DİNLEMEKTEN ANLAMAYA

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Herkes onu Ümmü Abd’ın oğlu diye çağırırdı. Fakat asıl adı Abdullah, babasının adı Mes‘ûd, annesininki Ümmü Abd idi. Daha doğrusu Abdullah bin Mes‘ûd diye meşhur olan büyük sahâbe buydu.

Henüz çocuk-genç arası bir yaştaydı. Mekke vadilerinde insanlardan uzak yerlerde koyun otlatır, çobanlık yaparak geçimini sağlamaya çalışırdı. Birçok kişinin koyunlarını güttüğü gibi, Mekke’nin önde gelenlerinden Ukbe bin Muayt’ın çobanıydı. Çok fazla sürüsü olduğu için Mekke’de olan bitenle pek ilgilenemiyordu. Onun yaptığı tek iş, Ukbe’nin sürüsünü erkenden meraya götürmek ve akşam olunca da geri getirmekti.

Fakir bir ailenin çocuğu olduğu için pek tanınmıyordu. Sadece fakir değil, kendi hâlinde garip bir çobandı. Bugünlere kadar hayatı çobanlıkla geçmişti.

Yine hayvanları güttüğü bir gün, iki kişinin uzaktan kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Oturduğu yerden kalkarak gelenlere bakmaya başladı. Abdullâh’ın yanına pek kimse gelmez, oturup pek konuşmazlardı onunla. Çoban olduğu için küçük görürler, hiç değer vermezlerdi.

Fakat bu iki kişi oradan öylesine geçip gidecek birilerine benzemiyorlardı. İyice yaklaştıklarında orta yaşlarda olan bu iki kişinin oldukça vakarlı olduklarını gördü. Ayrıca insana emniyet telkin ediyorlardı. Yorgun ve bitkin bir hâlde olmalarının yanında belli ki çok da susamışlardı.

Kimse insan yerine bile koymazken o iki vakarlı zât güler yüzle yaklaşıp selâm verdiler. Selâmlarını alan Abdullah, onlara;

“–Buyurun!” dedi. İki vakarlı kişinin en vakarlı olanı, insanın içine işleyen bir tebessümle bakarak ve yine insanın içine işleyen tatlı bir sesle konuşmaya başladı:

“–Ey güzel çocuk! Bize şu güzel koyunların birinden susuzluğumuzu giderecek kadar süt sağıp verebilir misin?”

Abdullah, bu zâtın yüzüne baktıkça içi açılıyordu. Fakat mahcup olarak cevap verdi.

“–Veremem, çünkü koyunlar benim değil; ben sadece garip bir çobanım! Siz çok iyi birilerine benziyorsunuz. Size süt vermek isterdim. Fakat akşama koyunları götürünce beni fena hâlde döverler. Kusura bakmayın!”

İstedikleri birazcık süttü. Koyunların sahibi değil, sadece çobanı olduğu için onlara süt verememenin hüznü yayıldı Abdullâh’ın yorgun ve sıcaktan yanmış yüzüne.

Bu iki güzel insan ısrar etmedi, bağırıp çağırmadı, hakaret etmedi. Başkaları olsa ortalığı ayağa kaldırır, bağırır çağırırlardı. Sevmeye başladı onları.

“–Sen bana hiç kuzulamamış ya da süt sağılmayan kısır bir koyun getirebilir misin?”

“–Sütü olmayan kısır bir koyunu ne yapacaksınız ki?”

“–Sen sütsüz bir koyun getirebilir misin?”

“–Getiririm tabiî.”

Abdullah, hemen yanında duran oldukça zayıf, sıska, yürüyemeyecek kadar hâlsiz bir koyunu tutup zorla çekerek bu mübarek zâtın yanına götürdü.

Her hareketine hayran kaldığı bu güzel insan ilerleyip getirilen o koyunu yakaladı:

“–Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” diyerek koyunun önce sırtını sonra da yok gibi duran memesini sıvazlamaya başladı. Bir yandan da Allâh’ın adını anıyordu.

Abdullah bir yandan hayretle seyrederken bir yandan da kendi kendine konuşmadan edemiyordu…

«Hiç kuzulamamış, kısır bir koyun nasıl süt verir ki?»

Abdullah böyle düşünüp olanları merakla izlerken, bu sıska koyunun bir anda memeleri dolup süt damlamaya başladı.

“–Bize bir kap verir misin ey güzel çocuk?”

Olanlara şaşıran Abdullah, bir yandan şaşkınlığı arttıkça artarken diğer yandan da hemen bir kenarda duran derince bir kap getirdi.

“–Buyurun!”

Her şeyi ile eşsiz bir zât olduğunu gördüğü ve gittikçe de bağlandığı bu mübarek insan, yine;

“–Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” diyerek koyunu sağmaya başladı. Öyle süt sağdı ki, koskoca kabı doldurdu.

Sağdığı sütü önce ona verdiler. Abdullâh’ın da yiyecek ve içeceği bitmiş, fena hâlde susayıp acıkmıştı. Aldığı süt kabını başına dikip doyasıya içti. Sütü sağıp veren zât, sonra arkadaşına içirdi, en sonunda da kendisi içti.

Tekrar dönüp yine;

“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” diyerek koyunu sağarak kabı doldurdu. Süt dolu kabı Abdullâh’a uzattı.

“–Al bakalım ey güzel çocuk, acıkıp susadıkça içersin!”

Abdullah gördüklerine inanamıyordu. Hepsi süte doyduğunda, yine o mübarek adam koyunun memesine;

«Dürül!» dedi. Meme hemen dürülüp eski hâlini aldı.

Daha fazla dayanamayan Abdullah heyecanla atıldı…

“–Bu nasıl oldu böyle? Hiç sütü olmayan koyundan bu kadar sütü nasıl sağdınız? Söylediğiniz şey her ne ise, onu bana da öğretiniz. Ey güzel insan! O söylediğiniz şeyleri bana da öğretir misiniz?”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullâh’ın başını şefkatle sıvazlayıp önüne büyük bir ufuk koydu…

“–Sen muallim olacak bir gençsin! Sen mutlaka öğrenecek ve âlim olacaksın!”

Bütün bunları görüp yaşayan Abdullah, hâlâ şaşkınlık içindeyken, kısa hatlarla anlatıp İslâm’ı tebliğ ettiler ona. Büyük bir içtenlikle dinledikten sonra coşkuyla atıldı…

“–Siz sıradan bir kimse değilsiniz. Allâh’ın Rasûlü olduğunuza inandım!”

Hemen ardından da kelime-i şahâdet getirdi ve müslüman oldu. Bu ana kadar herhangi bir garip çoban olan Abdullah, bundan sonra Hazret-i Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh- oldu…

Gördü, şahit oldu; izledi, dinledi ve müslüman oldu. Görmek, bakmak, anlamak, idrak etmek ve teslim olmak! Hazret-i Abdullah -radıyallâhu anh-, bu şerefe ermişti işte. Peygamber Efendimiz’i hakkıyla dinleyen her zaman Hakk’a ulaşır çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-