ALLAH RASÛLÜ’NÜN DÖRT SEÇKİN DOSTU -2 İKİ NÛRA NÂİL HAYÂ TİMSÂLİ HAZRET-İ OSMAN
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
Ebedî Fecre
-Tarihe Yön Veren Zirve Şahsiyetler; Gönüllere Taht Kuranlar-
Çâr Yâr-ı Güzîn;
Hulefâ-i Râşidîn’in üçüncüsü, cömertlik şâhı Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; hayâ, edep, Kur’ân’a hizmet ve muhabbette emsalsiz bir nümûne idi.
Peygamber Efendimiz’in kerîmesi Hazret-i Rukıyye ile evlenme şerefine mazhar olan Hazret-i Osman, mübârek zevcesinin vefâtından sonra hüzne gark olmuştu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona niçin bu kadar mahzun olduğunu sorunca Hazret-i Osman, teessürünün asıl sebebini şöyle ifade etti:
“Yâ Rasûlâllah! Benim başıma gelen, kimsenin başına gelmedi. Kızınız Rukıyye vefât edince Siz’inle aramdaki hısımlık ve akrabalık bağı kesilmiş oldu!..”
Yakınlarının, yeniden evlenmesi yönündeki tavsiye ve tekliflerini Hazret-i Osman âdetâ;
“Ben Allah Rasûlü’nden sonra kimi «kayınpeder» olarak görebilirim ki?!. O’nun kızıyla izdivaçtan sonra kimi nikâhlayayım ki!?.” diyerek cevapsız bırakıyor ve o mübârek aile ile hısımlık bağının kesilmesinden derin bir ızdırap duyuyordu.
Hazret-i Osman’ın bu yanık hâlini gören Fahr-i Kâinât Efendimiz onun muhabbet ve yakınlık iştiyâkından kaynaklanan hüznünü teskin ederek küçük kızı Ümmü Gülsüm’ü de ona nikâhladı. Bir müddet sonra Ümmü Gülsüm Vâlidemiz’in de vefât etmesi üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Şayet üçüncü bir kızım daha olsa, muhakkak onu da sana verirdim.” (Bkz. Hz. Osman Zinnûreyn, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, s. 12) buyurarak Hazret-i Osman’ı takdir ve teselli etti.
Hazret-i Osman’ın bir husûsiyeti de Kur’ân-ı Kerîm’e olan fevkalâde muhabbeti idi. Onun bir gece tek rekâtta hatim indirdiği rivâyet edilmiştir.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, meleklerin bile hayâ ettiği bir edep timsâli idi. Bir gün Efendimiz’in huzûruna girmek için izin istedi. Efendimiz; daha önce huzûruna giren sahâbîler için şekil değiştirmediği hâlde, Hazret-i Osman’a izin vermeden önce toparlandı, oturuşunu düzeltti. Hikmeti sorulduğunda ise;
“Meleklerin bile kendisinden hayâ ettiği bir kimseden ben nasıl hayâ etmeyeyim?!. Allâh’a yemin ederim ki melekler, Allah ve Rasûlü’nden hayâ ettikleri gibi, Osman’dan da hayâ ederler…” buyurdu. (Bkz. Hz. Osman Zinnûreyn, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, s. 143-144)
Hazret-i Osman; Hulefâ-i Râşidîn içinde Hazret-i Ebûbekir gibi ticaretle meşgul olan, helâl ve temizinden bolca kazanan ve infâkında da seller gibi taşan bir sehâvet nehriydi. O, bu yönüyle tam bir hayır-hasenat eri;
BİR VAKIF İNSAN
Medine’nin az sayıdaki su kaynaklarından biri olan Rûme Kuyusu’nu sahibi olan gayrimüslim şahıstan satın almış ve nebevî tavsiyeye gönülden teslîmiyetle derhâl müslümanlara vakfetmiş, ihtiyacı olduğunda kendisi de sıraya girmişti.
Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesinde ve Tebük Seferi hazırlıklarında gösterdiği büyük cömertliklerle Efendimiz’in taltiflerine mazhar oldu.
Hazret-i Ali’nin zarûretten dolayı satılığa çıkardığı zırhını satın alıp, sonra da kendisine hediye etmesi; ne kadar zarif bir kardeşlik misâli olmuştu.
Hazret-i Osman, Fahr-i Kâinât Efendimiz ile ashâbın umre için yola çıktıkları, Hudeybiye Musâlâhası ile neticelenecek seferde; Mekke’de alıkonmuş, Mekke’deki akrabaları tarafından Kâbe’yi tavaf etmesine izin verildiği hâlde;
“Allah Rasûlü’nün kabul edilmediği bir ibâdette dahî ben yokum!” diye gürleyerek onların tavaf iznini reddetti ve Efendimiz’e sadâkatin şâhâne bir nümûnesi oldu. Bir ara Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği şâyiası Mekke dışında bekleyen müslümanlara ulaşınca, Efendimiz ashâbından, İslâm tarihinde Bey‘atü’r-Rıdvân adıyla anılan bey‘ati aldı ve bir elini de Hazret-i Osman için diğer elinin üzerine koydu;
“Bu da Osman’ın bey‘atidir.” buyurdu.
Böylece Hazret-i Osman’a olan muhabbetini sergiledi.
O hayâ ve edebinin, sehâvet ve tilâvete düşkünlüğünün yanında Allah Rasûlü’ne böyle bir sadâkat ve muhabbetle bağlı, cennetle müjdelenmiş bir sahâbî idi.
Hazret-i Osman; İslâm topraklarının kıtalara uzandığı, İslâm ordularının karalardan denizlere taştığı, bunun yanında büyük servet ve zenginliklerin de ümmete ağır bir imtihan vesilesi olarak yağdığı bir devirde halîfe oldu. Yeni nesiller ve yeni müslümanlardan bazıları bu büyük değişim karşısında sahâbenin zühd ve takvâsını sergileyemediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;
«Ümmetimin fitnesi maldır!» îkāzı tahakkuk etti. Hilâfet merkezine yürüyen âsîler; büyük tefrika, fitne ve karışıklıklar neticesinde, Hazret-i Osman’ı evinde şehîd ettiler. Seksen küsûr yaşlarında Kur’ân-ı Kerim başında şehîd olan halîfenin son sözleri;
“Allâh’ım! Ümmet-i Muhammed’i bir ve beraber kıl!” oldu.
Hazret-i Osman; az ve öz konuşur, hikmetli ve tesirli bir şekilde hitâb ederdi. O hâl insanı; basîretiyle gözleri okuduğu gibi, sükûtu ile de sohbet ederdi. Onun sözleri de ömrünü ziynetlendirdiği Kur’ân-ı Kerim muhtevâsındaydı. İşte onun hikmet pınarından bir yudum su:
EN ÇOK SEVDİĞİ ÜÇ ŞEY
“Bana dünyada üç şey sevdirildi: Açları doyurmak, muhtaçları giydirmek ve Kur’ân-ı Kerim okumak!” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 11)
“Ey Âdemoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğin günden beri ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. Bir yandan da senin boynundan atlayarak bir başkasını yakalamaktadır. Sen dünyada bulunduğun sürece bu böyle devam edecektir. Ancak bir gün gelecek ki başkalarının boynundan atlayıp seni yakalayacaktır. Bu, hiç beklemediğin bir anda olabilir. Öyleyse son nefese dâimâ hazırlıklı ol ve gafil avlanmamaya çalış. Çünkü ölüm meleği senden asla gafil değildir.
Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki eğer sen kendi nefsinden gafil olur ve kendin için hazırlık yapmazsan, elbette ki başkası senin için hazırlık yapmaz. Allâh’ın huzûruna mutlaka varacağını aklından çıkarma ve bunun için de nefsinin hazırlığını görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkasına havâle edeyim deme!” (Ali el-Müttakî, no: 42790)
“Şerlileriniz başınıza musallat olmadan evvel iyiliği emredip kötülükten sakındırma vazifenizi yerine getiriniz. Bunu yapmaz da kötüleriniz başınıza musallat olacak olursa artık iyilerinizin yapacağı duâlar da kabul olunmayacaktır.” (Ali el-Müttakî, no: 8451)
“İbâdetin tadını dört şeyde buldum:
1. Allâh’ın farzlarını edâ etmek.
2. Allâh’ın haramlarından kaçınmak.
3. Sevâbını Allah’tan umarak emr bi’l-mârufta bulunmak, yani insanlara doğruları anlatmak.
4. Allâh’ın gazabından korkarak nehy ani’l-münkerde bulunmak, yani insanları yanlışlardan sakındırmak.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 14)
“Dört şey vardır ki zâhiri fazîlet, bâtını ise farzdır:
1. Sâlihlerle oturup kalkmak fazîlet, onlara uymak farzdır.
2. Kur’ân okumak fazîlet, onunla amel etmek farzdır.
3. Kabirleri ziyaret etmek fazîlet, ona hazırlanmak farzdır.
4. Hastayı ziyaret etmek fazîlet, ondan ibret almak ise farzdır.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 14)
ALTI KORKU
“Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:
1. Îmânını kaybetme korkusu.
Zira âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
2. Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“İşte o gün (arz) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)
3. Amelinin şeytan -aleyhi’l-lâ‘ne- tarafından boşa çıkartılması korkusu.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)
4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Müslim, Cennet, 83; Münâvî, V, 663)
Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- Kur’ân ile yaşadı, Kur’ân’ı infâk etti ve Kur’ân okurken şehîd edilerek rahmet-i Rahmân’a kavuştu.
5. Dünya ile mağrur olup, âhiretten gafil kalma korkusu.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“… Bu dünya hayatı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)
6. Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşgûliyete dalıp Allah Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.”
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah katındadır.” (el-Enfâl, 28)
Hulefâ-i Râşidîn’in dördüncüsü ve sonuncusu, Efendimiz’in âdetâ evlâdı gibi yetiştirdiği, sonra en sevgili kızını evlendirerek damadı eylediği, cesâret ve şecâat, ilim ve mârifet kahramanı;
ALLÂH’IN YENİLMEZ ARSLANI
HAZRET-İ ALİ -RADIYALLÂHU ANH-
Hazret-i Ali, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“Ali bendendir, ben de Ali’denim.” (Ali el-Müttakî, XIII, 143-144) diyerek nezdindeki kıymet ve muhabbetini takdir ettiği;
“Ben ilim şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.” buyurarak, şerîat ve mârifet ilmindeki mevkiini ifade ettiği; ehlibeytinin parçası, Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin babası, harp ve mübâreze meydanlarının hayder-i kerrârı, gözbebeği bir sahâbîdir.
İlim ve mârifet ufkunda yüksek bir mevkii olan Hazret-i Ali, altun silsilenin ikinci kolunu teşkil etmiştir.
Hazret-i Ali, Efendimiz’in muhtereme kızı Fâtıma Vâlidemiz ile birlikte azığının zühd ve takvâ olduğu mübârek bir yuva kurdular. Efendimiz’in bizzat teheccüde kaldırdığı bu fakirhâne, eşsiz ferâgat ve fedâkârlıklara sahne olan bir mâneviyat sofrasıydı.
Allah Rasûlü’nün, kendisi hakkında «Sultânu’l-Eshıyâ» yani «Cömertlerin Sultanı» buyurduğu Hazret-i Ali’nin engin fedâkârlık ve îsârını ifadeye şu misal kâfîdir:
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhüma-’dan rivâyetle Atâ -rahimehullah- der ki:
“Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı sulamıştı. Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve «lillâh/Allah için» istedi. Onlar da Allah için tamamını verdiler.
Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip aynı şekilde «lillâh» deyip yiyecek istedi. Yine tamamını infâk ettiler.
Ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler.
Diğer bir rivâyete göre; üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek kendileri su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
“Kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nur, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)
Hazret-i Ali, hicrette sûikast hazırlıkları bilindiği hâlde, Efendimiz’in yatağına tereddüt etmeden uzanmış; harp meydanlarında yiğitliğiyle Allah Rasûlü’nün duâsını kazanmış bir İslâm kahramanıydı. Mübârezede yani meydan muharebelerinin öncesinde yapılan karşılaşmalarda, hasımlarını dâimâ yere sermiş, böylece;
«Esedu’llâhi’l-ğālib» yani «Allâh’ın dâimâ galip gelen arslanı» lâkabına liyâkat kazanmıştı. Hayber’de düşmanın aşılmazlığıyla övündüğü kale kapılarını îman gücüyle söküp atmıştı. Fütüvvet ve şecâatte yani yiğitlik ve cesarette böyle misalsiz olan bu kahraman; harp esnâsında tam işini bitirecekken yüzüne tüküren hasmını;
«İşin içine nefsâniyet karışır, i‘lâ-yı kelimetullah niyeti zedelenir.» diyerek, bırakacak kadar da, nefsine karşı mücâhede yiğididir.
Hazret-i Mevlânâ, bu eşsiz hassâsiyeti şöyle dile getirir:
Hasmı, bir hamlelik canı kalmışken; Hazret-i Ali’nin kendisini bırakıvermesi karşısında, hayat endişesini de bir tarafa koyar, hayret ve dehşet içinde sorar:
“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten tarifsiz bir sükûna geçtin? Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda sâkin bir hava gibi duruluverdin. Bu ânî değişikliğin hikmeti nedir? Bu hâlin bana bir muammâ oldu.”
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu cevabı verir:
“–Ben ancak Allah yolunda cihâd ederim. Allah düşmanlarının başını yine O’nun rızâsı için vururum. Buna da asla nefsimi karıştırmam. Sen ise yüzüme tükürerek bana hakaret etmek ve beni kızdırmak istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım; seni, nefsime tâbî olmak gibi âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allah rızâsı için gazâ ederim.”
Bu emsalsiz ve samimî fazîlet tablosu karşısında o düşman, îmân ile şereflenir, ölü kalbi hayat bulur.
İşte bu yüksek vakar ve şahsiyetin sahibi Hazret-i Ali; ilmi ve irfânıyla, kuvvet ve şecâatiyle, ahlâk ve cömertliğiyle, hâsılı Allah Rasûlü’nden tefeyyüz ettiği mümtaz hasletleriyle, sahâbe-i kirâm içinde en parlak ve yol gösterici yıldızlardan biri oldu.
Kaderin bir cilvesi ile bu büyük kahraman; fitne kazanlarının kaynatıldığı, Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesiyle ortalığın karıştığı bir hengâmda ashâb-ı kirâmın ısrarıyla hilâfete geldi. Hazret-i Ali’nin hilâfet ömrü, İslâm âlemini kavuran tefrika ve fitne ateşini söndürme gayretiyle tükenirken; Kâbe-i Muazzama’nın içinde başlayan hayatı, Kûfe Mescidi’nde uğradığı bir sûikast ile şehâdet şerbetini içerek sona erdi. Son sözleri olarak evlâtları Hasan ve Hüseyin Efendilerimize şu vasiyette bulundu:
“Size takvâyı vasiyet ederim. Dünyaya rağbet etmeyiniz. Zâyiiniz için ağlamayınız. Dâimâ doğru söyleyiniz. Allâh’ın Kitâbı ile amel ediniz. Zâlimin hasmı, mazlumun yardımcısı olunuz. Dînin hükümleri husûsunda kınayanın kınamasına aldırmayınız.” (Bkz. Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Hz. Aliyyü’l-Murtezâ, s. 74)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hulefâ-i Râşidîn devrinin kıymetini ifade sadedinde;
“(Benden sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8; Ahmed, V, 50, 220, 221) buyurarak bir haberî mûcize beyân etmiş; Hakk’a irtihallerinden sonra, ümmete merhamet ve adâletle hükmeden dört seçkin dostunun, toplam vazife müddetini de bildirmiştir.
Hazret-i Ali’nin şehâdetiyle, Allah Rasûlü’nün mübârek izinden giden Râşid Halîfeler dönemi sona ermiş; bundan sonra mü’minlerin kalbî kıvamları nisbetinde ve ilâhî kaderin tensîbiyle; kimi zaman zaaf içinde, sancılı ve ızdıraplı, kimi zaman asr-ı saâdetten nefhalar üzere devirler yaşanmıştır.
İlim beldesinin kapısı Hazret-i Ali’nin çok sayıda hikmetli sözü arasından şu düsturları zikredelim:
“Amellerin en güç olanı dört haslettir:
1. Öfkeli anda affetmek.
2. Muhtaçken de cömert davranmak.
3. Kapalı ve tenha yerlerde nefsin şerrinden korunmak.
4. Korktuğu veya bir menfaat umduğu kimseye karşı da doğru söylemek.”
KİŞİNİN KIYMETİ
“Kişinin kıymeti istek ve arzularının kıymeti kadardır.”
“Dünyanın; nimetlerinden İslâm nimeti sana kâfîdir. Meşgûliyetlerinden, tâat meşgûliyeti sana kâfîdir. İbretlerinden, ölüm ibreti sana kâfîdir.”
“Dört şey devâm ettiği müddetçe din ve dünya, huzur ve selâmetle ayakta duracaktır:
1. Zenginler, kendilerine verilen mal ile cimrilik etmedikçe.
2. Âlimler, öğrendikleri ve bildikleri şeyle amel ettikçe.
3. Câhiller, bilmedikleri şeyle kibirlenmedikçe.
4. Fakirler de âhiretlerini dünyalarına satmadıkları müddetçe.”
“Mahrûmiyet, minnet altında kalmaktan daha hayırlıdır.”
“Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?!. Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de kurtaramaz.”
“Bir adamla dost olmak istersen (önce) onunla muayyen bir mesafede kal; bu durumda iken sana normal davranırsa dostluğunu sürdür, yoksa vazgeç.”
“İnsanlarla öyle oturup kalkın ki; ölürseniz size ağlasınlar, yaşarsanız sizi özlesinler.”
“İnsanların en âcizi, dost edinmekten âciz olandır. Ondan daha âcizi ise kazandığı dostları kaybedendir.”
“Dostları yitirmek gurbete düşmektir.”
“Binada bulunan gasp edilmiş bir taş, o binanın yıkılmasının garantisidir.”
“Bedenin sağlığı, hasedi azaltmaya bağlıdır. Beden sağlığının da düşmanı hasettir.”
“Bir grup insan bir şeyler umarak kulluk yapar; bu tüccar kulluğudur.
Bir grup insan da korkudan dolayı kulluk yapar; bu da köle kulluğudur.
Bir grup insan da vardır ki; hamd, şükür ve zikir hâlinde kulluğu îfâ eder; işte bu, tüm nefsânî duyguların tasallutundan yakasını kurtarmış takvâ sâhibi kişilerin kulluğudur.”
“İki nimet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum:
Birincisi, bir kimsenin, ihtiyacını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesidir.
İkincisi de, Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vasıtamla yerine getirmesi yahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, VI, 598/17049)
Hazret-i Ali’nin Mısır’a vali tayin ettiği Mâlik bin Hâris’e yazdığı emirnâmede yer alan şu hususlar, her asra hitâb eden çok mühim hakikatleri dile getirmektedir:
“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir. İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı asla küfrân-ı nîmette bulunma! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”
“Seni yoksulluğa düşmekle korkutarak iyilik yapmana mânî olan cimriyi, büyük işler karşısında azmini kıracak korkağı ve gözünü hırs bürümüş kimseleri istişâre heyetine alma!”
“Altından kalkamayacağını anladığın konuları Allâh’a ve Rasûlü’ne havâle et!
Allah’a havâle, O’nun Kitâbı’na; Rasûlü’ne havâle de O’nun Sünneti’ne müracaat etmek demektir.”
“Kendini beğenme, yüzüne karşı seni övenlere itibar etme! Yaptığın işleri insanların başına kakma, yaptığın işleri büyütme, onlara verdiğin sözden dönme! Başa kakmak iyiliği bitirir, mübalâğa hakikati söndürür, sözünde durmamak ise Hālık’ın da halkın da nefretini celbeder.”
“Diken tohumları ekilen bir tarladan, gül desteleri derlenemez.”
“Her ne kadar temiz bir niyetle ve insanların faydası için yaptığın bütün çalışmalar Allah rızâsı içinse de, sen yine de vakitlerinin en hayırlısını Allah ile kendi arandaki işler için ayır! Sırf Allah rızâsı için edâ edeceğin ibâdetlerin en mühimi de Allâh’ın zâtına mahsus olan farzlardır. Gecende ve gündüzünde, bedenindeki Allâh’a ait kulluk hissesini ayır ve seni yüce Rabbine yaklaştıran bu ibâdetleri her ne pahasına olursa olsun eksiksiz yerine getir!..” (Muhyiddîn Seydî Çelebi, Buhârî’de Yönetim Esasları, Haz. Doç. Dr. Mehmet ERDOĞAN, İstanbul 2000, s. 32, 47-54.)
Cenâb-ı Hak; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıma, O’na muhabbet ve sadâkatle ittibâ etme husûsunda O’nun mübârek damatları Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali Efendilerimiz’den ve onların hikmetli hayat düsturlarından hisse almayı cümlemize nasîb eylesin.
Bizleri de şahsiyet ve karakter tevzî ederek, Kur’ân-ı Kerîm’e, hakikî ve faydalı ilme muhabbetiyle, darlıkta ve genişlikte sehâvet ve diğergâmlığıyla, hayâ ve edebiyle, ezcümle bütün övülmüş ahlâkî hasletlerle İslâm’ın güler yüzünü aksettirebilen kullarından eylesin.
Âmîn!..