KORUNAN VE KORUYAN KUR’ÂN -1-

Enver Osman KAAN enoskaan@hotmail.com

Mânevî gücümüzün menbaı, yüce dînimizin temel kaynağı Kur’ân’ın korunmasını bizzat Allah -celle celâlühû- üzerine almıştır ve bunu Kur’ân’da deklâre etmiştir.

Hicr Sûresi 9. âyette:

“Muhakkak zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik ve Biz onu koruyacağız.”

Vâkıa Sûresi 11 ve 12. âyette:

“O, değerli bir Kur’ândır, saklı bir kitaptadır.”

Fussılet Sûresi 42. âyette ise:

“Ona ne önünden ve ne de ardından bir bâtıl karışamaz. Hikmet sahibi, hamde lâyık olan tarafından indirilmiştir.”

Kur’ân’ın korunmuşluğunu, bir harfinin bile değişmeden günümüze ulaştığını dost-düşman herkes kabul etmektedir. Kur’ân’ın tahrif edildiğini ispat gayesiyle yola çıkan İngiliz müsteşrik/oryantalist Sir William Muir, yaptığı araştırmalar neticesinde bilim adamı sıfatının da verdiği sorumluluk ile şu itirafı yapmıştır:

“On iki asır, metninin sağlamlığını bu kadar muhafaza eden başka bir kitap yoktur.”

Necip Fazıl’ın diliyle:

Onda ebedî nizam, onda iç ve dış sırlar.
Onu zaman silemez, eskitemez asırlar.

Evet Kur’ân korunmuştur ama bu kendiliğinden olmamıştır.

Peki nasıl olmuştur? Kur’ân’ın korunması iki şekilde olmuştur:

1. YAZI YOLUYLA

Musa Cârullâh’ın ifadesine göre Kur’ân-ı Kerim 2 Şubat 610 Çarşamba günü nâzil olmaya başlamıştır. Yine aynı şahsın verdiği bilgilere göre vahiy meleği Cebrâil, vahyi Peygamberimiz’e bir dîbâ üzerinde yazılı olarak göstermiştir.

Alışık olmadığı bir durumla karşılaşan Allah Rasûlü heyecanlanmış, korkmuş, evine gelerek;

“Beni örtün!” buyurmuştur. Vahiy O’na ağır gelmiştir.

Kur’ân bunu şöyle ifade ediyor:

“Ey Örtünen! Kalk, azı hâriç gecenin yarısını veya biraz eksilterek veya artırarak ayakta geçir. Ve Kur’ân’ı düşüne düşüne oku. Şüphesiz biz Sana ağır bir söz indireceğiz.” (el-Müzzemmil, 1-5)

Allah Rasûlü ümmî yani okuma-yazma bilmeyen bir peygamberdi. Bu sebeple nâzil olan Kur’ân âyetlerini vahiy kâtiplerine yazdırıyor, kontrol ettikten sonra halka arz ediyordu. Hazret-i Peygamber her sene Ramazan ayında, o zamana kadar vahy edilmiş olan bütün Kur’ân’ı Cebrâil ile mukābele ederdi. Vefatından önceki Ramazan’da bu mukābele iki defa olmuştur.

Aralarında Sıddîk unvanlı Hazret-i Ebûbekir, adâletin timsali Hazret-i Ömer, hayâ timsali Hazret-i Osman, ilmin kapısı Hazret-i Ali, dehâ komutan Halid bin Velid, Kur’ân’ın sesinde coştuğu Übey bin Ka‘b, Rasûlullâh’ın mihmandarı Ebû Eyyûb el-Ensârî, cenazesini meleklerin yıkadığı Hanzala bin Rebi‘ ve Kur’ân’ı cem eden komisyonun başkanlığını yapan, Rasûlullâh’ın tercümanı Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anhüm- gibi sahâbîlerin de bulunduğu kâtip topluluğu yazdıklarından bir nüshayı yanlarında bırakıyorlardı. Böylece Kur’ân âyetleri, Peygamber -aleyhisselâm- hayattayken yazılmıştı.

Efendimiz’in vefatından kısa bir zaman sonra vukû bulan Yemâme Savaşı’nda vefat edenlerin çoğunun hâfız olması Hazret-i Ömer’i tedirgin etmiş ve bu tedirginliğini Hazret-i Ebûbekir ile paylaşmış, ona Kur’ân’ın cem edilmesini teklif etmişti. Önceleri bu teklife sıcak bakmayan Hazret-i Ebûbekir, vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit’i çağırmış, Hazret-i Ömer’in de hazır bulunduğu bir mecliste konuyu açmıştı. Zeyd bin Sâbit;

“… parçalanmış bir dağı toplamamı bana söyleseydiniz bu kadar ağır gelmezdi.” diyerek mukābele de bulunmuştu. Ama bunda hayır olduğu üzerinde duran Hazret-i Ömer’in ısrarı ile teklif kabul edilmiş ve Zeyd bin Sâbit’in başkanlığında Kur’ân, suhuflar hâlinde cem edilmişti. Hazret-i Ebûbekir’in yanında arşiv hâlinde bulunan Kur’ân, onun vefatıyla Hazret-i Ömer’e geçmişti. Deri, kemik gibi farklı malzemeler üzerinde yazılı Kur’ân’ı, Muhammed Hamîdullâh’a göre Hazret-i Ömer yazdı ve bu nüsha onun vefatıyla kızı, Rasûlullâh’ın hanımı Hafsa’ya kaldı.

Hazret-i Osman döneminde ise şöyle bir hâdise cereyan eder:

Ermenistan savaşında bulunan Huzeyfe bin el-Yeman dönüşte evine uğramadan halîfenin yanına gider ve ona der ki:

“Şamlılar, Iraklıların duymadığı Übey bin Ka‘b’ın kırâatini okuyorlar; Iraklılar ise Şamlıların duymadığı Abdullah bin Mes‘ud’un kırâatini okuyorlar, sonra birbirleri ile tartışıyorlar. Herkes kendi okuduğunun doğru olduğunu söylüyor.”

Bu hâdise üzerine Hazret-i Osman harekete geçer, Hazret-i Hafsa’nın yanındaki mushafı ister ve çoğaltıp yedi ayrı merkeze gönderir.

Bölgelere gönderilen noktasız ve harekesiz Mushafların kıraat şekilleri, sağlam senetler, sahih rivâyetler ve tarikler ile erbabınca tespit edilir, Allah Rasûlü’nün;

“Kur’ân yedi harf üzerine inmiştir.” sözüne de uygun olarak yedi kıraat üzerinde ittifak edilir.

Bunlar Mekke’de İbn-i Kesîr, Medine’de Nâfi‘, Şam’da İbn-i Âmir, Basra’da Ebû Âmir ve Yâkûb, Kûfe’de Âsım ve Hamza kıraatlarıdır.

İmam el-Beğavî bu yedi kıraate; Yâkûb el-Hadremî, Ebû Câfer ve Halef bin Hişâm’ı ilâve ederek ona çıkarır meşhur kıraat âlimi İbn-i Cezerî de bu isimleri teyit ve tasdik eder.

Sadece bununla yetinilmeyip şâz kırâatler bile tespit edilmiştir.

Görüldüğü gibi Kur’ân ile ilgili hiçbir ayrıntı kaybolmamıştır, hepsi kaydolmuştur. İşte Kur’ân’ın lehçelere göre farklı okunması ve bunun en ince ayrıntısına kadar tespit ve takyid edilmesi bunun en büyük delilidir.

Bu faklılıkları inceleyen, araştıran ve öğreten ilim dalına; «kırâat ilmi» denmiştir.

İmâm-ı Gazâlî Kur’ân’ı bir inciye ve Kur’ân’ın orijinal dili Arapçayı ise inciyi koruyan sadefe benzetir. Kur’ân’ı koruyabilmek için orijinal dilinin de korunması gerektiğini vurgular. Arap dilinin anlaşılması için ise beş sınıf ilme ihtiyaç duyulduğunu söyler. Bu ilimleri lügat ilmi, nahiv ilmi, tecvid ilmi, tefsir ilmi diye sıralarken bunlardan birisinin de kırâat ilmi olduğunu söyler.