Kudret Kalemiyle Yazılmış HİLYEDİR KUR’ÂN SANA!
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Bir gün huzuruna bir şahıs gelir.
Kıyafeti dilenci görünümlü. Fakat duruşu oldukça vakur.
Halîfe Harun Reşid, merakla bakar adama. İlk defa gördüğü bir sîmâ. Acaba merâmı nedir? Acaba bir şeyler istemeye mi gelmiştir?
O, bu düşünceler içindeyken adam, söze başlar:
–Ey mü’minlerin emîri! Sana bir şey istemeye değil, bir hazine vermeye geldim.
Harun Reşid, şaşırır. Adamın kıyafetine bir kez daha göz atarak sorar:
–Senin bana verebileceğin bir hazinen mi var?
–Evet, öyle bir hazine ki, sâfî mücevher. Üstelik senden önceki hükümdarlar bile buna mâlik olmadı. Hattâ görmediler bile.
–Nedir o? Nerede?
–Yanımda getirdim. Arzu eder misin o mücevher senin olsun?
Halîfe dikkat kesilir:
–Doğrusu çok merak ettim.
Adam sarığını eline alır. İçinden, îtina ile katlanmış bir kâğıt çıkarır. Takdim eder. Kâğıtta aşk üslûbu ile yazılmış, bambaşka güzellikte bir yazı vardır. O mübarek yazı, Hazret-i Peygamber’i anlatan bir hilye-i şerîfedir.
Halîfe başlar okumaya. Okudukça gönlü coşar, okudukça rûhu engin bir feyiz okyanusuna dalar. Anlatılanlar, gerçekten de bir hazinedir. Her satıra ayrı bir ihsanda bulunur. Hilyeyi kendisine getiren zâtı, bin bir lütufla yolcu ettikten sonra da Efendimiz’in husûsiyetlerini tekrar tekrar okur, ezberler, beynine ve gönlüne nakşeder.
O gece rüyasında Hazret-i Peygamber Efendimiz’i görür. Fahr-i Kâinat Efendimiz, ona der ki:
–Ey Harun Reşid! Sen ki benim hilyemi görünce aşk ve muhabbetle coştun, sevindin; fukarayı da sevindirdin. Bu güzel hâlinden hoşnut oldum. İmdi, ben de seni şu müjdeyle sevindireceğim. Yüce Allah bana hitap etti ki:
«Ey Rasûlüm! Senin hilye-i şerîfene nazar eden kişinin gönlü huzur ve ferahlıkla dolsun. Hilyeni üzerinde taşıyan kişi de, kazâ ve belâlardan emin olsun. Kıyâmet günü cehennemde yanmasın. Dünyada da âhirette de azâba düşmesin. En nihayet o, Ben’im cemâlimi de görenlerden olsun.»
Cenâb-ı Hak, bizleri de bu müjdeye nâil olanlardan eylesin. Âmîn.
Hazret-i Peygamber Efendimiz’in mübârek sûret ve sîretini yani yüce şahsı ve şahsiyetini anlatan hilye-i şerîfelerin, bu ve buna benzer pek çok müjdeleri var.
O sebeple, sahâbeden beri Efendimiz’in hilye-i şerîfesi yazılmış, okunmuş, ezberlenmiş. Hem hüsn-i hat sahasında hem de edebî sahada en güzel sanat ölçüleri etrafında mükemmel bir hilye geleneği oluşmuş.
Tabiî;
Maksat, sanat yapmak değil;
Sadece;
Efendimiz’in yüce şahsiyeti ile en güzel şekilde yoğrulmak. O’nun müstesnâ ve mübârek özelliklerini ve güzelliklerini idrâk ederek yüce hâliyle hallenebilmek.
Çünkü hilye-i şerîfe dolayısıyla müjdeye vesile olan temel hakikat bu.
Sahâbe-i kiram, O’nu görmek ve sohbetinde bulunmak şerefiyle O’nun mübârek yüce şahsı ve şahsiyetinden istifade etti. Her biri yıldız oldu. Sonradan gelen ümmeti ise, O’nu şemâil-i şerîfeleriyle ve hilye-i şerîfeleriyle tanıdı. Tanıdıkça, görmüşçesine bir kıvam kazandı. Bunun içindir ki hilyeler, âyette;
‒Ey gönülden inananlar, hattâ‒
Kasem olsun ki, Rasûlullah’ta,
Yüce Allâh’a ve ahret gününe,
O kavuşmak dileyip, mestâne,
Çokça Mevlâ’yı anan özler için,
Şahsiyet örneği var sizler için!.. (el-Ahzâb, 21)
şeklinde ifade edilen gerçeği açıklayıcı mahiyette, edebiyatımızın ve hüsn-i hattımızın yüz akı eserleridir.
Yani tarihten bu yana hilye-i şerîfeler;
Şahsiyet-i Peygamberî’yi gösteren en güzel aynalar. O emsalsiz örnek şahsiyeti, şahsiyetimize en pürüzsüz vasıfta yansıtan şeffaf aynalar…
Bu yansıma mutlaka şart.
Çünkü;
Hazret-i Peygamber’i tam örnek alabilmek O’nu bütün özellikleriyle daha çok yakından tanımaya bağlı.
Ayrıca;
Muhabbet ve îman da, kişilik ve ahlâk da; ancak bu şekilde tam olarak yerini buluyor ve insan, o zaman varlıklar içinde «ahsen / en güzel ve en kıymetli» olmak şerefini elde ediyor.
Fakat;
Şahsiyete, sadırlara O yansımadığı vakit; O’nun gökleri imrendiren özellikleri, sadece satırların arasında kalıyor. Arada bir hatıra gelse de kâmil bir istifade ne yazık ki mümkün olmuyor.
Günümüzün en büyük problemlerinden biri bu:
Özelliklerin şahsiyete yansımaması.
Bu problem; şahısları özelliksiz, özellikleri de şahıssız bir hâle dönüştürüyor. Liyâkatle orantılı, doğru bir temsil ve aitlik ortadan kalkıyor. En yüce hakikatler manzûmesine mensup da olsa, insanın, hâdiseler karşısında o hakikatleri değil de sadece çiğ süt emmişliği patlak veriyor. Böylesi, bülbüller meclisinin üyesi bile olsa hav hav sesleri çıkarıyor ve; «Sen de mi?» dedirtiyor. Ona, ne kadar bülbül denebilir? Gönlü, gül bahçesine ekilse de deve dikeni olarak yaşıyor. Ne kadar gül denilebilir? Aklının tefekkür yemeğini, şu-bu sebeple doğru tarifleri ve prensipleri alt-üst ederek zehir şeklinde hazırlıyor. Ne kadar fikir gıdası denilebilir?
Aynı şekilde:
Şahsiyete yansımayan bir îman, ne kadar îmanlı eder? Ahlâkı şahsiyete yansıtmamış kimseyi ne kadar ahlâklı sayabiliriz? Doğruluğu yalanlardan ayıklamadıkça insan ne kadar «doğru» olabilir?
Hazret-i Peygamber’in;
«Müslüman yalan söylemez!» vurgusuna rağmen inanan bir kimse yalan söyler mi? Söylemez. Ya söyleyenler? Maalesef onlar, inandığını ve önündeki yüce rehberi kendi şahsiyetlerine yansıtamamış gafiller. Lâflarıyle Hazret-i Peygamber’e çok yakın, fakat hâlleri ve şahsiyetleri ile çok çok uzak zavallılar!
Unutmamalı:
İnsan, lâf ile değil; asıl hâliyle yakın olduğu şeye, varlığa, şahsiyete göre bir hâl içinde olur. Nitekim, hâli, kötülüğe yakın olanda iyilik bulmak zordur. Hep günaha yakın olanın kısmeti de, ecirden ziyade eyvahtır. Cehenneme yakınlık hâli de, cennete uzaklık hâlidir.
Gerçek bu. Gerisi hikâye.
İnsan, elindeki hiç çatlağı olmayan bir prensibe rağmen çatlaklı bir kişilik sergiliyorsa; hâli Rahmân’a değil, şeytana yakın durduğundandır.
Demek ki güzellikler ve özellikler; konuşulmakla değil yaşanmakla, yani şahsiyete yansıtmakla bir mânâ ifade eder. Onun için;
Şahsiyete yansıyan en küçük haslet bile, şahsiyete yansımayan en büyük hasletlerden de kat kat daha büyüktür.
Zira insanlık, bu gerçeğin oranına göre. Bilgi küpü de olsa, kiminden hamlık ve cehâlet fışkırıyor. Ümmî bile olsa kiminden de olgunluk ve irfan fışkırıyor.
Bu bakımdan bilgimiz ve lâfımızdan çok ilgimiz ve hâlimizin neye ve kime yakın olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu zarûrî.
Zarûrî, çünkü;
Zemherî bir dünyada sıcak bir muhabbet ocağına yakın olanlar üşüyüp donmaktan kurtulur. Güle gerçekten yakın olanlar, cennet râyihalarına nâil olurlar. Ezelî ve ebedî nûra yaklaşanlar, zulmet ve karanlığın gayyâsına düşmezler. Âb-ı hayâta yakın olanlar, çölde bile olsalar susuz kalmazlar.
O sıcak muhabbet ocağı, o gül, o ezelî ve ebedî nûr, o âb-ı hayat da hiç şüphesiz ki hürmetine bütün varlıkların yaratıldığı Hazret-i Peygamber Efendimiz.
Sırf rahmet.
Öyle bir rahmet ki;
Yüce hasletlerine bürünerek O’na yakınlığın, dünyada da âhirette de bambaşka tecellîleri var. O’na yakınlıkta nasipler, daima sonsuz ve yüce. O’na yakınlık; şifâ, rahmet ve bereket. O’na yakınlık, af ve merhamet. O’na yakınlık, en güzel şahsiyet.
Bu itibarla;
Gönüller O’nu tanıdıkça şahsiyet bulur. Tanıdıkça, bambaşka bir aşk ve hayranlıkla dolarak der ki:
Hangi söz gelse hayalden hatıra;
Yüce hâlin, yine sığmaz satıra!
Nice Yûsufları etsek de hayâl,
Yine olmaz Sen’i tasvîre misâl!..
Çünkü Efendimiz, kelimeleri de âciz bırakacak güzellik ve yücelikte bir ilâhî sanat hârikası. Şahsiyet hârikası.
Sırf rahmet.
Bütün âlemlere rahmet. Gelişi, bunun için kâinatta bir dönüm noktası oldu:
Ey Bulut! Toprağı yakmıştı kurak,
Geldin âlemlere rahmet olarak!..
Hakikaten gönül topraklarını nefsâniyet ve şeytâniyetin kuraklığı öylesine yakmıştı ki, bedenlerin yanında ruhlar da ölmeye başlamıştı. Bütün dimağlar, yürekler, akıllar, canlar, bir damla hayat suyuna muhtaçtı. Bîçâreydi. Her yanda, sesli-sessiz, habire feryatlar yükseliyordu.
Fakat O gelince;
Geceler oldu «le-amruk» ile nûr,
«Ve’d-Duhâ» günlere bahşetti sürûr.
Beklenen fecre nasîb oldu sabâh,
Dindi hicranla yanan bir nice ah!
O günden beri, O’na giden bütün yollar aşk kervanları ile doldu. O günden beri, kafile kafile ehl-i sevdâ O’na doğru akmakta:
Dirilir aşk ile uğrunda ölen,
Tâ ezelden Sana kurban bu kölen,
Yâ Nebî, Ravza’na dek çöllerde,
İzinin her tozu, mecnûna şölen…
Hele ezan vakitleri.
Yanık sadâların semâvî yankıları içerisinde âşık gönüller;
«Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullah» derken ne coşkun tecellîler içinde. Her biri;
«Anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!» diyerek ziyarete can atıyor:
Her ezan vakti şahâdet taşıyor,
Ehl-i sevdâ nice yollar aşıyor;
Varıyor Bâb-ı Selâm’dan içeri,
Döneyim istemiyor gayri geri!..
Gül Nebî, şöyle buyurmuş zîrâ:
«Ben vefât eylediğimden sonra;
Kim benim kabrime saygıyla gelir,
Ben yaşarken bana gelmiş gibidir!»
Artık kim O’nun Ravza’sına koşmaz ki:
Gözlere deryâ ekini,
Âleme rahmet burada!
Bilmiyorum göktekini,
Yerdeki cennet burada!..
Bu cennete nâil olan sevdalı gönüllere ne mutlu!
Bütün gönüller, gece-gündüz O’nu öğrense, O’nu anlatsa, O’nu yaşasa, O’nu senâ etse revâ. Hiçbir âşık, O’nu methederken; «Bu kadar kâfî/yeter!» diyemez. Çünkü ömürler boyu her zerre dil kesilip O’nu övse revâ:
Sevdi Allah ki; «Habîbim» diyerek;
Doldu aşkınla cihan, sonsuza dek;
Yâ Nebî, Hazret-i Kur’ân övüyor,
Sen’i mümkün mü senâ eylememek!
Peygamberler Sultânı.
Rasûl.
Nebî…
O;
Kendisi;
En güzel olma özelliği çerçevesinde her hasletiyle daima en güzele açılan ilâhî nur. O’nu bir kez gören bile bin bir terennümle taşar:
Enbiyâ tâcı, Rasûlullah’sın,
İçi rahmet dolu bir dergâhsın,
Yâ Nebî, anladı pervâne olan,
En güzelden yana bismillâhsın!
Bu açıdan;
Nûru enver, teri kevserdir O’nun,
Kendi, tek kendine benzerdir O’nun.
Çünkü O:
En mükemmel yaratılmış sûret,
En büyük mûcize, nurdan sîret!
Çünkü O:
Mekke ufkunda Halîl’in dileği,
Mesih’in muştusu, bir gözbebeği;
Sırr-ı tevhîd ile nur deryâsı,
Tertemiz annesinin rü’yâsı;
Hakk’ın en sevgili Peygamberi O;
Müjdelenmişti ezelden beri O…
Onun için O’nun mübârek doğumu, kurtuluşumuzun vesilesi bir mevlid oldu. Kutlu bir doğum oldu:
Ne büyük kutlu doğumdur, doğumun,
Yerde biz; ay ve güneş, gökte mumun.
En zayıf söz bile bir gül kesilir,
Sen’i anlatmaya bülbül kesilir!
Muhabbet bu.
Hakikat bu.
Elbette bin bir acziyet içerisinde;
Belki Seyrî kulunun haddi değil,
Lâkin ancak Sen’i anlatmalı dil…
Tanımalı ve anlatmalıyız dostlar!
Çünkü O’nu anlatışın her sözü, gün gelir özü, ya Ebûbekir, ya Ömer, ya Osman veya Ali eyler.
Tanımalı ve anlatmalıyız dostlar!
Çünkü O anlatıldıkça O’nun adıyla ve özellikleriyle dolan dillere de gönüllere de ortamlara da rahmet ve nur yağmurları yağar.
Daima O’nu anlatmalı, övmeli.
O’nu övmeli;
Bilhassa;
O’ndaki fazîlet dolu özellikleri şahsiyetimize aksettirebilmek için…
Muhabbet ve îmânı, her zaman zinde tutmak için…
Vuslat ateşinin hiç sönmemesi için:
O’nu övsün bu gönüllerde kelâm,
Gece-gündüz O’na binlerce selâm!
Bu hususta;
Düşmesin gaflete aslā kullar,
Övgü hakkında Hudâ âyeti var:
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ
«Ey Habîbim! Yüce şânınla, temiz,
İsminin yâdını yükselttik Biz!»
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖ۪يمٍ
«Çünkü Sen’sin yüce ahlâk üzere!»
İşte târif, yüce Allâh’a göre…
Peygamber Efendimiz’in, Hazret-i Âişe Annemizin ifadesiyle «canlı bir Kur’ân» olarak tasvir edilmesi de, bir bakıma Kur’ân-ı Kerîm’in O’nun mânevî hilyesi olması sebebiyledir.
Dolayısıyla Muallim Nâci’nin;
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana!
mısraı ile dile getirdiği bu gerçeği şahsiyetimize yansıtacak bir idrâk ile tekrar vurgulayalım:
O ne sûret, o ne sîret, ne güher,
Hilye Kur’an Sana ey Peygamber!
Bu sebepledir ki:
Benzemez hiç, O Beşer, bir beşere,
Nûrunun gölgesi düşmezdi yere…
Hattâ:
Ayağımdan leke sıçrar diyerek,
O mübârek Gül’e konmazdı sinek!..
Çünkü:
Secde nûruyla müzeyyen nesebi,
O’nu bambaşka yaratmış Rabbi…
Bu yüce kıymetine hürmeten;
O Nebî yerde ederken secde,
Oldu gökler bile bir seccâde!
Hâsılı;
Yer-gök O’nun kıymetini böyle bildi. Ashâb-ı kirâmı da böyle bildi ve en mükemmel seviyede istifade ederek her biri, nice mükemmelliklere ulaştı. Son nefeste bile O’na pervâne oldu.
Ya biz?