KUR’ÂN MÛCİZESİ

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

On dört asır evvel kimsenin dikkatini çekmeyeceği, tarihin kayıtta olmayacağı Hicaz’da Mekke adındaki bir kasaba…

«Kimsenin dikkatini çekmeyeceği, tarihin kayıtta olmayacağı» diyoruz. Çünkü tarih boyunca dikkatler hep saltanat ve debdebenin olduğu ışıltılı yerlere yönelmiş, tarihçiler hep oralarda kayıt tutmuştur. Siz; tarihçilerin, herhangi bir zaman diliminde kendi hâlinde yaşayan sıradan insanları yazdıklarını gördünüz mü hiç? Yaşadığımız çağda haberlere en çok konu olan kimlerdir? Afrika’da klân hayatı yaşayan kabileler veya Eskimolar mı, yoksa Batı Avrupa ve Kuzey Amerika mı? Şu anda Kara Afrika’daki -söz gelimi- Mozambik’in devlet başkanının adını hangimiz biliyor? Devlet başkanının ismini bırakın, Orta ve Güney Afrika’daki ülkelerin isimlerini kaçımız tam olarak sayabilir? Bu ülkelerdeki iktidar değişikliklerinden, darbelerden ne kadar haberdarız?

Hâlbuki Amerika Birleşik Devletleri’nde her beş yılda yapılan seçimlere bütün dünya dikkat kesiliyor; seçimlere katılan başkan namzetleri, hattâ onların ekipleri, seçimlerde kampanya yapan firmalar, seçimleri etkileyebilecek güçteki gruplar ilh. yapılan tafsilâtlı neşriyat sayesinde herkesçe biliniyor. Herkes o ülkelerde yaşayabilmek ve oralarda birkaç sene bulunabilmek için can atıyor. Neden? Çünkü güç ve imkân orada, debdebe orada, ışıltı orada! Ve tabiatıyla bu da matbûatı cezbediyor.

On dört asır evvel de böyleydi. Yine saltanat ve debdebe merkezleri göz alıyordu. Sadece bu merkezlerin o zamanki adresleri Amerika ve Avrupa değil, İran ve Bizans’tı.

Böyleyken üç milyon küsur kilometre kare kutrundaki ekseriyeti çöllerden oluşan bir yarımadada; birbirinden müstakil kabîleler hâlinde yaşayan, budalaca bir putperestliğe düşmüş olan, incir çekirdeğini doldurmayacak hâdiseler yüzünden yıllarca birbirleriyle savaşan, birbirlerinin can, mal ve ırzına tasallut eden ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir topluluk, hangi yabancının alâkasını celbederdi ki? Bu şartlarda hangi babayiğit; sosyal hayatı kökünden değiştirecek bir çağrıda bulunmaya yeltenebilir, hattâ yukarıda adı geçen câzibe merkezlerine sahip olma va‘dinde bulunabilirdi? Böyle bir va‘din, bugün Kara Afrika’daki bir şahsın halkına Amerika ve Avrupa’yı boyun eğdireceğini va‘detmesinden ne farkı olurdu? Böyle bir vaatte bulunmak şöyle dursun, kimse aklından böyle bir şey geçirmezdi bile! Kazârâ böyle bir şeyi dillendirene de herkes gülüp geçerdi. Nitekim O, bunu dillendirdiğinde de böyle oldu: Gülüp geçtiler, alay ettiler. Ancak okuduğu sözler çok müessirdi. Farklı lehçelerle konuşan kabîlelere mensup şairlerin bir buçuk asırdır şiirlerinde kullandığı ve ekseriyeti Kureyş lehçesine ait kabîleler arası müşterek-edebî dilin kelimelerinden oluşan pasajlar, şiir ve hitâbete meftûn olan Arapların o zamana kadar alışık olmadığı bambaşka bir üslûba sahipti.

Sonra şairler, hatipler ve kâhinler, vezin ve kāfiye ihtiyacıyla çoğu zaman lâfzı ön plâna alıyor; çok âhenkli sözler söyleyebilseler de mânâyı ihmal edebiliyorlardı. Hâlbuki O’nun okuduklarının lâfız ve mânâsı arasında çok kuvvetli bir insicam vardı. Üstelik muhtevası şiir gibi hayale dayalı değil, doğrudan doğruya insana ve hayata hitap ediyor, yukarıda genel çerçevesini çizdiğimiz sosyo-kültürel şartları kökten değiştirmeyi talep ediyordu.

Önce dünyada yapılan her şeyin sorulacağı ikinci bir hayatın varlığını hiç düşünmeyen ve tamamen maddiyata yönelen kavmini, kısa fakat dehşetengiz tasvirler ihtiva eden pasajlarla ikaz etti ve kavminin de yegâne Yaratıcı ve müdebbir olarak kabul ettiği Allah’tan başka tanrı olmadığını ilân etti. Kavmi, husûsiyle de eşraf takımı; O’nun bu davetinin cemiyetin yapısını değiştireceğini, dolayısıyla kendi mevkilerini sarsacağını düşündüler. Sadece kayıtsız kalarak ve gülüp geçerek böyle ciddî bir mesajı etkisiz hâle getiremezlerdi. Çünkü şiir ve hitâbet sanatıyla iftihar eden Arapların şair ve hatiplerine benzeri bir söz getirmeleri yönünde meydan okuyordu. Bu meydan okumayı Mekke’de davetini sürdürdüğü on üç yıl boyunca tam dört defa tekrarladı. Üstelik her seferinde muhataplarından benzerini istediği söz miktarını azaltıyor ve istedikleri kişilerden de yardım alabileceklerini söylüyordu. Bu meydan okuma Medine’de de devam edecek, kıyâmete kadar geçerli olacaktı.*

Kavmi, O’na sözle ve delille karşı koymaktan âciz kaldı. Eğer sözle karşı koyabilmiş olsalar O’nun çağrısının duyulmasını engellemek için uğraşmazlardı. Ancak bu uğurda savaşı dahî göze aldılar. Çünkü O’nun okuduğu pasajların bir benzerini getiremediler. Zira o sözler, Rûhu’l-Emîn vasıtasıyla âlemlerin Rabbi Allâh’ın vahyiydi. Sonradan İbnü’l-Mukaffa‘ ve Ebu’l-Alâ el-Maarrî gibi edip ve şairlerin o sözün benzerini getirme iddiasında oldukları nakledildi. Ancak -eğer bu nakil doğruysa- onların söylediği rivâyet edilen cümleler de, -o sözün benzeri olmak bir tarafa- o kimseleri gülünç duruma düşürmekten öteye gitmedi.

Davetçi, yaşadığı güçlüklere rağmen çizgisini asla değiştirmedi. Yirmi üç sene süren daveti boyunca; düşmanları, O’nu engellemek için her yola başvurdu. İstihzâdan işkenceye kadar birçok zorluk ve engellemenin yanı sıra câzip teklifler de sundular. Ancak hiçbir şey O’nu dâvâsından vazgeçirmedi. O’nun okuduğu o çarpıcı pasajların vahiy olduğunun en büyük delili budur! Çünkü eğer kendine ait olsaydı karşılaştığı zorluklar ve muhataplarınca yapılan teklifler o sözlerde mutlaka aksini bulurdu. Meselâ O’na dâvâsından vazgeçmesi kaydıyla kral olması teklif edildi. Kral olup bu otoritesini kullanarak dâvâsını halkına kabul ettirmeyi düşünebilirdi. Ancak O, böyle bir yöntem seçmedi. Yirmi üç senelik davetinin başında ne dediyse sonunda da aynısını söyledi ve asla tezada düşmedi.

Yirmi üç sene sonunda koca yarımadadaki sosyal yapıyı tamamen değiştirerek bütün insanları tek bir ideal etrafında birleştirmesi ve O’nun vefatından sadece birkaç sene sonra arkadaşlarının yukarıda değindiğimiz câzibe merkezlerine hâkim olarak dünya tarihine emsalsiz ve yepyeni bir istikamet vermeleri, hep O’nun Allah’tan aldığı ve en umutsuz anlarda bile istikbâle yönelik müjdeler ihtiva eden sözler sayesinde olmuştur. O sözlerin eşsizliğinin ve O’nun en büyük mûcizesi oluşunun en açık delili budur!
____________
* Bkz. et-Tûr, 52/34; Hûd, 11/13-14; Yûnus, 10/38; el-İsrâ, 17/88; el-Bakara, 2/23-24.