TEHLİKELİ BİR KRİZ…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayâlî bir roman tekniğiyle değil, toplumun içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Hastahâneye zor yetiştirmişlerdi.

Henüz 17 yaşındaydı.

Zayıf bir bünyesi vardı. Aldığı beyaz zehir, neredeyse hayatını tamamen karartıyordu.

Sabah ezanının lâhûtî, muhrik ve gönüllere huzur bahşeden tatlı nağmeleriyle Orhan kendine geliyordu. Yâ Rabbî, o ne ilâhî bir sadâ!

Orhan, tamamen gözünü açtığında da odanın penceresinden içeriye giren sabahın tatlı ışıkları, ona buruk bir; «Merhaba!» der gibiydi. «Niçin nûrun ferahlığını bırakıyor da zulmetin/karanlığın boğucu ve kasvetli çukuruna yuvarlanıyorsun?» der gibiydi. «Neden kendini zulmetin çıkmazlarında helâk ediyorsun?» der gibiydi. «Niye sağlamlığı çürütüyorsun, sıhhati zehirliyorsun?» der gibiydi.

Fakat bu suâllerin cevabını Orhan, bir türlü bulamıyordu.

Anne ve babasını çok küçük yaşta kaybetmişti. Daha onları tam anlamıyla tanıyamadan, onlara doyamadan, ellerini başında hissedemeden, tebessümlerini gönlünde tadamadan. Şimdi kâh amcasının yanında kâh dayısının yanında kalıyordu. Varlıklı insanlardı. Fakat gönülleri fakirdi, sevgileri fakirdi, duyguları fakirdi, şefkatleri ve merhametleri de sanki yok gibiydi. Bu kadar kalabalığın içinde yapayalnızdı.

Onu devamlı hor-hakîr görüyorlardı. İtip kakıyorlardı, sanki sırtlarında o ağır bir yüktü. Bu yüzden büyüdükçe sokakların insafına terk edilmiş, kaldırımların malı olarak kötü yollara düşmüştü. İçindeki dağ gibi huzursuzluğu eroin müptelâlığı ile eritmek istiyordu. Ama bir türlü olmuyordu. Olmuyordu, çünkü şifâyı bin bir felâketin kaynağı olan bir zehirin içinde arıyordu.

İşte o beyaz zehir, şimdi hayatını karartmıştı, ölümle burun buruna getirmişti. Fakat içine hâlâ bir nebze bile huzur verememişti.

Hâlâ huzursuzdu.

Sıkıntıdan patlayacaktı.

Çaresiz bir şekilde mırıldandı:

“Nedir bu sıkıntı? Nedir bu ıstırap? Neredesin ey ferahlık? Neredesin ey huzur? Senin uğrunda neler yaşıyorum, ama sen bana bir defa gülümsemiyorsun! Bu düştüğüm krizlere rağmen hâlâ bana uzakta mı duruyorsun ey saâdet? Bu benim için daha büyük bir kriz!”

Evet.

Girdiği ağır eroin krizi, onu ölümün eşiğine getirmişti. Çok tehlikeli bir kriz atlatmıştı. Fakat asıl tehlikeli kriz; onun daha o yaşta enkaza döndürülmüş olan rûhundaydı, aklındaydı, gönlündeydi.

Mırıldandı:

“Cesedim de ölüm tehlikesi altında, rûhum da. Ben bu muammâyı nasıl çözeceğim?”

Ceset ölünce toprak olacaktı. Lâkin rûhu ne olacaktı?

İşte bu suâlin de cevabını bilemiyor, fakat ıstırabından kıvranıyordu.

Gitgide kafası karıştı. Çözemediği düşünceler arasında tıkandı. Yataktan fırlayıp kaçmak istiyordu. Ancak vücudunun tākatsizliği buna müsaade etmiyordu.

Okyanusta koca bir fırtına ortasında kalmış küçücük bir kayık gibiydi, bin bir girdapta rûhu da kalbi de aklı da çalkalanıp duruyordu. Battı batacak hâldeydi ki içeriye mütebessim çehreli, beyaz önlüklü bir doktor girdi:

“–Kendine gelmişsin evlâdım, mâşâallah!”

“–Sağolun.”

“–Tehlikeyi atlattın, fakat bir daha kendini kaybetme!”

“–Anlayamadım?”

Doktor yine şifreli konuştu:

“–Diyorum ki; bir daha kendini kaybedersen, artık bulamazsın!”

Orhan, anlar gibi oldu. Fakat asıl anladığı; bu sözlerden çok, doktorun bakışlarındaki sıcaklık ve onun gönlünden kendisine yansıyan samimî alâka oldu. Hiç tatmadığı bir kıpırdanış hissetti gönlünde. Sonra bütün çilelerini ve sıkıntılarını gözlerine yığarak doktora baktı:

“–Size bir şey sorabilir miyim?”

“–Sor bakalım.” dedi doktor.

Bu cevabı alınca, Orhan’ın aklında ve kalbinde ne kadar problem varsa diline hücum etti. Ne diyeceğini, nasıl anlatacağını bilemedi, boğazı düğümlendi, yutkundu. Sustu.

Çaresiz bir şekilde onca problem, dilden dökülmeyince bu defa gözüne birikti ve bir damla hâlinde yanaklarından süzüldü.

Güngörmüş doktor her şeyi anlamıştı. Oradaki sandalyeye sükûnetle oturdu. Bir elini de Orhan’ın başına koyarak şefkat ve merhamet dolu ifadelerle konuşmaya başladı:

“–Bak evlâdım!

Bedenimiz, rûhumuz ve hayatımız, bizlere verilmiş mukaddes birer emânettir. Emânetin sahibi de Allah’tır. Bize düşen, sahibinin istediği istikamette onları en güzel şekilde değerlendirebilmektir. İnsan hayatında huzur ve saâdetin bundan başka kapısı ve şifresi yoktur. Tek çare, yüce emânetleri ancak veriliş gayesine göre kullanmak. Gözü nasıl ki kulak olarak kullanmaya zorlamak onu kör ederse, ilâhî emânetleri de veriliş gayesi dışında kullanmak onları ziyân etmek olur.

Huzur ve sükûneti, geçici rahatlığına aldanıp da ziyan ve hüsrânın içinde aramak; insanı ebedî bir huzursuzluğa mahkûm eder. Çırpındıkça batarsın. Battıkça çırpınırsın. Hani şeytan, Âdem’den daha değerli olmak için yanlış bir yol tutturunca huzûr-i ilâhîden nasıl mahrum olduysa, insan da yanlış yollarda ve istikāmetlerde dolaşırsa aynı şekilde huzurdan da olur, huzûr-i ilâhîden de.

Görüyorum ki, sen gerçekten de doğruyu arayan temiz bir kalbe sahipsin. Ama nasıl arayacağını ve nasıl bulacağını iyi bilmelisin.

Öncelikle de tabiî, şu bulaştığın zehirden tamamen sıyrılmalısın. Bu zehiri içerek şifâ bulan insan var mı?”

Orhan’ın boynu büküldü:

“–Yok, fakat çok alıştım.”

“–Ah şu kötü alışkanlıklar! Rûhumuza serpilmiş zehirler mesâbesinde. Yani onlar rûhumuzun değil, nefsimizin alışkanlığı. Fakat adı üstünde kötü. Güzel ve doğru olanın kötüye alışması ise, izâfî bir şeydir. Hiç taş yemeye alışabiliyor muyuz? Ne mümkün! Dişlerimiz parçalanır. Kötülüklere de bu gözle bakmak gerek. Çünkü dünya ilâhî bir imtihan dershânesidir. Allah; insanı ise göklerin yolcusu olarak yaratmış, kâinattaki güzelliklerin ve mükemmelliklerin özü, yüce sanatının gözbebeği olarak halk etmiştir. Ondan da bunu istiyor. Yanlış alışkanlıklarla yere batmasını değil, doğru alışkanlıklarla yüce doruklara, daha da zirvelere ulaşmasını, cennete yükselmesini arzu ediyor. Cennete ise, ancak ince bir ruh, güzel bir ahlâk; Allâh’ın bütün mahlûkātına şefkat ve merhamet ile nâil olunur.

Eğer bir kimse Allâh’ın verdiği mümtaz vasıfları bir kenara bırakır da rûhunu nefsine kurban ederse, onun kazancı hüsrandan başka bir şey değildir. Ama rûhunu kuvvetlendirip nefsine galebe çalarsa, kâmil bir insan olarak Hakk’a kavuşmaktan gayri hiçbir fânî arzu ve hevese îtibâr etmez.”

“–Fakat içimdeki boşluk!..”

“–Bak ne güzel söyledin. Evet; içinde boşluk var. O boşluk, yaptığın hiçbir şeyle dolmuyor değil mi? Dolmaz. Çünkü onu sadece mâneviyat ile doldurmak mümkün…”

Orhan’ın gönlü, yuvasından yeni uçmaya çalışan kuş gibi çırpınmaya başlamıştı. Hayatı hep sonbahar ve kış gözüyle seyreden kalbi, ilk defa bambaşka bir bahar ikliminin eşiğine adım atmış gibiydi. Doktor Selim Bey’in hâli, sohbeti, güzel ve sıcak tebessümü onu öyle sarmıştı ki… Heyecanlandı:

“–Bu nasıl olacak?”

Yaşlı ve olgun doktor, gülümsedi:

“–Henüz buradasın, sohbet edecek bir hayli zamanımız olacak…”

Dediği gibi, fırsat buldukça uzun uzun sohbetler ettiler. Doktor Selim Bey, doktorluğu yanında kendini çok iyi yetiştirmiş bir fikir ve gönül adamıydı. Orhan’ın vîrâneye dönmüş olan bedenini de rûhunu da mâhirâne bir şekilde tedâvi ediyordu.

Orhan düşünmeye başladı:

“Doktor Selim, sanki yoklama defterini imzaya mecbur bir memur gibi beni her sabah ziyaret ediyor. Tebessümü, ilâçlardan daha tesirli. Bedenimden ziyade ruhumu tedavi ediyor. Bana gösterdiği bir anne ve baba şefkati ile ruhumun yeniden dokusunu örüyor.

Aman yâ Rabbî! Bir tarafta hiç tanımadığım yabancı bir insanın bana olan şefkat ve merhameti. Diğer tarafta merhametten nasipsiz en yakınlarım…

Acaba ben de bu Doktor Selim Amca gibi olabilir miyim? Bu doktor amca, tahsil ve eğitimini acaba hangi fakültede tamamladı? Hangi şahsiyetli ve karakterli insanların tezgâhından geçti? Ah onun şefkat diplomasındaki mühürleri vuran gönülleri tanıyabilseydim, bilebilseydim!

Böylece;

Orhan, en çok korktuğu bir yer olan hastahâneye ve Doktor Selim Bey’e o kadar alışmıştı ki. Taburcu olacağı gün geldiğinde içini derin bir hüzün kapladı. Yattığı oda, ona şimdiye kadar yaşamadığı en derin ve mânâlı hisleri tattırmıştı.

Fakat şimdi buradan çıkıp da horlandığı bir ortama gidecekti. İçi burkuldu. Yüreği acıdı. Beyni sancılandı. Orada biraz daha kalabilmek için çaresiz bir edâ ile o gül yüzlü doktora bakıp sanki bir merhamet dilenircesine dedi ki:

“–Efendim, çaresizliğin ve yalnızlığın derin bir girdabı içindeyim. Kendimi tam iyileşmiş hissetmiyorum. Burada biraz daha kalabilir miyim?”

Bu arzusunun asıl sebebini fark eden doktor, aynı sıcaklıkla mukābele etti:

“–Merak etme Orhan, taburcu oldun diye birbirimizden ayrılmayacağız. İnşâallah her zaman görüşeceğiz. Zulmetten nûra doğru birlikte yürüyeceğiz.”