O’NUN BEREKETİYLE HERKES DOYDU*
SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)
Anlatır Hazret-i Câbir, ne veciz:
“Harb-i Hendek’te Nebîmiz ile biz.
Geçti üç gün, ama bir şey yemedik,
Öyle açtık, eriyor sandım ilik.
Sonra gördüm ki O Gül Yüz, sararır,
Taş sarıp karnına etmekte sabır.
Buna dağlandı içim pür hummâ,
İzin aldım, eve koştum, hanıma:
Dedim üzgünce: «–Şudur bende elem,
Hâl-i Peygamber’e tâkat edemem.
Yiyecek nâmına bak evde ne var!»
Dedi: «–Az arpa, bir oğlak, o kadar.»
Ona; «–Sen şimdi hazır eyle!» dedim,
Ben de Gül Dost’a koşup, pür tâzim,
Dâvet ettim iki-üç dostu ile,
Dedi Peygamberimiz: «–Sen söyle,
Ne kadardır yemeğin hepsi tamâm?
Ona mebnî olalım dâvete râm!»
Söyledim ben de o an var olanı,
Dedi gül yüzlü Gönül Sultânı:
«–Çok şükür, hem iyi hem çok bu, yeter,
Sen gidip zevcene tembîh ediver;
Gelmeden biz eve, et pişti deyi,
Almasın nârdan o hem tencereyi;
Almasın hem de fırından somunu!»
Sonra kalkıp da O Rahmet Nûnu,
Dedi ashâbına: «–Toptan buyurun!»
Cümle ensarla muhâcir meftun,
Kalkarak oldu bizim beyte revân,
Beni pek sardı derinden heyecan.
Çünkü birkaç kişilik vardı yemek,
Dedi zevcem: «–Bu telâşın ne demek!
Biliyor her şeyi, mâdem ki Nebî,
Müsterîh ol, O’nu üzmez Rabbi.»
Geldi herkes, dedi Peygamberimiz:
«–Giriniz haydi, telâş etmeyiniz!»
Durmadan kesti O Server, ekmek,
Et koyup üste suyundan dökerek,
Etti ashâbına bir bir ikrâm,
Doymayan kalmadı hiç; kaldı taâm.
Baktı Ahmed o kalan miktâra,
Dedi: «–Hem sen ye ve hem komşulara!
Ediver bunları ikram ve rızık,
Sardı her bir yanı zîrâ, açlık…»”11
Buhârî, Megāzî, 29; Müslim, Eşribe, 141.
Vezni: feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)
*Hilye-i Şerîfe’den bir bölüm.