ZEYNEB SULTAN -2-

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük kızı olan Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ-, vahiy gelir gelmez sevgili annesi ve kız kardeşleri ile beraber îman ile şereflenerek ilkler arasında yerini almıştı. İslâm gülistanı içine girer girmez sevgili eşini de bu eşsiz gülistana davet etmişti. Ticaret ile iştigal eden Ebu’l-Âs, evine yeni döndüğü gün bu olay ile karşılaşmış, sevgili Zeyneb’inin tebligātı ile şaşırıp kalmış, işin aslını öğrenmek için hemen dışarı çıkmıştı…

Kocasının da İslâm ile şereflenmesini çok isteyen Zeyneb Sultan -radıyallâhu anhâ- duâlar iklimine yelken açmışken, kapı açılınca kendine geldi. Kocası dönmüştü. Heyecanlı bir şekilde atıldı adam:

“Kâbe’nin yanında babanla karşılaştım ey Zeyneb. Beni de İslâm’a davet etti!”

Böyle diyerek sustu. Başını eğip, köşedeki mindere suçlu çocuklar gibi çömeldi.

Zeyneb Sultan; kocasının içeri girişini, konuşmasını, ses tonunu, jest ve mimiklerini, oturuşunu, her hareketini büyük bir titizlikle inceledikten sonra, gidip karşısına oturdu.

Öyle ki dizleri dizlerine değiyordu. Büyük bir sevgiyle, ümitle ve aşkla baktı. Gönül mızrabını aşkının tellerine inceden inceye dokundurdu. Biliyordu ki, onu hakikate aşktan başka bir şey ulaştıramazdı. Tecellî aşk ile olurdu. Bu yolda kocası adına gönül dünyasının mihmandarı olmak için çırpınıyordu.

Sevmek… Sevilmek… Sevgiye lâyık olmak…

Seven, sevdiğinin yolunda olur. Onun sevdiklerini de sever.

Sevgiden ve aşktan daha güçlü ne var ki şu yalan dünyada?

Sevgi en büyük bir kuvvet ve bağdır bilenler ve de sevenler için.

Sevginin ve aşkın yenemeyeceği bir şey var mı ki?

Sevgi ve aşk, birleştirdiği ve bütünleştirdiği kişileri yüceltir; yüceltir ve nihayetinde ötelere hazırlar. Öyle ki ölü gönüller, aşkın nefesiyle yeniden dirilirler.

Gönlünü alev alev yakıp, fokur fokur kaynatan böylesine asil bir davranış karşısında bir hoş olan Ebu’l-Âs, başını kaldırıp sevgili eşine bakma cesaretini gösterdi tekrar.

“Vallâhi, baban bana göre dosdoğru biri. «Muhammedü’l-Emîn»dir O. Her şeyi ile doğru ve güvenilir bir kimsedir. Şaka bile olsa yalan ve yanlış şeyler konuşmaz baban. Sevgili Zeyneb’im, seninle aynı görüşte olmaktan, seninle bütün güzel şeyleri paylaşmaktan büyük bir zevk duyarım, bilirsin…”

Zeyneb Sultan ziyadesiyle memnun oldu. Oluyordu galiba, kocası da müslüman oluyordu. «Seninle aynı görüşte olmak» arzusu müslüman olacağına işaret değil miydi? Şunun şurasında «inandım» demesi kalmıştı.

“Ancak, ben halkımın;

«Karısını hoşnut etmek için kavmini rezil edip, atalarının dînini inkâr etti.» demelerini istemiyorum! Mazeretimi kabul ediver ne olur…”

Adam, kapının ağzına kadar gelmiş, fakat içeri girememişti. Fena hâlde üzülen Zeyneb Sultan, kocasının yüzüne hüzünle ve alıcı gözlerle bakarak şöyle dedi…

“–Rabbimden senin için hidâyet dilerim!”

“–Sen ne yaparsan doğru yaparsın ey Zeyneb. Her şeyden önce O’nun kızısın sen. Beni hoş gör ne olur Zeyneb’im!”

Sevgili eşini çok seven ve onun tarafından da çok sevilen Ebu’l-Âs, gülün etrafında pervâne olan bülbül gibiydi. Gülünün üzülmesine, kırılmasına, sararıp solmasına râzı olamazdı. Çünkü ondan hiç kırılmamış, onun yüzünden hiç üzülmemişti. Fakat atalarının dîninden de dönemiyordu işte.

«Sevgiyle» diyordu Zeyneb Sultan. «Sevgiyle, aşkla ve muhabbetle girilir bu yola.» diyordu.

Bütün mesele gerçek sevgiyi bulmak, sevmek ve sevilmekti. Sevip sevildikten sonra, Sevgililer Sevgilisi’ne doğru yola koyulurdu insan. Can verirdi O’nun için…

Zeyneb Sultan mutlu bir evlilik yapmış, mutlu bir hayat yaşıyordu. Şimdiye kadar her günüyle kocasını anlamış, kocası tarafından da anlaşılmıştı. Öyle ki, birbirlerini çok iyi anlayan bir çift olmuşlardı.

Zeyneb Sultan hiçbir zaman;

«Kocam beni anlıyor mu ki… O beni anlasın…» gibi bir bekleyiş içinde değil;

«Kocamı anlıyor muyum acaba?.. Ben kocamı ne kadar anlıyorum?..» gayreti içindeydi.

Aynı şekilde Ebu’l-Âs da;

«Hanımım beni anlıyor mu ki… Hanım beni anlasın…» gibi bir tutum içinde değil;

«Hanımımı anlıyor muyum acaba?.. Ben hanımımı ne kadar anlıyorum?..» gibi bir davranış içindeydi. Daha doğrusu kendi beklentilerini değil, birbirlerinin beklentilerini öne almışlardı. Ferdiyetçilik değil birliktelik anlayışı üzerine bir hayat kurmuşlardı.

Aile olmuşlardı. Aile olunca «ben» bitiyor, «biz» başlıyordu.

Baba evi ile irtibatını hiç kesmeyen Zeyneb Sultan, köküne bağını sürdürüyordu. Bu arada evini dış kontrol ile değil, iç uyum ile yürütüyordu.

Her aile, kocaman bir ağaç ve o ağacın dalları gibiydi. Yeni kurulan her aile de o büyük ağacın yeni filiz veren dalı gibiydi. Her dal aynı köke bağlı olup, aynı kökten besleniyordu. Bu arada kurulan yeni aileler de yeni dalları oluşturuyorlardı. Bu böyle sürüp gidiyordu.

Zeyneb Sultan, kendi evinin sultanıydı artık. O, sultanlığı eşine hizmette bulmuştu. Sevgili annesinden böyle görmüştü çünkü.

Mutlu bir hayatın kollarında, mutluluktan mutluluk devşiriyorlardı. Çok uyumlu bir çift olmuşlardı. İdealleri, beklentileri, duygu ve düşünceleri sürekli aynı noktada kesişiyordu. Bu yüzden birliktelik destanları yazıyorlardı.

Birbirini benimseyen bir aile olmuşlardı. Kıymet arayan değil, kıymet bilen kıvamı içindeydiler. Güzel bir evlilik yapmışlar, her geçen gün güzelliklerden güzellik devşirmişlerdi.

İşte bu güzellik üstüne şimdi de İslâm güzelliği gelmişti. Her şeyi ile İslâm ahlâkı üzerinde olan Ebu’l-Âs, ilk etapta İslâm gülistanına girmemişti. Kocasından ümit kesmeyen Zeyneb Sultan, bütün gücü ile onun da İslâm ile şereflenmesini istiyordu.

Zeyneb Sultan, kocasının da İslâm ile kurtulması için, bir yandan içten bir davranış, sevgi ve muhabbet gülleri ile bezeliyken, diğer yandan da duâ yelkeniyle ummana açılmıştı.

Sevgili babası Peygamberler Sultanı’ndan böyle görmüştü çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-