İz Bırakan Bir Şahsiyet NECİP FAZIL KISAKÜREK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Cemiyette; içtimâî hayatı mecrâından kaydırmaya çalışan cereyanlara isyan eden, âdeta tek kişilik bir ordu gayretiyle canını dişine takıp, buna karşı duran mümtaz şahsiyetler vardır. Bunların yorulmaz çırpınışları, kendi kabuğuna çekilmiş ruhları tutuşturur; gönülleri heyecanla dalgalandırır. Bu hasbî gayretlerin semeresi olarak; nesiller, onların işaretlerine göre kendilerini ayarlama, yönlerini tayin etme imkânı bulurlar. İhtişamlı bir devrin muhteşem şairi Bâkî’nin, bırakılan izlerin keyfiyeti ile ilgili şu terennümü meşhurdur:

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal,
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.

Fertlerin ve nesillerin rûhunu doyuran, onları içtimâî bünyede esen tehlikeli kasırgalara karşı îkaz eden, göğsünü siper ederek kol-kanat geren çilekeş, fedâkâr, ferâgat sahibi şahsiyetler unutulmaz; hayırla yâd edilirler. Milletin teveccühüne mazhar olan bu bahtiyar şahsiyetlerden biri de, lâyık olduğu veçhile «Üstad» unvânı ile anılan şair, yazar, fikir ve hareket adamı merhum Necip Fazıl KISAKÜREK’tir.

1904’te İstanbul’da doğan Necip Fazıl, 1915’te girdiği Bahriye Mektebi’nde ilk şiirlerini yazarak, «şair» lakabıyla anılmaya başladı. 1921’de Dârulfünûn’un felsefe bölümüne girdiği yıllarda, dergilerde ilk şiirleri neşredildi. 1924’te Maarif Vekâleti tarafından tahsil için Paris’e gönderildi. Burada yaşanan «bohem» hayatının etkisi, başlangıçtaki şiirlerinde görülmektedir.

1928’de neşredilen «Kaldırımlar» isimli şiir kitabı ile şairliği sanat çevrelerince kabul gördü.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim,
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

diye gecelerdeki yalnızlığını fevkalâde sanatkârâne bir üslûpla terennüm ettiği bu şiirine atfen, «Kaldırımlar Şairi» diye anılmaya başlandı.

“Bu ilk şiirlerinde koyu ferdiyetçilik ve derbeder (bohem) bir yaşayışın izleri görülür. 1934’e kadar eserlerine, sanatına hâkim olan bu durumu, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvâsî’yi tanıyıncaya kadar devam etti. Bu olay Necip Fazıl’ın şahsiyetine, fikrine, dünya görüşüne büyük etki yaptı. Âdeta her şeyiyle yeniden doğdu. Bu devreden sonra yazar, kendi tabiriyle fildişi kulesinden iner; memleketine, insanlarına karşı sorumluluk duyan «müslüman bir sanatkâr ve münevver» hüviyeti kazanır.” Üstad hayatındaki bu dönüm noktasını, geçmişe dönük rûhunu yakan pişmanlığını şöyle ifade eder:

Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…

1941 yılından sonra şair ve yazarlığına ilâveten basın dünyasına da girmesiyle beraber, muârızlarıyla bir mücadeleye de atılmış oldu.

Necip Fazıl bundan sonra edebiyatın her dalında yazarak, yüzün üzerinde eser verir. 1943’te çıkıp, 1978’e kadar fâsılalarla devam eden «Büyük Doğu» dergisi, bir mektep hâline gelmiş, Türkiye’nin fikir hayatında çok önemli bir yer tutmuştur.

“Necip Fazıl 1935’e kadar daha ziyade ferdî, beşerî duyguları, kendi iç sıkıntılarını, buhranlarını dile getirir. «Sanat, sanat içindir.» görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır. Yalnız şiirle meşgul olur. 1935 yılından sonra şairliğinin yanı sıra, daha çok nesir eserler verir. Bunlar tezli eserlerdir. Ya; «Mutlak hakikat» dediği tezini işler, yahut bu uğurda çektiği acıları, zorlukları anlatır. Yazar artık; «Sanat, Allah içindir.» görüşündedir. Konu ve temalardaki bu değişiklik, daha önce kendini şair olarak göklere çıkaran sanat çevrelerinin ve üst kademenin Necip Fazıl’dan uzaklaşmasına ve onu «sâbık şair» ilân etmesine sebep olur. (…) İnsanın kâinattaki yeri, iç âleminin gizli duygu ve ihtirasları, madde ve ruh problemleri, mânevî duyuşlar… şiirlerindeki başlıca temalardır. Öfkeli, polemikçi, tenkitçi bir zekânın fantezi yükleri ve şaşırtıcı nükte buluşları, nesrinin başlıca özelliğidir.” 2

O bir muzdariptir… Nesillerin köklerinden koparılıp yabancı fikirlerle beyinlerinin doldurulması gayretlerinden duyduğu ıstıraptır; eserlerinden yansıyan öfkenin ve feverânın sebebi. Mahkeme mahkeme dolaşma ve yıllarını hapishânelerde geçirme pahasına, dâvâsından taviz vermeden, tutturduğu istikametten sapmadan yürümesi; insanını «ruh kökü»nden haberdar edebilme sevdasındandır. Kendisini dâvâsına adamadan önceki çizgisini devam ettirseydi; mevkii adliye koridorları yerine, imtiyazlı bir zümrenin salonları olurdu. Ama ne gam; uğrunda katlandığı mihnetler karşılığında, milleti gönlünü açarak en büyük mükâfâtı verdi ona.

Necip Fazıl şiire başlamasıyla ilgili, içli bir hâtırasını şöyle anlatıyor:

“Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır: Annem hastahânedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp:

«Senin şair olmanı ne kadar isterdim!» dedi. Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi… Gözlerim, hastahâne odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: «Şair olacağım!» ve oldum.”2

“Necip Fazıl’ın son düşüncesine göre şiir, ulvî ve felsefî din duygusu ile sıkı sıkıya ilgilidir. Şair, Allâh’ın mahrem ülkesi olan bilinmez âlemin derbeder seyyahıdır. Kısakürek; din, Allah ve Peygamber’le haşır-neşir bu son hükümlerine, uzun bir çile ve birçok hazırlanışın sonunda ulaşmış bulunmaktadır.

1962’de bütün şiirlerinden, son görüşlerine uygun bir seçme yaparak yayınladığı Çile’nin önsözüne şunları da eklemiştir:

“Bundan evvelki üç eserim (o vakitler Allâh’a bağlılığım belli olmadığı için göklere çıkarıldım) küçük ve kifâyetsiz davranışlardı. Şimdi eskilerden birçoğunu atmak, onlarla bağımı koparmak isteyerek diyorum ki:

«Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin. Bu kitaba gelinceye dek, başka hiçbir şiir, bana, adıma, rûhuma mâl edilemez.» Bu son şiirlerin ekseni olan görüşü ise şöyle belirtiyor:

«Ben şiiri, her türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya kendi zat gayesine; (sanat için, sanat), fakat kendi zât gayesi ile de Allâh’a ve Allah dâvâsının topluluğuna (cemiyet için, sanat) bağlı kabul etmişim.”3

Kendisini tanıyanların zihnî yapısı itibarıyla bir dehâ olduğu hususunda birleştikleri merhum Üstâd’ın, âdeta kabına sığmayan taşkın ruh hâli sebebiyle, gururlu göründüğü de ifade edilir. Çünkü o, bir nevî dengini bulamama yalnızlığı yaşamaktadır. Ali Ulvi KURUCU Hocaefendi onunla ilgili bir hâtırayı şöyle nakleder:

“Bekir BERK ile Nurettin TOPÇU, Necip Fazıl’ı Büyük Doğu dergisi idarehânesinde ziyarete giderler. Onları, belden yukarısı çıplak olan «Üstad» memnuniyetle karşılar. Nurettin TOPÇU’ya;

«–Millete Mâl Olmayan İnkılâplar diye bir serî makale yazacaksınız. Sizden bunu bekliyorum.» der. Onun;

«–Şu anda okulda fevkalâde meşgul durumda olduğunu; fakat yeni yazdığı Türkiye’nin Maarif Dâvâsı adlı kitabını neşretmek için verebileceğini…» söylemesi üzerine de, kahırla şöyle sitem eder:

«–Şu hâle bak! Talihsiziz, talihsiz! En samimî insanlarımız bile korkuyor. Bu yol çileli, yol çileli, dikenli… Kimse diken üzerinde yürümeye râzı olmuyor.»

Üstâd’ın kahve getirmek için odadan çıkması üzerine, Nurettin TOPÇU gülümseyerek şu tahlili yapar:

«–Asla gücenmem. Fakat şu anda Allâh’ın nâmütenâhî kudretine hayranım ki; bu bozuk makinede, bu dehâyı nasıl saklıyor?» Tekrar içeri giren Necip Fazıl, hiçbir şey olmamış gibi kahveleri içerken;

«–Benim ne çileli bir insan olduğumu anlayın. Telefon ettiler; ‘Çamaşırlarınız yıkandı geliyor.’ dediler; hâlâ gelmedi. Bakın yanınızda böyle oturuyorum.» der. Nurettin Bey’in;

«–Efendim, pehlivanlar böyle olur. Güreş minderinde fanila giyilmez.» demesi üzerine, kendine mahsus gülüşüyle gülerek;

«–Kitabı kim getirecek?» der.”4

Necip Fazıl, dâvâsında; tıpkı Mehmed Âkif gibi yorulmayan, yılmayan, sarsılmayan, tâvizsiz bir îmâna ve azme sahiptir. Unutturulmak istenen, farkında olunmayan ulvî değerlerini tekrar hatırlayıp sahip çıkan, «ruh köküne» bağlı «Büyük Doğu» neslinin yetişmesi için her çileye râzı olmuştur. O, yolunu kesen zindanları tevekkülle karşılar:

Ses demir, su demir ve ekmek demir…
İstersen demirde muhâli kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir…
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allâh’a açık.

Ancak, mücadelesinde sâbit-kadem olan Üstâd’ın gönlünde;

Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

şeklinde ifadesini bulduğu üzere, gayesine ulaşmaktan da en küçük bir şüphesi yoktur.

Ülkeden kaçan bir şair vardır;

“O da, Necip Fazıl da bu ülkenin şairleridir.” denir zaman zaman;

“Her iki uçtan da birer örnek göstererek, bütün değerlere sahip çıkmak” düşüncesiyle… Ancak, bir kaide vardır;

«Aynı cinsten olmayanların yekûnu yapılmaz!»

Velev ki;

“Her ikisinin tuttuğu yol da kendilerinin dâvâsıdır.” dense bile, Necip Fazıl vatanında her türlü çileye göğüs gererek, milletinin değerlerini baş tâcı ederek onun gönlüne yerleşmiş; öbürü ise, maşa gibi kullanılacağı ülkeye sığınarak, ancak bir avuç kişinin gözdesi olabilmiştir. Üstad; sesleri çok gür çıkan bu gibi kesimleri telmîhen, o müthiş polemik gücüyle;

«Mikrofondaki sinek vızıltısı.» tavsifini yapıyor. Bu cümleden olarak; her ikisinin de kendi hayallerindeki ülkelerin bağrında yatmaktan başka ortak bir hususiyetleri bulunmuyor.

Necip Fazıl, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetini şöyle ifade ediyor:

“Aşkla… Sen uçtun ve ilâhî visâlin en mahrem bucağına ulaştın. Senin, ulaşılmaz olan Allâh’a, yine O’nun izniyle ulaşmandaki usulledir ki; biz Sana, ulaşılmaz olan Sana, ulaşmaya çabalayabiliriz. Sana yaklaşmanın biricik şartı bu.”5

Kendisini;

«Efendimiz’den şefâat dilenen bîçâreler arasında en sefil dilenci» olarak vasfeden Üstad, hasbî bir dâvâ adamına yakışan bir mahviyet içerisinde şöyle vasiyet ediyor:

Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…

1980 yılında «Sultânü’ş-Şuarâ: Şairler Sultanı» ilân edildi. Necip Fazıl’ın çile ve mücadelelerle geçen ömrü 25 Mayıs 1983’te;

“Canım İstanbul: O benim, zaman-mekân aşıp geçmiş sevgilim.” dediği İstanbul’da sona erdi. Uğruna mücadele ettiği halk tarafından, mahşer gibi bir kalabalıkla Fatih Camii’nden teşyî edildi.

Bıraktığı «hoş sadâ» hürmetine; onun beklediği binlerce, milyonlarca rahmet dilekleriyle… ______________________
1 Rehber Ansiklopedisi-13, İhlâs A.Ş., İst., s. 64-65.
2 Necip Fazıl KISAKÜREK, Çile, Büyük Doğu Yay., İst. 1995, s. 9.
3 Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı-3, Türkiye Yay., İst., 1969, s. 242.
4 M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Ali Ulvi KURUCU-3, Kaynak Yay., İzmir, 2008, s. 338.
5 Necip Fazıl KISAKÜREK, Çöle İnen Nur, Toker Yay., İst., 1972, s.17.