İnsanlık Tarihinin En Önemli Dönüm Noktası KUTLU DOĞUM

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Tarihî gidişât içerisinde; kendinden sonraki seyri, köklü bir şekilde etkileyen, müsbet veya menfî olarak mûtad çizginin dışına yönlendiren çok önemli vâkıalar vardır. Bu dönüm noktaları olmasaydı; şüphesiz, dünyanın bugünkü manzarası da bambaşka olurdu. Bu cümleden olarak; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyayı teşrifleri kadar tarihî akışın istikametini çeviren, daha doğrusu fıtratına uygun olarak mecrâına oturtan başka bir nirengi noktası gösterilemez.

«Kutlu Doğum» öncesi dünya, akla gelebilecek her türlü denâetin irtikâp edildiği bir «câhiliyye» devrini yaşamaktaydı. Cemiyetler içinde pek az insan; fıtrata uygun, temiz bir hayat sürüyordu. Allah Teâlâ’nın; muhtelif cemiyetlere, doğru yolu işaret etmek üzere ihsan buyurduğu 120 bin küsur mübârek peygamberin tebliğ ettikleri ulvî hakikatlerden kayda değer bir hassa kalmamıştı. Yahudilik ve hıristiyanlık tahrifâta uğrayarak asliyetinden uzaklaşmış; biri ırkçılığın el kitabı derekesine indirilmiş, diğeri de ruhban sınıfının elinde bir ticaret metâı hâline gelmişti. Dünya yeniden bir «elçi» bekliyordu; Allah Teâlâ’nın son bir fırsat olarak takdir buyurduğu Son Peygamber’i. Bu husus bütün semâvî kitaplarda müjdelenen ve ilim sahiplerinin de malûmu oldukları ve hasretle yolunu gözledikleri yüce bir hakikatti.

Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’ın bununla ilgili müjdesi, ruhban sınıfının taassubu yüzünden gizlenmiş; yahudiler de ırk asabiyeti sebebiyle bu gerçeği kabule yanaşmamışlardı.

Nitekim yahudilerin en büyük âlimlerinden iken müslüman olan Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anh-;

“Ben Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın gerçekten Allâh’ın Rasûlü olduğuna yakînen şahâdet ederim. Kendisinin peygamber olduğunda hiç şüphe etmem. Çünkü, O’nun Allah tarafından gönderilen peygamber olduğu, na‘t ve vasıfları, kitabımızda bulunmaktadır…” diyor.

Yine, İsa -aleyhisselâm-’ın dîninde muvahhid ve şair bir insan olan Kuss bin Sâide’nin Ukâz Panayırı’nda aralarında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de bulunduğu bir cemaate yaptığı ve bi’set-i Nebî’den bahseden şu meşhur hitâbesi pek ibretli ve hikmetlidir:

“Ey insanlar! Yemin ederim; Allâh’ın indinde bir din var ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Ve Allâh’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. O’nun gölgesi başınızın üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, O’na îman edip de, O dahî ona hidâyet eyleye! Vay o bedbahta ki, O’na isyan ve muhalefet eyleye!”2

Hadîs-i şerifte;

“Yâ Câbir! Tahkîkan Allah Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri cemî eşyadan evvel, senin peygamberinin nûrunu kendi nûrundan yarattı. (…) Hâsılı (o zaman) mahlûkattan bir nesne yaratılmamıştı.”

Varlıklar âleminin; O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hürmetine yaratıldığı, hadîs-i kudsî olarak meşhur bir kelâmda şöyle ifade ediliyor:

“(Ey Habîbim) Sen olmasaydın, Sen olmasaydın; bu kâinatı yaratmazdım. (…) Hazret-i Peygamber, nûru ile Hazret-i Âdem’den önce, cismâniyeti ile bütün peygamberlerden sonra zuhûr etmekle, nübüvvet takviminin ilk ve son yaprağı olmuştur. O; zaman itibarıyla son, gaye itibarıyla ilk peygamberdir.”3

Beklenen Nur, Rebîulevvel ayının 12. günü Pazartesi sabahı, milâdî takvimle 571 yılı 20 Nisan’da tan yeri ağarırken dünyamızı teşrîf ve tenvîr etti. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hürmetine Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun rahmeti coştu; o yıl bolluk, bereket yılı oldu. Putlar yerlere serildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar yıkıldı. İnsanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü kurudu. Bu zuhuratlara bakan ilim ve hikmet sahibi kişiler, çok önemli bir hâdisenin vukû bulduğu ve dünyanın büyük meselelere gebe olduğu tahmininde bulundular. Yeni bir devrin başlangıcıydı artık dünya için. «Çöle İnen Nur», saâdet hâleleriyle dalga dalga yayılacak; insanlık gömüldüğü zulmetten kurtulup, ruhlar sekînete kavuşacaktı.

Allah -celle celâlühû-, «varlıkların en şereflisi olarak, en güzel kıvamda» yarattığı ve yeryüzündeki «halîfe»si mes’ûliyetini yükleyerek bütün kâinatı önüne serdiği insana, sonsuz rahmeti mûcibince, en büyük rahmetini takdir buyurmuştur; ebedî saâdeti için «Şâh-ı Rusül» olan Habîbi’ni göndererek.

Sadece Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir ki; esmâ-i hüsnâ’dan Raûf ve Rahîm ile tavsif buyurulmakla müşerref olmuştur. Bu hususla ilgili olarak; Kur’ân-ı Kerim’de;

“And olsun size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Üstünüze titrer, mü’minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” buyuruluyor. (et-Tevbe, 128) O Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hidâyet rehberi olduğu da şöyle beyan ediliyor:

“Gerçekten Allâh’ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için; size Allâh’ın Rasûlü’nde (takip edeceğiniz) pek güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 21)

«Hayatının da memâtının da ümmetinin hayrı ve selâmeti için» olduğunu buyuran İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı ümmetinin bağlılığı nasıl olmalıdır? Allah Teâlâ’nın «Habîbim» diye tavsif buyurduğu yüce makamın seviyesi ile mütenâsip olacaktır elbette… Kur’ân-ı Kerim’de;

“Peygamber, mü’minler nazarında kendi canlarından daha önce gelir…” (el-Ahzâb, 6);

“Gerçekten Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey îman edenler! Siz de O’na teslîmiyetle salât ve selâm edin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruluyor. Hadîs-i şerifte de bu husus şöyle zikrediliyor:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça, hakikî mânâda îman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8)

Kurân-ı Kerim’de;

“Kim o Rasûl’e itâat ederse, muhakkak Allâh’a itâat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80), hükmünün şuuruyla; ashâb-ı kiram hazerâtı, Âlemlerin Efendisi’ne karşı kâ‘bına varılamaz bir tâzim ve teslîmiyet içinde idiler. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde bulunabilmek için işlerine nöbetleşe giderler; huzurunda, başlarında bir kuş var da, onu ürkütmekten korkarcasına kıpırdamadan vecd içerisinde dururlar; uğrunda, kendilerini gözlerini kırpmadan fedâ etmekten çekinmezlerdi. Kendilerine beyan buyurulan vahyi kısım kısım temessül ederler; O Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile aynîleşme aşkıyla, her sözüne inkıyâd ve her tavrını taklit gayreti içinde olurlardı. -Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in huzûr-i âlîlerinde, ilâhî motiflerle ruhlar ilmek ilmek dokundu; taş yürekler yumuşadı, melekiyet kesbetti. Cemiyet, bünyesini çürüten içtimâî süfliyattan kurtularak, «Asr-ı Saâdet» iklimine kavuştu. Habeşistan hicretinde, müslümanların başkanı Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, hükümdar Necâşî’nin huzurunda, kendilerini şöyle tanıtıyor:

“Biz câhil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye tapardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâizcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı hoş görürdük. Akrabamıza karşı vazifelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanımazdık. Güçlüler zayıfları ezer; zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda, hak nedir, bilinmezdi. Allah Teâlâ bizlere merhamet etti, içimizden bir peygamber gönderdi. (…) O, bizi vahşetten kurtardı. Medeniyete kavuşturdu. İyi bir insan olmamızı sağladı…”4

Kur’ân-ı Kerim’de;

“(Rasûlüm) Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4);

“… Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun!..” (el-Haşr, 7) buyuruluyor.

“Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini” ifade buyuran Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insan ömrünün her ânını ve safhasını tanzim edecek «Kur’ânî» bir hayatı, bizzat yaşayarak ümmetine nümûne-i imtisal olmuştur. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz de, O Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; «ahlâkının Kur’ân» olduğunu hülâsa ediyor.

Çok şükür ki; ülkemizde, her yıl Nisan ayındaki «Kutlu Doğum» faaliyetlerine halkımız heyecanla iştirak ediyor; o mânevî iklimde hasret gideriyor.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle vasiyet buyuruyor:

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allâh’ın Kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta, Kader, 3) Görüldüğü üzere; Kur’ân-ı Kerîm’in şerhi ve hayata aktarılması mâhiyetindeki sünnet-i seniyye, asla tahfif edilemeyecek, Kur’ânî hayatı ilmek ilmek tespit eden ilâhî kaynaklı değerler manzûmesidir. Damlalar çaylara, derelere; dereler ırmaklara; ırmaklar da deryalara katılarak, karışarak yok olur. Sevenleri severek, takip ederek ulaşılacak olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muhabbeti, Allah Teâlâ’nın dostluğuna, aşkına, ebedî saâdete kavuşturacak yegâne yoldur.

“Âhirzamanda, bir sünneti ihyâ edene, yüz şehid sevabı vardır.” buyuruluyor. O Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetine de, Hak âşıklarının usûlünce, sünnet-i seniyyeye sadâkatle ittibâ etmekle vâsıl olunabilir.
______________________
1 Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ-1, Erkam Yayınları, İstanbul, 2008, s. 71.
2 Osman Nûri TOPBAŞ, a.g.e., s. 149.
3 Yusuf DEMİREŞİK, Üç Aylar, 2. Baskı, Bursa, 1997, s. 110-111.
4 Osman Nûri TOPBAŞ, a.g.e., s. 358.