İNSANLIK, «RAHMET»İ BİR ANLAYABİLSE…

Hayrettin DURMUŞ hayrettin_durmus@mynet.com

Âlemlerin en kutlu sultanını, on sekiz bin âlemin Mustafâ’sını anlatmak kolay mı? Kolay mı her türlü günahtan âzâde, incilerin incisi, nebîlerin öncüsü; kelâmın gelmiş geçmiş en büyük ustası önünde, Muhammed -aleyhisselâm-’ın huzurunda söz söylemek ne haddimize?

Ayak bastığın kumlara yüzünü sürmek için yana yakıla karlı dağlar dolaştı Yûnus. Fuzûlî, başını taştan taşa vurup sular gibi çağladı, gül dudakların tarafından öpülmek için testi olmaya can attı. Bu garip ümmetin ne Yûnus olabilir, ne de Fuzûlî.

Sen’in verdiğin müjdeye nâil olmak için İstanbul’u alan Fatih değilim. Övülen askerlerden olayım diye tâcı-tahtı bırakan II. Murad da değilim.

“Trenler Medine’ye uğradığı zaman Peygamberim rahatsız olmasın…” diyerek raylara keçe döşeten Abdülhamid de olamam ama Sana îman eden, Sen’i canından çok seven, aşkınla deli dîvâneye dönen, sahâbin olmasam da gönlünü Sana bağlayan kemter bir kulum. Kızgın çöllerde yanarken adını sayıklayan Bilâl değilim ama sevdalınım işte. Ümmetin olmak şerefiyle onurlanmış bir bahtiyarım.

Sen ki Efendim, rahmetsin bize. Yağmurun değip de ıslatmadığı yer, yıkamadığı kir var mı? Rahmet Peygamberi’ne bağlananda kirden iz kalır mı?

Sen gideli dünyamızın manzarası nasıl karardı bir bilsen!

Dünyamız tıpkı câhiliye çağındaki gibi sancılı ve huzursuz. Her yanımız koyu karanlıklarla kaplı. Yine güçlüler zayıfı eziyor, zulüm ve vahşet kol geziyor. Milyonlarca insan, yokluğun ve açlığın pençesinde. Etrafımız; kan, barut, gözyaşı. İnsanlığın yaşadığı ıstırap karşısında bizim yüreklerimiz hâlâ tek parça.

Hâlimizi kime arz edelim Sen’den başka?

Dünyanın bu karanlık manzarasını görmektense keşke yetim bir çocuk olsaydım da başımı okşasaydın. Kara bir taş olsaydım da Hendek’te vücuduna beni sarsaydın. Ya da göçebe bir bulut olsaydım Sen’i gölgeleyen. Ah Sen’i bir anlayabilsek. Ahlâkınla ahlâklanıp, herkesin derdiyle dertlenebilsek. Sen’in öğrettiğin gibi kardeşler olabilsek. Tâif’te Sana atılan taşlar, Sen’den önce bizim vücudumuzu kanatsa. Nasıl da kararan manzaramız aydınlanır, dünyamız cennete dönerdi. Canlı cenaze hâline gelmiş bedenlerimiz, tertemiz ahlâkınla yeniden dirilirdi.

Sen, âlemlere rahmet olarak gönderilensin. Sen, dertlerimizi en iyi bilensin. Sen ki Yüceler Yücesi’nin huzuruna vardığın anda bile kendinden önce ümmetini dileyensin.

“Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuruyorsun. Oysa bizler, Sen’in tamamladığın güzel ahlâkı bozmakla geçiriyoruz günlerimizi.

Verdiğin müjdeler bir bir gerçekleşti. Ne dediysen harfiyyen çıktı, çıkıyor. Konstantinopolis’i aldık. Kisrâ’nın saraylarına girdik. Yemen bizim. Dünyanın her köşesinde Sana inananlar var ama her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz Sen’den. Başkalarının aşklarını sahiplenirken, tanıdıklarımızın acılarına bîgâne kalıyoruz. Aileler perişan, boşanmalar arttı, psikiyatri klinikleri çoğaldı, cinnet geçiriyoruz âdeta. Mahkeme salonları tıklım tıklım, sözüne güvenilen adam sayısı azaldı, emanet emin ellerde değil artık. Doğruluğu ise kendi ellerimizle rafa kaldırdık. Biz, şerefli Peygamber’in, Muhammedü’l-Emîn’in ümmeti ne hâllere düştük heyhat!

Ey güzelliğini çağların eskitemediği can evimin mihmanı! Kleopatra’ya, Mona Liza’ya destan düzenler Sen’i tanısalardı bir harflerini fedâ ederler miydi başkaları için?

Sana lâyık değiliz. Günahın batağında biz izini kaybettik ama Sen yine de rahmet yorganı olup üzerimize örtülüyorsun.

Bizim;

“Dünya işlerine dalarak, servete boğulup yekdiğerimizin kanını dökeceğimizden…” endişe ettiğini söylemiştin bir başka âlemi şereflendireceğin günlerde…

Tarihin en soylu «Vedâ» konuşmasını yaptığın o mübarek günde de;

“Aklınızı başınıza toplayın! Bütün kan dâvâları kaldırılmıştır. Allâh’ın emriyle, fâizcilik yasaktır. Câhiliye devrinden kalma çirkin âdetlerin her türlüsü ayağımın altındadır.” demiştin. Sen görevini en güzel şekilde yaptın ama bizler Sana lâyık olamadık ey Allâh’ın Rasûlü! Şimdi bizler, Sen’in ayaklarının altına aldığın o çirkin câhiliye âdetlerinin pençesinde kıvranıyoruz. Eski hastalıklarımız nüksediyor bir bir. Kavmiyetçilik hastalığına yakalanıyoruz yeniden. Hâlimiz pür melâl…

Ah insanlık Sen’i bir anlayabilse. Gösterdiğin ışıklı yoldan yürüyebilse. Istıraplarımız diner, dünyamız cennete dönerdi. Sen olmadan insanlığın hüneri ne işe yarar ki? Efendim, Sultanım, sevgili Peygamberim. Sana o kadar muhtacız ki bizim cılız kelimelerimiz bunu anlatmaya güç yetiremez. Sen olmadan hayatı anlamlandıramayız, dertlerimize çare bulamayız Sen’siz…

Kıyâmet gününde sancağının altına al bizi. Ne olur tut elimizden, şefâat eyle bize. Yüreğimde bin bir umut, kapına geldim, gerek var mı başka söze…