«SEVGİ KORKULU ŞEY…»

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

“Ben Allâh’ı seviyorum. O kadar korkuttukları Allâh’ı… Doğru… Sevgi korkulu şey… Ben korkudan titreye titreye Allâh’ı seviyorum.” (Aynadaki Yalan, s. 72)

Necip Fazıl, romanda ölümcül hastalığının verdiği rikkatle ermişleşen köylü kızı Hatçe’yi böyle konuşturur.

İbrahim Edhem piyesinde ise, evlâdını kaybeden ve isyana düşeyazan balıkçının;

“Ben Allah’tan korkmak istemiyorum, O’nu sevmek istiyorum!” şeklindeki sözlerine karşı, büyük velîye şöyle cevap verdirir:

“Hem sev, hem kork! Sevdiğin kadar kork, korktuğun kadar sev! Âlemde sevgiden büyük korku mu olur?.. Asıl sevilenden korkulur!”

Korku duygusuyla çocukluğundan itibaren farklı bir seviyede boğuşan Necip Fazıl, Allâh’ı sevmek ile O’ndan korkmak arasındaki taâruzu yani görünürdeki çelişkiyi teşhis etmiş, eserlerinde bu problemi çözmeyi gaye edinmiştir.

Aynı hakikati şiir diliyle de şöyle söyleyecektir:

Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde,
Allah’tan nasıl korkmaz, insan O’nu sever de?

Necip Fazıl’ın, aşk ve muhabbetin, korkuyla peçelenmesiyle neyi kastettiğini anlamamız için şu kıssa yardımımıza yetişebilir:

Dârulfünun İlâhiyat Fakültesinde tasavvuf dersinden bir imtihan sahnesi… Hoca, bir Mevlevî şeyhi… Mümeyyiz de, Nakşî şeyhi Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri…

Hoca, talebesine soruyor:

“–Tarîkatler arasında, ayırt edici husûsiyetler nelerdir?”

“–Mevlevîlerde aşk ve muhabbet, Kādirîlerde hârikulâdelik izhârı, Nakşibendîlerde zühd ve takvâ…”

“–Sen bunlardan birini seçmek vaziyetinde olsan hangisine gönlün kayardı?”

Talebe, hocası Mevlevî şeyhine bakıp biraz da ona cemîle göstermek istercesine cevap veriyor;

“–Tabiî Mevlevîlik efendim, aşk ve muhabbete her şey dâhildir.”

Abdülhakîm Efendi’nin notu:

“–Aferin oğlum!”

İmtihandan sonra Mevlevî şeyhi, soruyor:

“–Çocuk, Mevlevîliği sizin tarîkatinize tercih ettiği hâlde ona aferin buyurdunuz. Sebebini izhar eder misiniz?”

“–Çocuk doğru söyledi. Aşk ve muhabbete her şey dâhildir. Fakat Nakşîliğin zâhirindeki zühd ve takvâ; en ileri aşk ve muhabbeti örtmek, peçelemek içindir. Tabiî bu kadarını göremezdi.”

“İşte, Allah Rasûlü’nün, zühd ve takvâ, edep ve haşyet perdesi gerisinde saklı sevgi keyfiyeti ve işte Allah Sevgisinin de en üstün tecellisi!..

Aşk ve haşyet, güneşle aksi gibi… Öyleyse kimsenin Rahmân’a aşkı, O’nunki kadar derin ve kimsenin Kahhar’dan korkusu O’nunki kadar kesin olamaz.” (Çöle İnen Nur, s. 409)

Takvâ ve haşyet… Biri Allah’tan korkmanın, O’nun emir ve yasaklarına tam bir itâat şeklinde gözetilmesi yönüyle «sakınma»; diğeri, heybetli azamet tecellîleri karşısında «ürperme» şeklinde iki boyutu…

Necip Fazıl’ın bu mevzuu bu denli derin işlemesinin arkasında, Allah sevgisini, O’ndan korkma(ma)ya peçe; O’na rağmen bir hayat yaşamaya kılıf edinenlere karşı bir tariz de vardır. Bunu nesirle daha açıkça da ifade edecektir:

“Bazıları; «Ben Allâh’ı severim; O’ndan korkmam!» der. Bilmez ki; korku, sevginin ta merkezine yerleştirilmiştir. Sevgi korkunçtur. Dağın tepesini seven; uçurumdan nasıl korkmaz!..” (Vecdimin Penceresinden)

Demek ki korku-sevgi açmazına düşme meselesinin iki yönü var:

1. Hakikatte aşkın, sevginin, muhabbetin merkezi olan, fakat adâleti ve azameti gereği kahrı ve cezası da olan Mevlâmız’ı sadece korkunç bir tarzda anlatmanın yanlışlığı… Necip Fazıl’ın, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’ne ait olduğunu belirttiği ifadesiyle; «kaba softa ham yobaz» davranışı… Allah sevgisini yok edecek derecede korku üzerinde duruş…

2. Hakikatte sevgi Allah’tan korkmayı icap ettirdiği hâlde, en zayıf Allah korkusuna sahip bir vicdanın yapamayacağı işler yapıp da; «Allâh’ı seviyorum», deme kalpazanlığı… Ehl-i dünyânın siperi…

Birinci gruba Necip Fazıl, en az ikincisi kadar öfkelidir. Hâtıraları arasında yobazlık timsâli olarak zikrettiği bir şahıs; her zaman yaptığı gibi, ipe-sapa gelmez, hakikatten uzak bir nakille, meclisteki zaten mâneviyattan habersiz kişileri irkiltince ona şöyle çıkışır:

“Biz burada ve her yerde, günümüzün buz döşediği sıcak îman nefesini üflemeye çalışırken, sizin ve benzerlerinizin buza buz katan soğutuculuğunuz, acaba îmâna mı, küfre mi hizmettir? Soğutmamak, ısındırmak, zorlaştırmamak, kolaylaştırmak, korkutmamak, müjdelemek emrini veren hadîsi de mi bilmiyorsunuz?” (Bâbıâlî, s. 272)

Necip Fâzıl, aynı hadîsten «tüten hikmeti benimseyebilme»nin, «doğru yolun dosdoğru çizgisini hiçbir noktada kırmadan sonsuzluğa kadar götürmek» demek olacağını ifade eder:

“Soğutma yerine ısındırma, zorlaştırma yerine kolaylaştırma, korkutma yerine müjdeleme, çirkinleştirme yerine güzelleştirme mükellefiyeti. Aşk, rahmet ve bediî (estetik) kıymeti…” (Doğru Yolun Sapık Kolları)

Necip Fazıl, Esselâm adlı eserinde bu hadîsi şöyle nazmetmiştir:

Kolaylığı gösterin, zorlukla korkutmayın!
Müjdeleyin, şevk verin, zevk verin, soğutmayın!

Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü’nde, hayalindeki vaizin vasıflarını da bu hadisten alır:

“Bizim vaiz tipimiz; her noktasından, korkutmak yerine sevindirmek, zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak, soğutmak yerine müjdelemek, acılaştırmak yerine tatlılaştırmak emri tüten mukaddes hadîsin imtisalcileridir; ve çepeçevre kuşatıcı, bağlayıcı, mıhlayıcı ve bir daha bırakmayıcı birer diyalektika ustasıdır.”

Bu hadîs-i şerifte dile getirilen korkutmamak prensibini doğru anlamak gerekir. Kur’ân’ın kıyâmet, azap, cehennem üzerine onca âyeti, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in inkâr, nifak ve gaflet ehline «nezîr» uyarıcı, korkutucu olarak gönderilmiş olma keyfiyeti, bu prensibin özüne muhâlif değildir.

Korkutmamak, nefse en korkunç görünen bir fedâkârlığı da sevdirerek kazandırabilme mahâretidir. Aksi hâlde, cehennem uçurumlarına doğru giden bir şahsı «korkutmamak» kadar büyük bir insafsızlık düşünülemez.

Yobazların korkutuculuğu, dînin özünde olmayan şeyleri de dîne isnad etmek… Hurâfeler ve umacılıklarla genç dimağlara dîni karanlık göstermek, Allâh’ın gazabını geçen merhamet sıfatını hiç hatıra getirmeksizin, sürekli kahır anlatıcılığı yapmaktır. Korkutucu yobaz, ikiyüzlüdür, nefsine değil başkasına tahakkümcüdür. Hâlbuki ferdî ve sırrî olarak, en hassas ölçülerde Allah’tan korkmak övülecek bir kıvamdır.

İkinci gruba, Allah’tan korkmamak nâmına O’nu sevme iddiasındakilere ise bir başka eserde yine veryansın ediyor:

“Günümüzün hezeyanlarından biri:

«Allah’tan korkulmaz; Allah sevilir.»

Bunu söyleyenler o ahmaklardır ki, aşkın bizzat korkulu bir şey olduğunu ve sevilenden bir o kadar korkulduğunu bilmezler, sezmezler. Sezebilselerdi ödleri patlardı. Bahsettikleri korku da Allâh’a karşı duyulması gereken korku değil, kaba ve insanî ceberûta duydukları zorakî his… Hiçbir inceliği anlamalarına imkân yok.” (Çöle İnen Nur, s. 408-409)

Bu tenkitte, bir nokta daha ekleniyor teşhis ve tespite: Bunların korku dediği şey, zorbalığa karşı beslenen bir nevî ürküntü, nefretten ibaret…

Korku üzerinde yapılan bu tahlil ve tefrik mühim… Allah’tan korkmak; netice verici, koruyucu, yapıcı bir korkudur. Ölümden, kıyâmetten korkmak; ona hazırlanmaya sevk ederse, müsbet bir histir. Zayıf almak, sınıfta kalmak, rezil olmak korkusu insanı gayrete getirir. Hastalanma korkusu temiz ve sağlıklı yapar. «Can havli» terkibindeki «hevl» de korku demektir ve canını kaybetme korkusu esnasında ortaya çıkan muazzam enerjiyi ifade eder.

Aksi hâlde bu korku, sâir mahlûkatın da duyduğu süflî bir histen ibaret kalır:

Köpek korkusuyla korktum ölümden,
Ölmeden ölmeyi anlayamadım.
Ne güneşler doğup battı üstümden;
Bir günü bir güne bağlayamadım. (Necip Fazıl)

Müsbet ve menfî ayırımına girmişken, menfî korkulardan biri de, Kur’ân tabiriyle; «ayıplayanın ayıplamasından korkmak»tır. Bunun acı ve çarpıcı bir levhası:

“Her şeye rağmen Hâşimoğulları’nın asil üstü asil kanı, Ebû Tâlib’de istikametini bulamamış bir hârikulâdelikle tecellî ederken, bu kadar yakına geldikten sonra yine uçurum…

“–Ölümden korktu demeyecek olsalardı…”

diye düşünen asil Arap, o anda asıl Allah korkusunu hesap edemiyor ve hâlâ;

“–Seni sevindirmek için müslüman olurdum!” diye de, dâvâyı şahsî hatır ve fedâkârlık kadrosunda görüyor.

Ulviyet ve dalâletin, birbiri içinde çizdiği görülmemiş tezat levhası…” (Çöle İnen Nur, s. 184)

Menfî korkulardan biri de, doğru davranışın tercihi hâlinde menfaatin elden gideceği korkusudur. Bunların en sûret-i haktan görüneni hakkında Necip Fazıl şöyle bedduâ etmekten kendini alamaz:

“Allah; bütün hâneleri, içindeki bütün evlât ve iyâliyle beraber gerçekten vîrân eden;

«Vîrân olası hânede evlâd ü iyal var!» korkusunun belâsını versin!” (İdeolocya Örgüsü)

Cenâb-ı Hak’tan korkma konusunda; «irkilme, ürkme, nefret etme» mânâları aslında hükümsüzdür. Çünkü insan, ürküntü verici bir şeyden nefret edip kaçabilir; fakat varlığından, varlığının her lâhza devamına kadar her şeyini borçlu olduğu Rabbinden hangi hakla ve ne yüzle nefret edebilir? Kaçsa nereye kaçabilir?

Öyleyse Allah’tan korkmamak, aslında utanmazlıktır, küstahlıktır, nankörlüktür. Onun korkusu ve kaçışı kendi benliğindendir. Sorumluluktandır. Suçundandır. Cezasındandır.

Dağlar, taşlar, insanın; «mukaddes hamalı» olduğu yükten korkmuş ve kaçmıştır. Fakat insan, eğer sözde insan değilse, bundan kaçamaz:

Bu yük Sen’den Allâh’ım, çekeceğim, nâçârım!
Sen’den Sana sığınır, Sen’den Sana kaçarım!

(Necip Fazıl)

Sığınmak… Beşerî korkulardaki, Allâh’a yönlendirme hikmeti…

«Mukaddes yük» hem korku hem ümit kaynağıdır. Bu kutsî vazifeyi kendisine lutfettiği için Rabbini seven insan, nankörlük sayılacak en ufak bir tökezleme adına da korku içindedir:

Bir kalbim var ki benim, sevdiğinden burkulur:
Kahredenden ziyâde, sevilenden korkulur…

(Necip Fazıl)

Muhabbetullah ile birlikte Allah korkusu, bütün diğer korkulardan ve arzulardan âzâd edici bir müjdedir aynı zamanda.

“Aşk, aşk… Aşk selâhiyettir, aşk mülkiyettir, aşk hâkimiyettir. Onun içindir ki, gerçek âşık ne cehennem korkusuyla titrer, ne cennet iştiyâkıyla yırtınır. O yalnız Allâh’ın likāsına (yüzüne) ve rızâsına bakar.” (Vecdimin Penceresinden)

Allah korkusunun âzâd ettiği korkular… İşte gerçekten korkulacak menfî korkular bunlardır. Necip Fazıl, felsefî/nazarî bir çizgide belirler bu korkunun hatlarını:

Ölüm korkusu değil, yokluk korkusu…

Fânîlik acısı…

Üstâdın diliyle:

Ne acı, kaybetmek için sahiplik!
Ölümlüyü sevmek, ne korkulu iş!..

Necip Fazıl’ın «Çile»si, işte bu yokluk korkusunda geçirdiği hafakanlar ve buhranlar neticesinde «mutlak hakikati aramak» olmuştu.

Hak aşkına dünyâda, düstur korku ve hüzün,
Hak dostuna ukbâda, yoktur korku ve hüzün… (Tâlî)

Necip Fazıl’ın nazmettiği Allah korkusuyla ilgili hadîs-i şeriflerle yazımıza son verelim:

«Hikmetin başıdır Allah korkusu…»
Allah korkusundan, vicdan burgusu…

«Yeter Allah’tan korkmak, eğer gaye ilimse;
Ve câhil kalmak için, yeter güvenmek nefse!..»