ALLÂH’IN HİMAYESİ

İrfan ÖZTÜRK

Ey kardeş!

Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri;

“Ey Peygamber! Temiz olan şeylerden yiyin, güzel işler yapın. Ben, sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim.” (el-Mü’minûn, 51) buyuruyor.

Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz’e gelerek;

“Aman yâ Muhammed! Allâh’ın selâmı var. Ümmetine şu duâya devam etmelerini tavsiye etmeni istiyor:

اَلّهُمَّ ارْزُقْن۪ى طَيِّبًا وَاسْتَعْمِلْن۪ى صَالِحًا

«Allâh’ım beni helâl şeylerle rızıklandır ve beni sâlih amellerle meşgul eyle.»”

Cebrâil aleyhisselâm-, Peygamberimiz’e bu duâya devam edilmesini ısrarla tavsiye ediyor. Çünkü:

a. Lokması helâl olmayanın ameli sâlih olamaz.

b. Allâh’ın himayesinde olmayan kimse; kendi gayretiyle muvaffak olamaz. Haram şeylere tevessül edebilir.

c. Allâh’ın himayesine sığınıp, haramlardan ve şüpheli şeylerden uzak kalmayı isteyen kişiye de Allah sahip çıkar ve onu harama giden yollardan ve sebeplerden korur; haram ve günah işlemesine mânî olur. Kuluna en güzel ikramlarda bulunur.

Haram lokma yemekten kaçınmanın en zor hâllerinden biri de, rızkına haram karıştıran bir kişinin sofrasına davet edilmektir. Eğer mâsiyet işleyen, haram-helâl seçmeyen ve bundan da utanmayan bir kişiyse, böyle bir daveti reddetmek karşı tarafı incitmeyecektir.

Ya daveti kabul ettikten sonra, ev sahibinin kazancına haram karıştıran biri olduğu öğrenilirse!.. 1988 senesinin Ramazân’ında böyle enteresan bir hâdiseyle karşılaşmıştım. Kardeşin birisi iftara çağırdı, kabul ettik. İftara bir saat kala eve vardık. Misafir odasına geçtik. Ev sahibi dışarı çıktı. Bir müddet odada yalnız kaldım. Odanın görünen yerinde bir dolap vardı. Tam oturduğum yerin karşısında idi. Misafirlikte gözlere hâkim olmak lâzım, tecessüs de câiz değildi; ama gözlerim dolaba ilişti.

O da ne!

Kendime ve gözlerime inanamadım, hayretler içinde kaldım. Çünkü dolapta bâriz bir şekilde görünecek bir tarzda konulmuş votka şişeleri vardı. Çok şaşırdım:

“Allâh’ım, ben buraya nasıl geldim? Buradan nasıl kurtulacağım? Yâ Rabbî! Sahibim Sen, koruyanım Sen’sin…” diye Allah Teâlâ’ya sığındım. Ev sahibi odaya girdi. Bendeki rahatsızlığı yüz hatlarımdan anlamış olacak ki;

“–Hayrola hocam, rahatsız mısınız?” diye sordu.

“–Hayır, rahatsız değilim, hasta da değilim.” dedim. Karşıma oturdu. Akşama bir saat vardı.

Dolaptaki votka şişelerini göstererek sordum:

“–Hacı Abi (aslında hacı filân değildi) bunlar ne?”

“–Hocam, kusura bakmayın. Bizim hanım içmeden duramıyor.” demez mi?

Ben de;

“–Hacı Abi, siz de kusura bakmayın. Ben, iftarımı sizin evde açamayacağım.” deyip evden müsaade alarak çıkıp câmiye gittim. Arkamdan bakakalmıştı. Kaçarcasına uzaklaşıyor, bir yandan Allâh’a hamd ü senâ ediyordum. Allah Teâlâ, haram ve şüpheli şeylerden uzak, takvâlı bir hayat yaşamayı hepimize nasip eylesin…

Yurt dışında başıma gelen bir hâdisede ise, çıkıp gitme imkânım yoktu. Ey kardeş, bu canlı hâtıramı dikkatle oku ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine sığınanı nasıl koruduğunu gör ve bundan hisse al. Ömür boyu bütün sıkıntılara karşı Rabb-i Rahîmimiz’e sığınıp kurtulmayı öğren.

Takrîben on beş sene önce bir Avrupa seyahatinde idim. O seyahatte üç haftaya yakın Avrupa’daki gurbetçi kardeşlerimizle beraber olduk. Her gece bir kardeşimizin evinde sohbet ediyor, gecesinde de o evde misafir oluyorduk. Gündüzleri de işte olmayan kardeşlerin evlerini ziyaret ederdik. Günde en az, beş-altı sohbet yapılırdı.

Ziyaretimiz Âşûrâ yani Muharrem ayının onuncu gününe tesadüf etmişti. Bazı arkadaşlarla oruçlu idik. Sohbetin konusu; Âşûrâ gününün fazîleti idi. Sohbetten sonra sohbette olan kardeşlerin tamamı oruca niyet edince, içlerinden birisi de;

“Mademki hepimiz oruç tutmaya Allah için niyetlendik. Allah için, tutacağımız bu orucun iftarına da yarın akşam hepinizi davet ediyorum. Buyurun!” dedi.

Oruç tutmaya niyet edenler tebrike şâyandı. Ama esas tebrik ve takdire şâyan olacak kişi, arkadaşlarıyla oruçlu olmakla beraber; bu kadar kişiyi Allah için iftara davet eden kardeş olmalı idi. Kendisine teşekkür ederek, tebrik ve takdirlerimizi bildirdik.

Ertesi gün, ikindi namazına bahsi geçen yerdeki câmiye gidip namazdan sonra eve gitmek üzere yola koyulduk. Ev, câmiye yakın olduğu için arabaları kullanmadık.

Biraz yürüdükten sonra arkamdan gelen bir kardeş telâşlı bir şekilde elimden tutup kenara çekti. Kimsenin dikkatini çekmeyecek şekilde sessizce kulağıma eğilerek;

“Muhterem hocam! Hepimiz oruçluyuz, iftar etmeye gidiyoruz ama iftara gittiğimiz evin sahibi zaman zaman kumar oynuyor.” dedi.

Bir anda beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Vücuduma tepeden-tırnağa kadar sıcak su dökülmüş gibi oldum.

Gerçi önceden;

“Bu ev sahibi iftara çağırıyor, iftarını kabul edelim mi? Helâl-haram hassâsiyeti nasıldır? Fâiz ve haram şeylerle iştigal ediyor mu? Kazancı helâl midir?..” diye onu iyi tanıyan bir kardeşe sormuştum.

“Gidilebilir, iyidir.” diye bilet vermişti. Şimdi bu kardeş yalan mı söylüyordu, neden yalan söylesindi?

Şimdi ne yapmalıydım? Buna rağmen bu eve gidip nasıl iftar edecektik? Bu olamazdı. Gitmezsek; her şey hazırlanmış, söz verilmiş… büyük bir fitneye sebep olabilirdik. Bir anlık mesele… Nasıl karar vermeli idim? Kime, neyi, nasıl izah edebilirdim?

İşin içinden çıkılabilecek gibi değildi.

“Allâh’ım şu an benim yapacak hiçbir şeyim kalmadı. Sana dehâlet ediyorum. Kulunu nasıl koruyacaksan koru!” diye niyaz ederek, hiç kimseye belli etmeden yola devam ettik.
Ancak gönlümde öyle bir hâl oluştu ki, tarifi mümkün değildi.

“Yâ Rabbî! Bu yemeği yemekten beni koruyacaksın, bunda şüphem yok. Ama nasıl ve niceliğini bilemiyorum.” diye tefekküre daldım.

Nihayet eve varıldı. Buyur ettikleri odaya geçtik. Bir saati aşkın bir sohbetten sonra, sofralar kuruldu. Yemekler; tepsiler, tencerelerle sofranın yanına kondu. Evin hanımı kızımız neler neler hazırlamış. Hattâ bir-iki gün önce başka bir kardeşimizin evinde yediğimiz bir yemeği beğendiğimiz için; «Hocam bu yemeği seviyormuş.» diye özene bezene o yemekten yapmış. Allah, kendisinden râzı olsun.

Kaderin cilvesi, bazen böyle oluyor. Kadın melek; erkekse mânâ ve fazîletten habersiz, gafilin biri…

Bu da bir imtihan. Allah böylelerine hidâyet versin.

Evet; sofra hazırlanmış, sohbet bitmiş, iftara beş dakika kalmıştı. Ben ise;

“Yâ Rabbi! Ben Sana dehâlet ettim, Sana sığındım. Bu yemeği bana yedirmeyeceksin, buna inancım tam ama nasıl olacağını bilemiyorum. Beş dakika kaldı, sofraya oturacağız…” derken ev sahibi;

“Buyurun hocam!” deyip sofraya çağırdı. Oturduğum koltuktan kalkıp, sofraya oturmaya azmettiğimde birden boğazıma bir kramp girdi, yere yığıldım. Herkes;

“Hocam, ne oldu?” diyerek başıma üşüştüler. Ben, kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi hastahânede buldum.

Doktor başımda, arkadaşlardan bazıları da yanımdalar. Kalp krizi teşhisiyle yapılması gereken her şey yapılmış. Doktor dalgın ve düşünceli idi. Ben ise ağlıyordum. Çünkü bende bir şey yoktu. Bu, Rabbim’in bana belâ şeklinde verilmiş bir nimeti idi. Doktor incelemelerini tamamladı ve;

“Hocam, sende herhangi bir şey yok. Gayet iyisiniz, herhangi bir ilâç dahî vermeyeceğim.” dedi.

Yattığım yerden kalktım. Elbiselerimi giyinip arkadaşlarla beraber doktora teşekkür ederek ayrıldık. Suriyeli müslüman bir doktordu. Allah kendisinden râzı olsun.

Arkadaşlar; «Geçmiş olsun!» diyerek hastahâneden neşeli bir şekilde çıkıyorlardı. Ben ise üzüntülü idim. Çünkü doktorun;

“Hocam; sende hiçbir şey yok, sen hasta değilsin. İlâç bile vermeyeceğim.” dediğini arkadaşlar biliyorlardı ve biz yine aynı eve gidiyorduk. Gidince aynı yemeklerden yeme durumunda kalacaktım. Bu üzüntü ile hastahâne çıkış kapısına doğru yürürken, doktor beyin arkamızdan koşar adımlarla bize doğru geldiğini gördük. Yaklaştı ve;

“Hocam, sizde bir şey yok ama her ihtimale karşı yarın sabaha kadar hiçbir şey yemeyecek ve içmeyeceksiniz.” dedi.

“Ey kendisine sığınanı, kendine yakışır şekilde koruyan Allâh’ım! Sana nasıl şükretmeyeyim? Elhamdü lillâhi alâ külli hâl…”

Arkadaşlarla eve geldik. Bize yemek teklifi yaptılar, fakat doktorun tembihini hatırlatarak yemek yiyemeyeceğimizi arz ettik. Bir saate yakın bir sohbetten sonra başka bir kardeşin evinde kalmak üzere hiç kimseden incinmeden, kimseyi de incitmeden Allâh’ın izni ve yardımıyla oradan ayrıldık. Bu, hayatımda hiç unutamadığım bir hâdisedir.

Cenâb-ı Hak, ömür boyu haram ve şüpheli şeylere karşı gereken hassâsiyeti göstererek takvâlı bir hayat yaşamayı nasip eylesin…

Amel et azîmetle,
Tercih etme ruhsatı.
Sözümü iyi anla,
Kaçırma bu fırsatı!

(Gülzâr-ı İrfan)