KUSURA BAKMA, BAŞKA BİR ŞEYİM YOK!
Handenur YÜKSEL
İran edebiyatının en büyük şairlerinden olan Sâdî Şîrâzî, muhtemelen 1213-18 yıllarında doğdu. Babasının genç yaşta vefatı üzerine, dedesi Mes‘ud bin Muslih tarafından yetiştirildi. İlk dînî ve edebî bilgilerini Şîraz’da aldıktan sonra, öğrenimini tamamlamak üzere Bağdat’a giderek Nizâmiye Medresesinde ders gördü. 1257’de Şîraz’a yeniden dönen Sâdî, Fars bölgesinin idarecisi olan Atabek Ebûbekir bin Sa‘d’ın şehzadesi Sa‘d’ın yakınları arasına katıldı. Hayatını irşad ve halkın hizmetiyle, ömrünün son yıllarını yine Şîraz’da ibâdet ve riyâzetle geçirdi. Fars edebiyatının şâheserlerinden olan Gülistan ve Bostan adlı eserleriyle henüz hayatta iken büyük şöhrete kavuşan Sâdî, 9 Aralık 1292’de, doğduğu şehirde vefat etti. Sâdî Şîrâzî, sağlığında Hicaz, Şam, Lübnan ve Anadolu’ya seyahatler yaptı; edindiği tecrübelerle eserlerini zenginleştirdi.
***
Bir gece, içeri girdiği takdirde çok şey çalacağını zanneden bir hırsız, Sâdî’nin evine girdi. Lâkin köşeyi bucağı didik didik aradığı hâlde alacak bir şey bulamayarak, büyük bir sıkıntı içinde kapıya yöneldi. Sokak kapısının gürültüsünü duyan Sâdî, evine hırsız girdiğini, fakat çalacak bir şey bulamadan gitmeye hazırlandığını anladı. Onun böyle eli boş gitmesine dayanamadı. Hemen yerinden fırladı ve dünyada tek maddî varlığı olan kilimi sarıp sarmaladıktan sonra pencerenin önüne götürdü. Zifirî karanlıkta kilimi aşağıya doğru sarkıtırken hırsıza şöyle seslendi:
“–Al arkadaş bu kilimi, kusura bakma, başka bir şeyim yok!”
Hırsız şöyle cevap verdi.
“–Ben, çalmadığım şeyi almam, sen onu başına çal!”
Demek ki, eskiden hırsızlar bile alınlarının teriyle (!) kazanıyorlarmış.
YARIM AKÇEYE DEĞMEZSİN!
Türk edebiyatında, daha çok «İskendernâme» isimli mesnevîsiyle şöhret bulan dîvan şairimiz Ahmedî, muhtemelen 1334-35 yıllarında doğdu. Asıl adı İbrahim’dir. Germiyanlı veya Sivaslı olduğu rivâyet edilir. Kaynaklar, ilmini artırmak için Mısır’a gittiğinde birleşirler. Osmanoğulları’na intisâbının ne zaman olduğu kesin olarak belli değildir. Yalnız Bursa’da Emir Süleyman’la olan münasebeti, ölümüne kadar devam etmiştir. Ahmedî’nin Emir Süleyman’a olan yakınlığı, eserlerinin çoğunu ona ithaf etmesinden anlaşılır. Ahmedî, onun ölümünden sonra, Bursa’ya gelen Sultan I. Mehmed’in çevresine girmeye çalışmıştır. Şöhretli dîvan şairinin, 1412-13 yıllarında Amasya’da vefat ettiği bilinmektedir.
***
Aksak Timur, Yıldırım’ı mağlûp ederek Anadolu topraklarına gelince; sözü şerbet gibi içilen Ahmedî de onun has yakınları arasına girmiş, sohbet meclislerine katılmaya başlamıştı.
Bir gün Timur hamamda, eğlence sırasında; yani keyfi, neşesi yerinde iken Ahmedî’ye şöyle sordu:
“–Baka şair; şu benim meclisimde bulunan ağaları, beyleri, nedimleri, câriyeleri bahaya tutsak, acaba ne tutar? Yani satacak olsak ne kadar akçe getirirler?”
Bu söz üzerine Ahmedî her birine bir baha biçti. Timur tekrar sordu:
“–Ahmedî, bir baha da bana biç bakalım, pazara çıkarsalar ne kadar akçe getiririm?”
“–Otuz beş akçe getirirsiniz sultanım!”
“–Bu nasıl söz şair, yalnız belimdeki peştamal satılsa, otuz beş akçeden az etmez!”
Ahmedî şöyle cevap verdi:
“–Sultanım, otuz beş akçeyi ben zaten peştamal için verdim; yoksa çıplak olarak, siz yarım akçeye bile değmez, iki pul dahî getirmezsiniz!”
Timur, Ahmedî’nin bu açık yürekliliğine kızmadı, hattâ kendisine büyük ihsanda bulundu.
RÜŞVETLE, KİMSEYE MEMURİYET YOK!
Arnavut asıllı olan Tarhuncu Ahmed Paşa’nın doğum tarihi belli değildir. Önce sipahi, sonra da Sadrazam Hezarpâre Ahmed Paşa’nın kethüdâsı oldu. Bir müddet Mısır Valiliği de yapan Ahmed Paşa, kabiliyetiyle tanındığı için rakipleri tarafından çok defa iftiraya uğratılarak hapsedildi. Yanya Sancağı verilerek bir süre İstanbul’dan uzaklaştırılan paşa, daha sonra Vâlide Sultan’ın desteğiyle, bozuk olan devlet işlerini düzeltmek üzere padişaha tavsiye edildi. Yeni sadrazam rüşvet ve çalma kapılarını kapadı, hatır-gönül dinlemeden çalıştı. Fakat düşmanlarının kışkırtması sonucu, 1653’te Sultan IV. Mehmed tarafından idam edildi.
***
20 Haziran 1652’de sadrazamlığa getirilen Tarhuncu Ahmed Paşa, buna pek memnun olmuş ve tebrike gelenlere şöyle konuşmuştu:
“Ben bu makama lâyık değilim, ancak Cenâb-ı Allah lâyık görüp lutfetti. Bunun için ya bu devlete bir düzen getiririm ya da bu uğurda kelleyi veririm. Hiçbir zaman hatır-gönül dinlemeyecek, hiç kimsenin rüşvet ve iltimasla memuriyet almasına izin vermeyeceğim.”
BÜYÜK BİR AZİMLE ÇALIŞTIM!
20. asrın meşhur hattatlarından Hâmid AYTAÇ, 1891’de Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Şeyh Musa Azmi’dir. 1908’de yüksek tahsil için İstanbul’a gelen Aytaç, sanata olan aşk ve kabiliyetini gören hocalarının etkisiyle Sanâyi-i Nefîse Mektebine kaydoldu. Lâkin babasının vefatı üzerine, çalışmak zorunda kaldığından tahsilini tamamlayamadı. Bir süre Haseki’de, Gülşen-i Maârif Mektebinde hat ve resim hocası olarak çalışmaya başladı. Bu arada özel olarak matbaa işleriyle de uğraşıyordu. Daha sonra Bâb-ı Âlî’de Hattat Hâmid Yazı Yurdu’nu açarak piyasaya yazılar yazmaya başladı. 1928’deki harf devriminden sonra, hüsn-i hat mesleğini bırakmak zorunda kaldı, geçimini matbaacılıkla sürdürdü. Bereketli bir ömür süren kıymetli hattat, -bundan 28 sene önce- 19 Mayıs 1982’de vefat ederek, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. İstanbul Eyüp Sultan Camii ile Ankara Kocatepe Camii’nin ana kubbe göbeği yazıları onun celî yazıdaki kudretini gösterir. Şişli Camii kapısı üzerindeki oymalı istifi ise dünyaca ünlüdür.
***
Merhum Hattat Hâmid AYTAÇ, «hüsn-i hat»a başlamasını şöyle anlatır:
Pederim beni yazıdan men etmesine rağmen, ondan bir türlü vazgeçemiyordum. Uzun kış gecelerinde sabahlara kadar lâmbanın ışığında çalışırdım. Hattâ bir gece babam;
“–Artık yat, sabah mektebe gideceksin, kalkamazsın.” dedi. Ben de;
“–Merak etme, kalkarım.” cevabını verdim. O da odamdan ayrılıp gidip yattı. Ben yatmadım. Biraz sonra tekrar geldi, baktı ki hâlâ çalışıyorum.
“–Ben sana yat demedim mi?” diye gürleyerek lâmbayı söndürdü. Ben çaresiz yattım, fakat yazım yarım kaldı. Aklım hep ondaydı, bir türlü uyuyamıyordum. Bekliyordum ki, babam derin uykuya dalsın da kalkıp tekrar yazayım. Bir müddet geçtikten sonra tekrar kalktım, etrafı iyice kontrol ettim. Ardından tam zamanıdır, deyip gaz lâmbasını yaktım ve yazıyı tamamlamaya koyuldum. Aksilik bu ya, babam gürültüme uyanmıştı.
“Sen tekrar kalkmışsın, yine yazıyorsun ha!” dedi, lâmbayı söndürüp kapının dışına koydu. Sonra da;
“Haydi şimdi yat!” diyerek, kapıyı üzerime kilitledi. Ben de çaresiz yattım.
Ömür boyu ben, hep bu azimle çalıştım…
Aradan yıllar geçti… Padişahın cülûsu münasebetiyle şenlikler hazırlanıyordu… O günlerin birinde amcazâdemi ziyaret için belediyeye gitmiştim, orada bir tuğra yazdım. Bunu görenler, bana Sultan Abdülhamid’in tuğralarını yazdırdılar; sonra da üç günlük emeğime karşılık bir altın lira verdiler. Sevinçle eve gelip bu altın lirayı babama gösterdim, sert bir ifade ile;
“–Nereden buldun bunu?” diye sordu.
“–Bulmadım, belediyede yazı yazdım, altını buna mukabil verdiler.” dedim. Daha önce yazıya olan hevesim sebebiyle dersimi ihmal ettiğimden, pederim yeminle beni yazıdan men etmişti. Bu sefer memnun oldu, yemin kefâretini ödeyip yazı yazmama kesin olarak izin verdi.