KORUNAN VE KORUYAN KUR’ÂN -2-

Enver Osman KAAN enoskaan@hotmail.com

Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur. Bu yedi harften maksat, kabîlelerin birbirinden faklı lehçeleridir. Hazret-i Ömer ile Hişam bin Hakîm -radıyallâhu anhüm- arasında geçen şu meşhur olay bunun delilidir.

Hişam bin Hakîm’in Furkan Sûresi’ni farklı şekilde okuduğunu duyan Hazret-i Ömer namazın sonunu zor getirir ve namaz bitince Hişâm’ın yakasından tutarak Rasûlullâh’ın huzuruna çıkarır. Hazret-i Ömer Rasûlullâh’a;

“Bu şahıs Kur’ân’ı Sen’in bize öğrettiğin gibi okumuyor.” diye şikâyette bulunur. Allah Rasûlü, arkadaşının yakasını bırakmasını söyler, her ikisine okuttuktan sonra her ikisini de tasdik eder ve buyurur ki:

“Kur’ân yedi harf üzere indirildi, şimdi hangisi kolayınıza geliyorsa öyle okuyun.”

Yedi harf ihtilâfı çeşitliliktir yoksa çelişkililik değildir. Kur’ân’ın bu çeşitlilik ve farklılık ile günümüze kadar gelmesi; Kur’ân ile alâkalı hiçbir ayrıntının kaybolmadığına, ona ne önünden ne de arkasından bir ilâvenin yapılmadığına/yapılamayacağına, böylece korunduğuna delildir.

2. EZBER YOLUYLA

Kur’ân’ın ilk hâfızı Allah Rasûlü’dür. O’nun hâfızlık hocası tabir câizse Allah -celle celâlühû-’dur. Şu âyetler bunu ifade etmektedir:

“(Vahyi almak için) dilini kımıldatma. Onu toplamak ve okumak Biz’e aittir. Biz onu okuduğumuz zaman ona uy. Sonra açıklaması yine Biz’e aittir.”

Başka bir âyette;

“Sana Kur’ân’ı okutacağız ve Sen onu unutmayacaksın.” buyuruluyor.

Kur’ân’ı ezberine alan Allah Rasûlü, namazlarda kırâatin çoğalması için ashâbını ezber yapmaya teşvik ediyordu.

Buhârî şârihi, Fethu’l-Bârî müellifi, ünlü hadis âlimi İbn-i Hacer el-Askalânî’nin beyanına göre; ashab arasında hâfız sayısı 700’ün üzerindedir. Bazıları bu sayıyı bine kadar çıkarmaktadır.

Allah Rasûlü hâfızlara çok değer veriyordu. Hicretin dördüncü senesiydi, Uhud Savaşı’ndan on dört ay sonraydı Rasûlullah bir ay boyunca öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazında son rekâtın rükûsundan kalkıp;

“Semi‘allâhu limen hamideh” deyince Süleymoğullarından; Ri’l, Zekvan, Benî Lihyan ve Usayyaoğullarına bedduâ etmiştir.

Ne olmuştu ki Tâif’te taşlanan, Mekke’de dışlanan, Kâbe’de başından aşağı işkembeler boşanan, Uhud’da sevdiklerini kaybeden Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bedduâ etmemişti de burada etmişti?

Olay şu idi:

Âmir bin Mâlik Medine’ye geldi. Rasûlullah ona İslâm’ı teklif etti. O, ne müslüman oldu ne de İslâm’dan uzak kaldı. Ama Allah Rasûlü’ne Necid ahâlîsine İslâm’ı tebliğ edecek kişiler göndermesini söyledi. Allah Rasûlü; Necid halkına güvenmediğini söyleyince Âmir, teminatın kendisi olduğunu söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah, Suffa ashâbından 70 hâfızı görevlendirdi. Ancak yukarıda isimleri zikredilen kabîleler bu hâfızları Bi’r-i Maûne denen mevkide şehid ettiler. Bu olay Rasûlullah’ı çok üzdü. Siyer kitaplarına Bi’r-i Maûne Fâciası diye geçen bu olay, Peygamberimiz’in bir ay boyunca bedduâ etmesinin sebebi olmuştur.

Hicretin ilk asırlarında Kur’ân hıfzı ve tâlimi çalışmaları daha çok camilerde yapılıyordu. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin dışında dokuz mescidde daha Kur’ân öğretimi devam etmiştir. Ayrıca Mahreme bin Nevfel’in evi gibi «dâru’l-kurrâ» denilen yerlerde de Kur’ân tâlimi yapılmış olması muhtemeldir.

Zaman içerisinde Kur’ân hıfzına olan ilgi artarak devam etmiştir. Hârun Reşid’in sarayından arı kovanı gibi Kur’ân hâfızlarının seslerinin geldiği rivâyet edilmektedir.

Bu müesseseye en çok hizmet eden milletlerden olmakla iftihar ediyoruz. Yıldırım Bâyezîd’in İbn-i Cezerî’yi 1395’te Bursa’ya davet etmesinden sonra Kur’ân hâfızlarının sayısında ciddî artışlar olmuştur. Kur’ân hıfzına uygun, «Dâru’l-Kurrâlar» binâ edilmiştir.

Üzerinde yürüdüğümüz bu topraklardan da eli-ayağı öpülesi birçok hâfız-ı Kur’ân, hâdim-i Kur’ânlar gelip geçmiştir. Mehmet Rüştü ÂŞIKKUTLU, Gönenli Mehmet Efendi, Hacı Dursun Efendi bunların birkaçıdır. Bu hocaefendiler büyük bir fedâkârlık ile evlerini Kur’ân kursu yaparak; hanımları kursun aşçısı, kendileri bu kursun hem hocası hem hademesi konumunda, Kur’ân’a ve hâfızlık müessesine büyük hizmet etmişlerdir. Hem Kur’ân’ı korumuşlar hem de Kur’ân ile nesillerimizi korumuşlardır.

Şu anda Türkiye’de resmî rakamlara göre 62.500’ü erkek, 26.400’ü kız olmak üzere 88.900 hâfız bulunmaktadır.

Onlar, Rasûlullâh’ın şu sözlerini kendilerine rehber edinmişlerdir.

“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”

“Kim Kur’ân’ı öğrenir, okur ve sonra da onu ezber edip hâfız olursa Allah onu cennetine koyar ve kendisine, ailesinden cehenneme müstehak olmuş on kişiye de şefâat edip kurtarma yetkisi verilir.”

Tarihte kendisini Kur’ân öğretmeye vakfeden Abdurrahman es-Sülemî de;

“Beni kırk yıl bu mesleğe bağlayan, Peygamber Efendimiz’in bu sözleridir.” demişti.

Milletimizin hâfızlık telâkkisi çok farklıdır. Hâfız olmak, milletimiz nezdinde özel bir statüdür, büyük bir makamdır. Halkımız hâfızlara; «Yürüyen Kur’ân.» der, ismi ile çağırmaz (hâfız efendi der), önlerinde yürümez, sohbetlerde başköşeye oturtur, evliliklerde tercih sebebi sayar hattâ abdestsiz hâfıza dokunmayı sû-i edep addeder.

Hâfızlık, Kur’ân’ın kalplere yazılması, hâfızalara kazınması, satırlardan sadırlara dökülmesidir.

KUR’ÂN’IN KORUMASI

Kur’ân koruması altına girmek O’na karşı görevlerimizi yapmakla mümkün olacaktır. Kur’ân’a inananların Kur’ân’a karşı dört görevi vardır:

1. ONU OKUMAK

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edilen bir hadiste Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Gerçekten insanların arasında Allâh’ın ehli olanlar vardır.” buyurmuştur.

“–Kimlerdir onlar ey Allâh’ın elçisi?” denildiği zaman da;

“–Kur’ân ile meşgul olanlardır.” şeklinde cevap vermiştir.

Allah Rasûlü Kur’ân okuyan mü’mini, turunç meyvesine benzetir. Hem tadı hem de kokusu güzeldir. Kur’ân okumayan mü’mini ise tadı güzel fakat kokusu olmayan hurmaya benzetmiştir.

Diğer bir hadîs-i şeriflerinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Kur’ân’dan hiç okumayanın kalbi, harap bir ev gibidir ki bu kalp huzurdan ve hayırdan mahrumdur. Kur’ân’ı okuyabilen kimsenin kalbi ise, mâmur bir ev gibi hayırla dolmuş ve güzelliklerle süslenmiştir.”

2. ONU ANLAMAK

Ebû Musa el-Eş‘arî -radıyallâhu anh- Basra valisi iken Halîfe Hazret-i Ömer’e yazdığı bir mektupta Basra’da pek çok kimsenin Kur’ân’ı ezberlediğini bildirmiş, halîfe de onlara maaş bağlanmasını istemişti. Ebû Musa ertesi yıl hâfız sayısında büyük bir artış olduğunu haber verince Hazret-i Ömer;

“Onları kendi hâllerine bırak. İnsanların Kur’ân’ı ezberlemekle meşgul olurken, onun hükümlerini öğrenmeyi ihmal etmelerinden kaygı duyuyorum.” diyerek hâfızlara maaş bağlamanın sakıncalı olacağı kanaatine vardığını belirtmiştir. (Abdülhay el-Kettânî, III. 95)

Millî şairimiz Mehmed Âkif’in dediği gibi:

Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın,
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mânânın.

Hâfız olmak; Kur’ân’ı sadece hâfızaya yüklemek değil, onun anlamını da yüklenmektir.

Alıcılarını; fısk, şirk, küfür, nifak, kibir ilh. günahlar ile bozmayanlar Kur’ân’ı çok rahat anlayabilirler.

3. ONU YAŞAMAK

Kûfe muallimi Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh-;

“Biz Kur’ân âyetlerini onar onar ezberlerdik, ezberlediklerimizle amel etmeden diğerlerine geçmezdik.” diyordu.

Seyyid Kutub da;

“Onlar Kur’ân’ı kültür, bilgi, haz için değil uygulamak için okurlardı.” diyor.

Aliya İzzet BEGOVİÇ;

“Kur’ân edebiyat değil; düşünce kitabıdır, hayat tarzıdır.” diyor.

Kur’ân, kendisini yaşamak niyetiyle okumayanlara sırrını açmaz.

4. ONU YAYMAK

Kur’ân’ı terk edenlerden Rasûl’ün şikâyetçi olacağını Kur’ân bize haber veriyor:

“Rasûl diyecek ki; Yâ Rab! Kavmim bu Kur’ân’ı mehcur ittihaz ettiler.”

İttihaz, görünürde benimseme demektir. Mehcur ittihaz etmek ise, dikkate değer bulmamaktır.

Kur’ân’ı koruduğumuz ölçüde Kur’ân bizi koruyacaktır. Tıpkı evi koruduğunuz ölçüde evin bizi koruması gibi, elbiseye sarıldığımız ölçüde elbisenin bizi ısıtması gibi.