ZEYNEB SULTAN -1-

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

İslâm’ın doğuşu ile yeni bir dönem başlıyordu.

Hayat anlam kazanmış, îman şaşmaz değer ölçüsü olmuştu. Artık her söz ve hareket bununla ölçülüyordu.

Ölçü, şaşmaz ve değişmezdi. İnanacaktı insan. İnanınca müslüman olacak, inandığının gereğini yaptıkça da; takvâ sahibi, iyi bir müslüman olacaktı.

İlâhî davet, ilk defa bizzat peygamber evinden başladı. Hane halkı ile beraber dört nur kız, dört demet gül, nübüvvet bahçesinin gonca gülleri de bu halkanın ilkleri olarak yerlerini almışlardı. İnanmışlar, gönül birliği etmişlerdi Gül’ün Güller’i.

Sultan Aile’nin en büyük kızı olan Hazret-i Zeyneb, bundan sonra Zeyneb Sultan olarak anılacaktı. Baba evine ziyarete gelmiş, bu ziyaret esnasında İslâm gülistanına girerek Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ- olmuştu.

Îman ile beraber yüceler yücesi bir devlete ermiş, nur harmanı içinde evinin yolunu tutmuştu. Şimdi bütün düşüncesi kocası üzerineydi. Her şeyi ile örnek bir kişiliğe sahip olan Ebu’l-Âs, îmana gelecek miydi acaba? İnanacak mıydı kayınpederine!

Ticaretle iştigal eden Ebu’l-Âs, uzak diyarlara kervanlar götürüp getirirdi. Yine böyle bir sefer dönüşü Mekke’ye girerken, her zaman olduğu gibi karşılayıcılar sarmışlardı gelenlerin çevresini. Her şey normal gidiyordu. Tâ ki yeni haber duyuluncaya kadar:

“Abdullâh’ın yetimi Muhammedü’l-Emîn, peygamber olarak görevlendirildi!”

Gelenler bir anda durdular. Yeni habere şaşırdıkları her hâllerinden belli oluyordu. Beklemenin zamanı değildi, acele ile evlerine yöneldiler.

Zeyneb Sultan her zaman olduğu gibi kocası Ebu’l-Âs’ı yine avluda karşıladı. Yine her zaman olduğu gibi büyük bir muhabbetle;

“Hoş geldiniz!” diyerek, elindekileri alıp içeri «buyur» etti. Ebu’l-Âs büyük bir memnuniyetle geçip oturdu mindere. Sonsuz bir sevgiyle baktı hanımına.

Her zaman kapıda karşılardı böyle. Her türlü hazırlığını yapar, güzel kokular sürünür, temiz elbise ile çıkardı hep karşısına. Sevgili eşi; öylesine tatlı dilli, öylesine güler yüzlü olurdu ki, bütün yorgunluğunu unuturdu.

Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ-; anne kucağında, baba ocağında gördüğü eşler arasındaki sevgi, saygı ve uyum esprisini kendi hayatına öyle güzel tatbik ediyordu ki, âdeta o da bir Hazret-i Hatice -radıyallahu anhâ- olmuştu.

Zeyneb Sultan efendisine gönül kapılarını sonuna kadar açmış, çırpınan bir kuş gibi etrafında pervane dönüyordu. Fakat bugün biraz daha güzel, biraz daha candan, biraz daha hassastı. Yüzü nurdan bir avize gibi parlıyordu. Biraz değişmiş miydi neydi böyle?

Ebu’l-Âs; hâl-hatır sorduktan sonra, hemen arkasından da, sevgili Zeyneb’ine Mekke’de olan biteni sordu:

“–Mekke’de değişen bir şey var mı ey Zeyneb?”

“–Mekke bildiğin gibidir!”

“–Baban; peygamber olarak ortaya çıkmış, öyle mi?”

“–Allah tarafından son peygamber olarak görevlendirildi!”

“«–Allah tarafından son peygamber olarak görevlendirildi.» mi dedin?”

“–Evet, O artık Allah’ın Rasûlü’dür!”

Ebu’l-Âs sevgili zevcesini dikkatle süzdü. Ay parçası kadar güzel, gül kadar nârindi yine. Fakat biraz daha parlamış, biraz daha nurlanmış gibiydi. Gözlerindeki esrarı okumak istedi. Olan biteni sorgulamak istedi sevgili zevcesinin gözlerinde.

Gözler, o gözlerdi ama derinlik artmış mıydı biraz daha? Daha mı okyanuslaşmıştı, biraz daha mı canlanmıştı böyle? Sevgili zevcesinin gözlerinde kaybolurcasına tekrar aynı soruyu tekrarladı.

Babasının peygamber olarak görevlendirilmesini, ilk vahyin gelişini, annesi ve kız kardeşlerinin müslüman oluşlarını, olan-biten her şeyi bir bir anlattı ve sonunda da gönül vadilerine inciler yağdıran bir güzellikle sözlerini bitirdi:

“–Ben de müslüman oldum!”

“–Müslüman mı oldun?”

“–Evet, müslüman oldum efendim. Vallâhi sen de biliyorsun ki, babam güvenilir ve doğru bir kimsedir. Boş yere konuşmaz. O’nun doğruluğunu Mekke’de bilip tasdik etmeyen var mı? Annem, kız kardeşlerim, Ebûbekir, Ali, Zeyd ve başkaları da müslüman oldular. Ayrıca senin akrabalarından Osman ve Zübeyr de müslüman oldular. Ey benim şerefli efendim, senin de İslâm’a önce girenlerden olmanı isterim. Ben inandım, sen de inanır mısın?”

Ebu’l-Âs bir an ne diyeceğini bilemedi. Garip bir tavırla sevgili eşine baktı. Nurdan bir avize gibi parlayan yüzde, iki nur köprü, gönle yol açmıştı.

“Gel!” diyordu sanki…

“Gönlüme gel!” diyordu. Durulur muydu, böylesine inceler incesi bir davet karşısında durulur muydu?

Göz köprüsünden geçip, gönül memleketine indi. Sıcak buldu gönül memleketini, sımsıcak buldu. Öyle bir âleme girdi ki, ifadesi mümkün değildi. Yaşayanlar anlardı ancak bunu. Hissedenler hissederdi.

“Ben inandım, sen de inanır mısın?”

İnanmak! Nasıl bir şeydi acaba inanmak?

Boş gözlerle baktı sevgili eşine…

“İnanırım tabiî, senin babana inanmamak olur mu?” demesini bekleyen eşinin gözlerinde kayboldu. Sonra da kendisinden beklenen cevabı veremediğini anlayınca, suçlu çocuklar gibi başını önüne eğdi.

Hazret-i Zeyneb bir acayip oldu. Yüreğinin en saf yerinden, en temiz duygularla tekrarladı:

“Allah ve Rasûlü’ne îman ederek ilkler kervanına katılacaksın, değil mi?”

Ebu’l-Âs; sevgili Zeyneb’ini üzmek, kırmak istemezdi hiçbir zaman. Hiç kırılmamış, hiç üzülmemişti çünkü. Mahcup, ezik, yıkılmış bir şekilde kalkıp dışarı çıktı. Zeyneb Sultan kocasının ardından bakıp, onun da İslâm ile şereflenmesini çok istediği için, ardı sıra duâ etmeye başladı.

İslâm ile şereflenecek, inanacaktı; bir gün mutlaka Peygamberimiz’e îman edecekti. Ebu’l-Âs da bir gün Peygamber yoluna girecekti. Gerçek kurtuluş Peygamber Yolu’ndaydı çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-