneden uzak olmak için siyaseti büsbütün terk etti. Ne var ki, sadece Sıffîn’e gitmesi bile onun için devamlı bir sıkıntı sebebi oldu. Bunu hatırladıkça hüzünlenir;

“Bana ne oldu da Sıffîn’e gittim? Bana ne oldu da müslümanlarla savaşa gittim?” diyerek ağlardı.5

Bundan sonra ömrü Allah Rasûlü’nün sözlerini yeni nesillere ulaştırma vazifesini îfâ etme ekseninde geçti. Basra, Hazreti İbn-i Amr -radıyallâhu anhümâ-’nın ilminden en çok istifade eden muhitlerdendi. Bu şehre vali tayin edilenler, onun derslerine koşmayı başlıca vazife biliyorlardı. Ders halkaları son derece genişti. Hadis öğrenmek isteyenler uzak ve yakın diyarlardan gelerek ondan ders okurlardı. Talebeleri, onu son derece sever, ders esnasında birisinin gelip huzuru bozmasını istemezlerdi.

İbrânîce ve Süryânîceyi iyi bilen Hazret-i Abdullah, Tevrat’ı okuyup incelemesi neticesinde oradaki Peygamber Efendimiz’e işaret eden âyetleri bulup göstermişti. Bu âyetlerden birinde Cenâb-ı Hak istikbalde gelecek olan Âhirzaman Nebîsi’ne şöyle hitap etmekteydi:

“Ey Peygamber! Biz Sen’i bir şahid, müjdeleyici, uyarıcı ve şu ümmî cemaate bir zırh, koruyucu bir kale olarak gönderdik. Sen Ben’im kulumsun. Ben, Sen’i «Mütevekkil» olarak isimlendirdim. Sen katı kalpli ve kaba değilsin. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmazsın. Kötülüğe, kötülükle karşılık vermezsin. Fakat affeder, bağışlarsın. Eğri büğrü yollara sapmış kavmi; «Lâ ilâhe illâllah» diyerek doğrultuncaya ve görmeyen gözleri, duymayan kulakları ve kapalı kalpleri açıncaya kadar Allah Sen’in rûhunu kabzetmeyecektir.” 6

Hazret-i Abdullah, en çok hadis bilenler arasında bulunmasına rağmen yedi yüz hadis nakletti. Beklenenden daha az sayıda hadis rivâyet etmesinin sebebi, uzun yıllar Medine’den uzakta yaşamış olmasından ve zamanının büyük bölümünü ibâdetle geçirmesinden kaynaklanmıştı. Bunların dışında, hadislere başka rivâyetlerin karışmaması için çok büyük hassâsiyet gösterdiği de bilinmekteydi. Allah Rasûlü’nün fem-i mübâreklerinden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerifleri dikkatle koruduğu bir sandıkta sakladığı Sahife-i Sâdıka adlı kitabında toplamıştı. Kendisine bir şey sorulduğunda bu hadîs-i şerif mecmûasına bakarak cevap verirdi.

Talebelerinden Ebû Kubeyl rivâyet ediyor:

Hazret-i Abdullâh’ın yanında bulunuyorduk. Ona;

«Hangi şehir daha önce fetholunacaktır? Konstantiniyye mi, Roma mı?» diye soruldu. Hemen bir sandık getirip, içinden Sahife-i Sâdıka’yı çıkardı ve ona bakarak şu cevabı verdi:

“Bir gün Rasûlullâh’ın çevresinde oturmuş sözlerini yazıyorduk. Derken Rasûlullah Efendimiz’e bir soru soruldu:

«Şu iki şehirden hangisi daha evvel fetholunacak; Konstantiniyye mi, Roma mı?»

Allah Rasûlü;

«Önce Herakl’in şehri Konstantiniyye (yani İstanbul) fetholunacaktır.” buyurdular.7

Tâbiîn’in büyüklerinden Mücâhid diyor ki:

“Abdullah İbn-i Amr’ın elinde bulunan kitaplarından hangisine bakmak istesek, mânî olmazdı. Fakat bu hadîs-i şerif mecmûasını okumak istediğimiz zaman, ona son derece îtinâ gösterir ve;

«Ben, bunu bizzat Rasûl-i Ekrem’in mübârek ağzından işiterek topladım. Onu, bütün dünya ve içindekilere değişmem.» derdi.”

Günümüze kadar müstakil olarak gelmeyen Sahife-i Sâdıka’nın büyük bir bölümü Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’inde yer almıştı.

Mübârek ömründen yetmiş iki sene geçtiğinde 684 (h. 65), seccadesi üzerinde, Rabbine niyaz ve hamd hâlindeyken ebediyet âlemine davet edildi. Fustat’ta babasının yaptırdığı Amr İbn-i’l-Âs Câmii’nin yanındaki evine defnedildi. Abbâsîler devrinde câmi genişletilirken 750 (h. 133), ev caminin içinde kaldığından kabir de câmiye dâhil oldu.

Allah şefâatlerine nâil eylesin…

____________________

1 Buhârî, Savm, 55, Nikâh, 89, Teheccüd, 20; Müslim, Savm, 35,192; Nesâî, Sıyâm, 76; İbn-i Hanbel, II, 194, 198.
2 Sahâbe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi, 2,77.
3 Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 158.
4 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gābe, 111, 234.
5 İbn Sa‘d, Tabakât, 111, 252, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 111, 311.
6 Tevrat,Eş’ıya, Islah: 42. Buhârî, tefsir 48/3; büyû 50; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/174; Dârimî, mukaddime 2.
7 Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 176.