KUR’ÂN VE PEYGAMBERİMİZ

Doç. Dr. Selahattin YILDIRIM

Kur’ân, Allah Teâlâ’nın;

“En seçkin kullarım…” diye vasıflandırdığı âhirzaman ümmetinin dünya ve âhiret saâdeti için seçip tercih ettiği son kitabı ve son hitabı; Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bu kitabı açıklayıp uygulamak (tebliğ ve tebyin) için görevlendirdiği son Peygamberi’dir.

Kur’ân ve Peygamberimiz arasında önemli bağ ve benzerlikler vardır.

Şöyle ki:

İkisi de Allah tarafından gönderilmiştir.

İkisi de son olma özelliğine sahiptir. Biri kitapların sonuncusu «Hâtemü’l-Kütüb»; diğeri, peygamberlerin sonuncusu «Hâtemü’n-Nebiyyîn»dir.

İkisi de İslâm’ın temelidir.

İkisi de nur ve burhandır.

İkisi de ilk sorgulama yeri olan kabir âleminde insanların cevaplamak zorunda olacakları sorulardandır.

İkisine de âhirette Allâh’ın izniyle şefâat etme ve cennete vesile olma yetkisi verilmiştir.

İkisi de dünya hayatında fertlerin ve milletlerin terakkî ve tedennîlerine, ikbal ve idbarlarına sebep olarak gönderilmiştir.

KUR’ÂN

Kur’ân-ı Kerim; âfâkî ve enfüsî, nazarî ve amelî, rûhânî ve cismânî delillerle, serâpâ kevnî ve ilmî şahitlerle dolu apaçık bir kitaptır, insanı iç huzuruna ve gerçek mutluluğa erdiren bir nurdur. Bunun içindir ki, toplumların yükselip alçalmalarına sebep olan birinci faktör Kur’ân’dır. Bunun böyle olduğunu bizzat Efendimiz’in yüce beyanlarından öğrenmekteyiz. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edildiğine göre bu konuda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allah bu kitap (Kur’ân) ile bazı toplulukları yüceltir, bazılarını da alçaltır.”

Hazret-i Ömer Mekke’ye vali tayin ettiği Nâfi‘ bin Abdi’l-Hâris’e Mekke’nin Usfan bölgesinde karşılaştığı bir zaman, yerine kimi vekil bıraktığını sorar. O da İbn-i Ebzâ’yı bıraktığını söyler. Bu zâtın âzadlı bir köle olduğunu öğrenen halîfe;

“–Sen Mekkelilerin başına âzadlı bir köleyi mi bıraktın?” der.

Mekke valisi, bu zâtı; helâl ve haramları bilen, Kur’ân-ı Kerîm’i iyi okuyan birisi olması sebebiyle tercih ettiğini söyleyince Hazret-i Ömer kendi kendine;

“–Ya ne zannediyordun? diyerek «Allah; bu kitap (Kur’ân) ile bazı toplulukları yüceltir, bazılarını da alçaltır.»” hadîsini hatırlatmıştır. Hazret-i Ömer bu hareketiyle bir zamanlar Mekke yönetimi tarafından insan yerine dahî konmayan İbn-i Ebzâ’nın geçici bir süreliğine de olsa Mekke’ye vali olmasının Kur’ân sayesinde olduğuna dikkat çekmek istemiştir.

Osmanlı’nın temeli de Kur’ân’a saygı üzerine atılmıştır. Osman Gazi’nin Şeyh Edebâlî’yi ziyareti esnasında Kur’ân’a karşı gösterdiği saygı ve hürmet herkesin malûmudur.

“Kur’ân Hicaz’da indi, Mısır’da okundu, Türkiye’de yazıldı ve hürmet gördü.” sözü boşuna söylenmemiştir. Esasen Osmanlı’yı Osmanlı yapan unsurlar; Kur’ân ve Sünnet’e hürmet; insan ve hayvan haklarına saygı olmuştur.

Kâinat, insan ve Kur’ân arasında da ilgi çekici benzerlikler ve bağlar vardır. Şöyle ki, kâinat sessiz bir Kur’ân; Kur’ân sesli bir kâinattır. İnsan ise Kur’ân ve kâinat kavşağında bulunan bir irfan mihrakı ve tecellî âbidesidir. Diğer bir ifade ile Kur’ân Allâh’ın okunan kitabı; kâinat seyredilip ibret alınan kitabıdır. Şairin dediği gibi:

Bir kitâbullâh-ı a‘zamdır serâser kâinat
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.

Abdurrahman Şeref Bey’in tasvirleriyle; kâinat ilahî hakikatlerin hikmet nurlarını aksettiren bir zuhur levhası, Kur’ân ise o zuhur levhasının nurlarını dile getiren bir beyan mûcizesi, Hak nutkudur. İnsan, Kur’ân’ın dile getirdiği hilkat nurlarını idrak edip gönül kâsesiyle içmedikçe insanlık makamına oturamaz.

PEYGAMBERİMİZ

Kur’ân-ı Kerim gibi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bazı toplumların yücelmesinin; bazılarının da alçalmasının en önemli sebeplerindendir. Çünkü Efendimiz, Kur’ân hakkında kullandığı ifadenin aynısını kendisi hakkında da kullanmış ve şöyle buyurmuştur:

“Biliyorsunuz ki, ben kendisiyle hidâyete erişilen mahzâ rahmet sebebiyim. Bir toplumun yücelmesi, diğer bir toplumun da alçalması için gönderildim.”

Şu bir gerçektir ki, tarih; peygamberlere sevgi ve saygı göstererek izzet bulan, saygısızlık ederek zillete dûçâr olan fert ve milletlerin haberleriyle doludur. Firavun’un kendilerine va‘dettiği dünya saltanatını elde etmek için, Hazret-i Musa’nın getirdiği dînin karşısına sihirle çıkmayı kabul eden sihirbazlar, Allâh’ın Ülü’l-azm peygamberlerinden biri olan Hazret-i Musa’ya;

“Ya Musa! Önce sen mi hünerini göstereceksin yoksa biz mi gösterelim.” diyecek kadar bir saygı gösterince, Allah onlara önce îman, sonra da şehâdet mertebesini ihsan etmiştir.

Diğer yandan Sînâ Çölü’nü geçip Mısır’ı işgal eden Napolyon, kendisini bir an için zafer sarhoşluğuna kaptırmış ve;

“Muhammed büyük bir komutandı ama ben daha büyük bir komutanım.” demek cür’etinde bulunmuştu. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e karşı bu nâ-sezâ ve nâ-becâ sözü kullanma küstahlığında bulunmasının cezası olarak, Akka Kalesi’nde Cezzar Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı askeri tarafından perişan edilmiş ve Fransızlar onun açtığı yaraları uzun zaman saramamışlardır.

Bu iki olay da göstermektedir ki, Allah; kitapları gibi peygamberlerine karşı gösterilen saygıyı da saygısızlığı da karşılıksız bırakmamaktadır.

Hâkim’in Müstedrek’inde yer alan şu rivâyet Allah Teâlâ’nın Hazret-i Peygamber Efendimiz’e nasıl bir yetki ve etki verdiğinin en can alıcı belgesidir:

Ebû Sa‘lebe el-Huşenî’nin bildirdiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gazve dönüşü Mescid-i Nebevî’ye uğrayıp iki rekât namaz kıldıktan sonra kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’nın evine gitti. Her savaş dönüşü böyle yapmayı severdi. Hazret-i Fâtıma her zamankinden farklı bir heyecanla babasını karşılayıp boynuna sarıldı ve yüzünü-gözünü öpmeye başladı.

Efendimiz;

“–Ne oluyor, neyin var kızım?” diye sordu. Hazret-i Fâtıma;

“–Babacığım rengin solmuş.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“–Ey Fâtıma! Allah babanı öyle bir işle gönderdi ki, yeryüzünde gecenin olduğu her yerde yaşanılan ev veya çadıra baban sebebiyle mutlaka izzeti, ya da zilleti sokacaktır.” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 489)

Bu hadîsin tercümesi mahiyetinde olan Itrî’nin; «Sâyesi Düşmez Yere» başlığını taşıyan na‘tının şu mısraları ile yazımızı bitirelim:

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun,
Mihr-i âlemgîrsin baştan ayağa nûrsun.
Târik-i gülzâr-ı âlem mâlik-i mülk-i adem,
Münkirîne mahz-ı mâtem mü’minîne sûrsun.